ATATÜRK VE BAYRAK DEMEK YETER Mİ? (Aykırı Yazılar)
Hepimiz biliyoruz ki, AKP iktidara gelip de memleketi klasik
bir İslam ülkesine çevirme gayretlerine girmeseydi, bu kadar Atatürk’ü
konuşuyor olmayacak, bu denli Anırkabir’e koşmayacak, yakalarımıza Atatürk
rozeti takmayacak, üzerimize Atatürk baskılı tişörtler giymeyecek, meydanlarda
binlerce kişiyle Atatürk koreografisi yapmayacaktık...
Şöyle bir bakın yakın tarihimize, 70’li, 80’li, 90’lı
yıllara gidin, ne kadar Atatürkçü idik, samimi olarak yanıt verin...
Önce Erbakan’ın kapatılıp kapatılıp açılan partilerinden biri
olan Refah Partisi 90’lı yılların sonunda iktidar ortağı olana, sonrasında onun
öğrencilerinin AKP’si tek başına iktidarı ele geçirene kadar, Türk siyaset
dünyasının önemli figürlerinden, rahmetli Menderes’in, Celal Bayar’ın, Süleyman
Demirel’in, Bülent Ecevit’in, Alpaslan Türkeş’in, Osman Bölükbaşı’nın ve
diğerlerinin, Atatürk’le ve de Cumhuriyetle bilinen bir sorunu olmamıştı;
dolayısıyla Atatürk’te, bu denli günlük yaşamın içinde konuşulmamıştı...
Etki, tepki meselesi; ne zaman birileri Atatürk ve yakın
çevresiyle hesaplaşma derdine düştü, o zaman birileri de Atatürk’ü hatırladı...
Ve bu çizgi hesaplaşma ve hatırlama sarmalı sürdükçe, ülke
insanları, büyük ölçüde Atatürk’ü sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye
bölündü...
Bu zaman diliminde, memleketin gerçek meselelerinin üzerine
deyim yerindeyse kalın bir şal örtüldü, halk her geçen gün yoksullaşırken,
işsizlik artarken, milli gelirden alınan payda makas açılırken, giderek daha
kötüye gittiği için bugününe şükreden, mevcudu muhafaza etmeye razı olan bir
toplum psikolojisi ortaya çıktı...
Bugünün gerçeği kabaca budur!..
*
Bu “konjonktürel” gerçeğin arkasında yatan esas gerçekse,
maalesef bu toz duman içinde, “Atatürkçülüğün” ve 94 yıllık Cumhuriyetin, İzmir
İktisat Kongresinde tercih ettiği ekonomik model olan “kapitalizmin”, şimdiye
değin yaralara ne kadar merhem olduğu, ne kadar refah ve huzur sağladığı
üzerinde hiçbir zaman kafa yormamaktı; Atatürk’ü sevmenin, bütün sorunları
halledeceğini sanmaktı...
Bu atmosfer içinde, Cumhuriyet dönemi boyunca; işsizlik
sorununun her daim var olduğunu, yolsuzlukların, askeri veya sivil, her iktidar
zamanında gündemden düşmediğini, eğitim ve sağlık sistemlerinin bir türlü rayına
oturtulup sorunlarının çözülemediğini, yoksulluğun önüne geçilemediğini,
güneydoğudaki “feodal” yapının halkın lehine çözüme ulaştırılamadığını konuşmadık...
AKP’nin nohut, makarna, kömür dağıtarak iktidar olduğunu
ileri sürdük, ama bunlara muhtaç yoksulların, AKP’den önce de var olduğunu ve dolayısıyla
bu yoksulluğun kaynağını ve gerçek nedenini sorgulamadık...
AKP, Kamu İktisadi Teşebbüsü denilen, devletin ekonomideki
kuruluşlarını bir bir özelleştirirken kızdık, Cumhuriyet döneminde faaliyete
geçirilen kurumları satmalarını, bir nevi Cumhuriyete düşmanlık olarak
değerlendirdik, işsiz kalanların özelleştirmeleri protesto yürüyüşlerini, gazlanıp
joplanmalarını izleyip üzüldük, ama Cumhuriyetin kurucusu CHP’nin ekonomik programında
da tıpkı AKP’nin programında olduğu gibi, özelleştirmelerin olduğunu, iktidara
gelse onun da bu kurumları satacağını göremedik, görmek istemedik...
AKP eğitim sitemini kendisine göre dizayn edip, dört bir
yanda cemaat okulları, vakıf üniversiteleri açarken, Cumhuriyeti yok etmek
istiyor diye feveran ettik, ama “öğretimde birlik” demek olan Tevhid-i Tedrisat
Yasasının, AKP’den önce “Cumhuriyetle sorunu olmayan” siyasi iktidarlar zamanında
ortadan kaldırılmaya başlandığını hiç tartışmadık...
Sağlık sistemi, tamamen özel sektör eline bırakılıp “paran
kadar sağlık” verilirken, bu işlerin yolunun da AKP’den çok önce açıldığını
görmezden geldik...
AKP’yi, Cumhuriyeti yıkmak ve Atatürk’ü unutturmak istemekle
itham edip, sadece Atatürk’ü ve AKP’den önceki düzeni savunma çizgisinde kaldık...
Hülasa asıl konuşulması gerekenleri, hep olduğu gibi konuşmadık...
Sabahtan akşama kadar Atatürk demenin, bayrak sallamanın,
ayyuka çıkmış sorunları çözmeye yetmeyeceğini, Cumhuriyetin içeriği, halktan
yana tercihlerle doldurulmadıkça, köhne kapitalist sistemin dışına çıkılmadıkça
da sorunların çözülmesinin mümkün olmayacağını açıkça söylemekten hep kaçtık,
söylemek isteyenleri, Atatürk düşmanlığıyla yaftaladık...
1980 askeri darbesi öncesinde genel olarak “sol” olarak
adlandırılan kesimlerce, sorunların esas nedeninin kapitalist ekonomik sitem
olduğunun halka anlatılması yönünde gayret gösterilmişse de bu çabalar zamanın “sağ”
siyasi iktidarlarınca engellendiğini, “milliyetçi cephe” iktidarlarıyla toplum cepheleşmeye,
kamplaşmaya iteklendiğini, 12 Eylül darbesinden sonra ise o “solun” üzerinden
silindir geçirilirken, bugünkü İslamcıların himaye edildiğini ve bugünlere böyle
gelindiğini hiç düşünmedik...
Deniz Gezmiş’lerin, Mahir Çayan’ların memleketin
sorunlarının çözümünü sosyalist ekonomide gördüklerini, nihai hedeflerinin “sosyalist
bir toplum” olduğunu anlamak yerine, siyasi çizgileriyle hiç alakaları olmadığı
halde, onları sahiplenip siyasi rant devşirmeyi tercih eden CHP’ye ve sözde sol
görünen partilere karşı sesimizi çıkartmadık, hatta alkışladık...
*
“Sosyalist solun”, Atatürk’le hiçbir sorunu olmadığını,
tersine, Atatürk’ü, mazlum milletlerin emperyalizme karşı verdikleri savaşların
ilkini başarıyla gerçekleştiren büyük bir önder olarak gördüğü, ona, hilafet ve
saltanata son vererek, milletin egemenliğini amaçladığı, feodal ve ümmetçi yapıyı
ortadan kaldırıp modern bir toplum oluşturmaya çalıştığı için derin bir saygı
duyduğunu görmezden geldik...
O solun bugün, artık Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin “kapitalist
sitem” dışına taşınıp haktan yana tercihlerle donatılması gerektiğini
söylediğini duymak istemedik...
Ve nihayet bütün bunlar yaşanınca da Atatürk’e ve bayrağa kim
sahip çıkıyor, kim çıkmıyor “şekilci ikilemi” arasına sıkışıp kaldık...
*
Atatürk’ün ilkelerinin temeli olan “Cumhuriyet”’in altı
oyulurken, demokrasicilik oynamaya devam eden ana muhalefeti solcu zannetmeye
devam ettik...
Atatürk’ün, anti-emperyalist “milliyetçilik” ilkesini,
kafatasçılık noktasına taşıyan, ama aslında emperyalistlerin işbirlikçisi olan
sahte milliyetçilere prim verdik...
Devletçilik ilkesi, bütün kamu iktisadi kuruluşları, yok
pahasına satılarak talan edilirken seyreden ve hatta, iktidara gelirlerse
özelleştirme yapıp bu kuruluşları satacaklarını söyleyenleri, AKP’den daha çok
Atatürk ve bayrak dedikleri için, Atatürkçü zannettik...
Laiklik ilkesinin dilim dilim ortadan kaldırılmasına
gıkımızı çıkartmadık, AKP bunu yaparken, onu taklit etmeye çalışan, çarşafa rozet takanları “sol” sanmaya devam
edip, Atatürkçülük ve Cumhuriyet adına umut görme zaafından kurtulamadık...
Halkçılık ve inkılapçılık ilkelerini çoktan bir kenara koyup
adlarını bile anmadık...
Kim daha çok Atatürk “diyorsa”, bayrak “sallıyorsa” onları, “Atatürkçü”
kabul ettik...
*
Bu dar alana o kadar sıkıştık kaldık ki; bütün bunların
artık yetmediğini, dünyanın ve dengelerin zaman içinde çok değiştiğini, kapitalist
sistemin ömrünü doldurduğunu, dolayısıyla bu ilkelerin de içinde bulunulan zamana
göre yeniden değerlendirilmesi ve Cumhuriyetin içinin, halkın refahı için uygulanacak,
radikal ve sosyal ekonomik politikalar ve sistemler ile yeniden doldurulması
gerektiğini konuşmakta geç bile kalındığını fark edemedik; bunu konuşmaya
çalışanları “ihanetle” suçlamakta beis görmedik...
Ve şimdi...
AKP de Atatürk demeye başlayınca, bu defa da “kim gerçek
Atatürkçü”, “kim samimi, kim samimi değil” tartışmalarına başladık...
Gerçek sorunları, bunların nereden kaynaklandığını ve kalıcı
çözüm yollarını tartışmaktan yine uzaklaştık...
Bir gün bunları tartışabilmeyi, yine iyi dileklere
bıraktık...
M.T.T