28 Haziran 2014 Cumartesi

Vizyondaki Komedi...

Cumhurbaşkanlığı için aday belirleme süresinin dolmasına az bir süre kaldı...
CHP, genel başkanlarının “risk alarak” tek başına belirlediği Ekmeleddin İhsanoğlu için imza vermeye devam ediyor...
Gözler, hala imza vermeyen milletvekillerine çevriliyor, ama kayda değer bir hareket olmadığı görülüyor...
Anca, çıkıp Ulusal kanal ekranlarında bolca konuşuluyor...
Laf var icraat yok...
Olmaz ve olamazda zaten...
*
Bu vekillerden birisi olan CHP Eskişehir milletvekili Süheyl Batum, cumhurbaşkanlığı adayı ile ilgili olarak, TBMM başkanlığına bir dilekçe ile başvurmuş...
Şöyle diyor: “10 Ağustos 2014 günü 1. turu yapılacak olan 12. Cumhurbaşkanlığı seçimi için önerdiğimiz aday Emine Ülker Tarhan olmalıdır”...
Bu dilekçeyi yazan milletvekili, bir Anayasa profesörü...
Ama “Önerdiğimiz aday şu olmalıdır” diyor...
Allah aşkına, bu ne demek?
Siz bu dilekçede bir aday mı öneriyorsunuz, yoksa “önerdiğimiz aday” bu olmalıdır diyerek, partinizi mi eleştiriyorsunuz?
Ya da önerinizden, önerdiğiniz adayın bile haberi olmadığına göre kendinize göre bir şov mu yapıyorsunuz?
Hiçbir şey ifade etmeyen bir dilekçe...
Lakin üzerinde konuşan o kadar çok yorum yapan var ki...
Bu tablo, ülkemin hep laf üretilmesi nedeniyle bugünlere geldiğini bir kez daha ortaya koyuyor...
*
Manzara o ki, CHP içinde mızırdanıp duran milletvekillerinden hiç birisi, ortaya çıkıp da açıkça adayım şudur ve bunun için diğer 19 arkadaşımı da imza vermeye davet ediyorum diyemeyecek...
Bu korkunun nedeni,  eğer genel merkezle ters düşerlerse bir dahaki seçimde milletvekili olamayacakları ise bilmelidirler ki, zaten sinerek vekil olma vasıflarını onları seçenler nezdinde şimdiden kaybetmişlerdir...
Kaldı ki, bir aday çıkartmak için tavır alsalar da almasalar da değişen yeni CHP içinde bundan sonra zaten olamayacakları da gün gibi ortadadır...
Bunlardan ne köy olur ne kasaba...
*
Geriye tek yol kalıyor...
Su akacak yolunu bulacak, halk kendi geleceğine sahip çıkana kadar bu komedi ve versiyonları vizyonda kalacak...

Mustafa Tuğrul Turhan



23 Haziran 2014 Pazartesi

Paranoya...

Şunun şurasında cumhurbaşkanlığı seçimine sayılı günler kaldı...
Parlamentoda grubu bulunan muhalefet partilerinden CHP ve MHP ortak cumhurbaşkanı adayı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu ismini açıkladı...
BDP büyük olasılıkla eş genel başkan Selahattin Demirtaş’ı aday gösterecek...
AKP’nin adayı henüz belli değilse de Başbakan Recep Tayip Erdoğan olması kuvvetli olasılık...
*
CHP ve MHP’nin ayrı adaylar çıkartmayıp, Erdoğan’ın aday olacağı hesabıyla ortak bir isim üzerinde uzlaşmaları, ilk bakışta çok akılcı bir hamle olarak görülse de işin aslı pek de öyle değil...
Ortak aday çıkartılması her şeyden önce, bu iki partinin kendi adaylarını çıkartmaları halinde seçimi kazanacaklarına dair küçük de olsa umutlarının olmadığının bir göstergesi...
Bu nedenledir ki, mantıklı ve akılcı gibi görünse de aslında AKP ve Erdoğan’a karşı duyulan kompleks psikolojisinin bir ürünü...
*
Bu psikoloji, sadece parti yönetimlerine değil, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasına şiddetle karşı çıkan toplumun belli bir kesimine de hakim...
Parti organlarında görüşülmeden iki genel başkan tarafından mutabık kalınan Ekmeleddin ismi açıklanır açıklanmaz, MHP’den hiç ses çıkmaması, CHP içinde bir iki sızlanma dışında kayda değer bir itiraz olmaması ve her iki partiye oy veren büyük çoğunluğun, adayın kim olduğu, ne olduğuyla bile ilgilenmeden, “aman Tayyip Erdoğan olmasında kim olursa olsun”  yaklaşımı içine girmesi bu psikolojinin en somut göstergesi...
Kısacası cumhurbaşkanlığı seçimi, sanki her şeyin sonuymuş gibi “aman Tayyip olmasına” kilitlenmiş durumda...
Sanki AKP’nin başında ve aktif başbakanlık makamındaki Erdoğan, pasif cumhurbaşkanlığı makamındaki Erdoğan’dan daha az tehlikeli...
Aman ha cumhurbaşkanı olmasın...
Tam bir paranoya...
*
Oysa mevcut Anayasamızın 104. Maddesinde yazılı olan cumhurbaşkanının yetkileri dikkatle incelendiğinde, çoğunun sembolik ve pratikte uygulanabilirliğinin tartışmalı olduğu görülür...
Yasama ile ilgili yetkileri, esasen veto ve Anayasa Mahkemesinde dava açmakla sınırlı...
Mesela, bu bölümde her ne kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar vermek ifadesi yer almaktaysa da, bu yetkinin durup dururken kullanılamayacağı, uygun koşulların olması gerektiği gün gibi ortada...
Meşru olarak yapılan seçimlerden sonra oluşan bir parlamentonun yenilenmesini,  hiçbir geçerli gerekçesi olmadan bir cumhurbaşkanı nasıl isteyebilir?
Neymiş? Erdoğan seçilirse Bakanlar Kuruluna başkanlık eder fiilen başkanlık yaparmış...
Anılan Anayasa maddesinin yürütmeye ilişkin yetkilerin belirtildiği bölümünde, “gerekli gördüğü hallerde bakanlar kuruluna başkanlık etmek veya başkanlığında toplantıya çağırmak” denilmekte olup, bu yetkinin de somut bir gerekçesi olmaksızın iki de bir kullanılmasının mümkün olmayacağı çok açık...
*
Kaldı ki, Erdoğan, AKP’nin en güçlü olduğu dönemlerde bile, başkanlık sitemine geçmek için gerekli olan Anayasa değişikliğini sağlayamamışken, partisi ile bağlarını şeklen de olsa koparacağı ve sistem içinde artık bir başkasının başbakan olacağı ortamda bunu nasıl gerçekleştirebilecek?..
Şimdi bunu yapabilmesi çok daha zor!..
Özal cumhurbaşkanlığına çıkınca yerine bıraktığı Yıldırım Akbulut ile bir süre sonra ters düşmedi mi, partisine ne kadar hakim oldu, Mesut Yılmaz’ın genel başkan seçilmesini engelleyebildi mi?
Süleyman Demirel, cumhurbaşkanlığına gittikten sonra yerine bıraktığı Çiller ile ne kadar uyumlu oldu, partisi ikiye bölünmedi mi?
Ecevit ve zamanın iktidar ortakları, dışarıdan bulup getirdikleri Ahmet Necdet Sezer ile sürtüşmedi mi?
O halde, “aman Tayyip olmasın da kim olursa olsun” demek niye?..
*
Kim bilir, belki de Erdoğan’ın pasif cumhurbaşkanlığına seçilmesi ülke için daha hayırlı olacak...
Belki, Erdoğan bunu başkanlık hırsıyla değil de, sağlık sorunları nedeniyle istiyor...
Olamaz mı?
*
Diyelim ki, cumhurbaşkanlığına aday olmaktan vazgeçti veya oldu da seçilemedi, CHP ve MHP’nin ortak adayı kazandı...
Ne olacak?
Eğer daha erkene alınmazsa, önümüzdeki yıl yapılacak olan genel seçimlere CHP ve MHP ayrı partiler olarak girdiklerinde, bu seçimlerden AKP yine birinci parti çıkarsa, ortak gösterdikleri adayın cumhurbaşkanı seçilmesi ne kadar önem arz edecek...
Erdoğan, başbakanlık yaptığı sürece ne fark edecek?
Erdoğan, Atatürkçülerin yere göğe sığdıramadığı Ahmet Necdet Sezer zamanında en şaşalı yükseliş devrini yaşamadı mı?..
O dönemde bir kaç kanunun veto edilmesinden öte neye engel olunabilindi...
AKP hızla kadrolaşmadı mı? İstediği yasaları çıkartmadı mı?
Öyleyse, Ekmeleddin İhsanoğlu mevcut yetkilerle neyi ne kadar engelleyebilecek?
*
Soruların yanıtları çok açık ve net...
Demek ki, cumhurbaşkanlığı seçimi, her şeyin sonu olmadığı gibi, “aman Tayyip olmasında kim olursa olsun” ikilemi içinde ele alınacak bir mesele değil...
O halde, “kırk katır mı, kırk satır mı” havası yaratılarak, insanların özgür iradelerine baskı kurulmasının da anlamı yok...
Mesele bir bütün olarak iktidarın kazanılması...
Palyatif tedbirler ile AKP’yi geriletmeye çalışırken, korku psikozuyla ilkelerden taviz vermek ülkeyi daha da karanlığa götürmek değil mi?

Mustafa Tuğrul Turhan







18 Haziran 2014 Çarşamba

Kerhen!..

Kerhen, ne kadar da güzel bir sözcüktür...
Anlamı, istemeden, sevmeden, gönülsüz, mecburiyetten demektir...
Bir kişiye istemeden destek verildiğinde, “kerhen” destekledim, bir iş mecburiyet karşısında yapıldığında “kerhen” yaptım denilir...
Kerhen desteklenen kişi ve yapılan iş canı gönülden savunulup, sahiplenilmez...
*
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun geçmişine bakıldığında CHP tarafından önerilmesi akıl alacak bir iş olmadığından, genel başkanları arkasında dursa da bu partinin üyelerinin ve sempazitanlarının bu isme destek verseler bile “kerhen” vermeleri ve destek vermeyenlere de saygı duymaları gerekir...
Bunun böyle olması eşyanın tabiatıdır...
*
Hal böyle iken kimi CHP’lilerin, sanki kırk yıllık bir CHP’li veya CHP ve MHP tabanına hitap edecek ulusalcılığı ön planda olan bir isim açıklanmış da, birileri durup dururken eleştiriyormuş gibi hemen Ekmeleddin beyefendiyi benimseyip, karşı çıkanları neredeyse Tayyip Erdoğan yanlısı ilan etme çabaları çok ilginçtir...
Gösterilen adayın İslamcı kimliği ortadayken görmezden gelmektir...
Kraldan çok kralcılıktır...
*
Ekmeledddin beyefendiye karşı olduğunu açıklayanlara “e o zaman üzerinde anlaşılacak bir isim söyle” diyorlar...
Sanki o an hemen bir başka isim söyleyemezseniz, eleştiremez ve karşı da çıkamazsınız dercesine sıkıştırıyorlar...
*
Aslında bu yaptıkları, kendi vicdanlarını rahatlatma çabasıdır...
Yanlış olduğunu bildikleri bir işi tartışmaktan kaçmaktır...
*
O zaman yapmaları gereken karşı çıkanlara kızıp neredeyse hain ilan etmek değil, susmaktır...
Kerhen desteklemek ne gerektiriyorsa öyle davranmaktır...
Bundan ötesi, yanlışı bir başkasına da kabul ettirmek girişimi olur ki, saygı duyulacak hiçbir tarafı yoktur...

Mustafa Tuğrul Turhan







17 Haziran 2014 Salı

Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Kariyeri Dedikleri...

CHP ve MHP’nin ortak cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun kariyerinin zirvesi olarak, İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreterliği yapmış olması gösteriliyor...
Peki, nedir bu İslam İşbirliği Teşkilatı?
Üyeleri kimlerdir?
Ve orada genel sekreterlik yapmak ne ifade etmektedir?
*
Dış İşleri bakanlığının resmi web sayfasında örgütün amacının, “İslam dünyasının hak ve çıkarlarını korumak, üye devletler arasında işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmek.” Olduğu belirtiliyor...
Örgüt, 1967 Arap - İsrail Savaşı ve daha sonraları Kudüs’teki Al-Aksa Camii’nin kundaklanması üzerine, 1969 yılı Eylül ayında, Fas’ın başkenti Rabat’ta toplanan İslam Zirve Konferansında kuruluyor...
Türkiye bu toplantıya laik bir cumhuriyet olduğu gerekçesiyle resmen katılmıyor...
Örgütün Kurucu Andlaşması, Cidde de yapılan Dış İşleri Bakanları İslam Konferansında 1972 yılında kabul ediliyor...
Türkiye örgüte 1976 yılında üye oluyor...
2008 yılında kabul edilen İslam Kurtuluş Örgütü Şartı 1972 tarihli Kurucu Andlaşmanın yerini alıyor...
Dışişleri Bakanlarının otuz sekizinci toplantısında alınan karar gereğince örgütün ismi, İslam İşbirliği Teşkilatı olarak değiştiriliyor...
Türkiye, o yıl bu şartı Dış İşleri bakanı Ali babacan ile imzalıyor; ancak bu şart halen onaylanmayı bekliyor...
Bu durumda Türkiye’nin örgüte üyeliği de hukuken tartışmalı durumda bulunuyor...
*
Örgütün üyeleri halen, Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Brunei, Burkina-Faso, Cezayir, Cibuti, Çad, Endonezya, Fas, Fildişi Sahili, Filistin, Gabon, Gambiya, Gine, Gine Bissau, Guyana, Irak, İran, Kamerun, Katar, Kazakistan, Kırgızistan, Kornorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Maldivler, Malezya, Mali, Mısır, Moritanya, Mozambik, Nijer, Nijerya, Özbekistan, Pakistan, Senegal, Sierra Leone, Somali, Sudan, Surinam, Suudi Arabistan, Tacikistan, Togo, Tunus, Türkmenistan, Uganda, Umman, Ürdün, Yemen ve  Suriye’den oluşuyor...
Suriye’nin üyeliği 14-15 Ağustos tarihlerinde düzenlenen IV. Olağanüstü İTT Zirvesi’nde askıya alınıyor... 
*
Üye ülkelere şöyle bir bakıldığında, Türkiye’nin ekonomik ve ticari anlamda kayda değer bir işbirliği içinde olduğu bir ülke görülmüyor...
Zaten üye ülkelerin çoğunluğu, sosyoekonomik açıdan oldukça geri durumda bulunuyor...
*
En önemlisi, örgütün amacı doğrultusunda yani, “İslam dünyasının hak ve çıkarlarını korumak, üye devletler arasında işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmek.” Yönünde ciddi çalışmalar içinde olduğunu söylemek de imkansız görünüyor...
İslam İşbirliği Teşkilatı, Afganistan ve Irak Amerika tarafından işgal edilirken, Libya’ya uluslar arası operasyon düzenlenirken,  Mısır ve Tunus’da dış kaynaklı iç çatışmalar yaşanırken gıkını çıkartmıyor...
Bugünkü haliyle, daha çok Suudi Arabistan’ın uluslar arası ilişkilerinde kullandığı bir Suudi Arabistan fan kulübü olmaktan öteye gidemiyor...
*
CHP ve MHP’nin cumhurbaşkanı adayı gösterdiği Ekmeleddin İhsanoğlu işte bu pasif ve etkisiz örgütün, Libya bombalanırken, Mısır ve Tunus’ta dış kaynaklı operasyonlar düzenlenirken 2004 ile 2014 yılları arasında AKP’nin desteğiyle Genel Sekreterliğini yapıyor...
Ne örgütün ne de Ekmeleddin bey’in sesi sedası duyulmuyor...
*
Başka ne var?
Kimya Profesörü?
1984 yılında Kimya Doçentiyken İslam tarihi araştırmaları yapıyor diye Kültür ve Bilim Tarihi Profesörü yapılıp, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde YÖK'ün kurdurduğu "Bilim Tarihi Bölümü" başkanlığına atanıyor...
*
Kariyer kariyer dedikleri işte bu...
Şimdiye İslam İşbirliği Teşkilatının genel sekreterliğini yapan diğer isimleri Türkiye kamuoyu ne kadar biliyorsa, Ekmeleddin bey’i de diğer İslam Ülkelerinin kamuoyu o kadar biliyor...
Ama bizim malum medyaya baksan, sanki Nato Genel Sekreteri...
Hiç kariyer görmesek yutturacaklar...
Vatana ve millete hayırlı olsun...
Zaten bir eksiğimiz kariyerdi...
Onu da bulduk ya, kim tutar bizi...
Bu kariyerde bir cumhurbaşkanıyla artık İslam dünyasının lideri oluruz...
Kim bilir, bakarsın Halifeliği bile hortlatırız...

Mustafa Tuğrul Turhan









16 Haziran 2014 Pazartesi

İkibin Mantığı...

Siyaset yapanların önemli bir bölümünün çapsızlığı yolsuzluğa bulaşması nedeniyle bu ülkede siyasetçiye pek de iyi gözle bakılmıyor artık...
Gerek bu nedenle ve gerekse kendi partisince gösterilecek bir adayın seçimi kazanmasının neredeyse imkansız olduğunu gören kimileri, yeni seçilecek cumhurbaşkanının “siyasetçi” olmaması gerektiğini söylüyor...
Lakin devlet yönetimi, en azından kötü siyasetçilerle mücadele edebilecek kadar da olsa siyasetin raconunu bilmeyi gerektiriyor...
*
Hatırlayın ikibin yılını 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in görev süresi uzatılmamış, parlamentoda grubu bulunan partiler bir türlü cumhurbaşkanı adayı bulup çıkartamamış, meclis kendi içinden belli bir isim üzerinde uzlaşamamış ve benim adayım olmayacaksa onun ki de olmasın mantığıyla hareket edilerek, yüz sene düşünülse akla gelmeyecek bir isim olan Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer üzerinde mutabakat sağlanmış ve Sezer, rüyasında görse inanamayacağı makama oturtulmuştu...
Ve sonunda Sezer, kendisini öneren ve o makama oturtan başbakana Anayasa kitapçığını fırlatmış, zaten pamuk ipliğine bağlı ekonomik kriz siyasi krize dönüşmüş, erken seçime gidilmiş ve AKP tek başına iktidar olmuştu...
Sezer’in icraatları da kırmızı ışıkta durmak, gönderilen görevden alma kararnamelerini imzalayıp yerine yapılan atamaları imzalamamak gibi özünde hiçbir mana ifade etmeyen işler yapmaktan öteye gitmemiş, AKP vekalet atamalarla devlette kadrolaşmış, veto edilse de ikinci kez göndermek suretiyle istediği yasayı da çıkartmıştı...
Oysa olması gereken parlamentonun kendi içinden bir isimi cumhurbaşkanı yapmasıydı...
Dolayısıyla Sezer’in cumhurbaşkanı yapılması, aslında parlamentonun kendi varlığını reddetmesi demekti...
*
Şimdi cumhurbaşkanını halk seçecek...
Ama işin özünde değişen pek bir şey yok aslında...
Çünkü seçilecek cumhurbaşkanını mecliste grubu bulunan partilerden en az 20 milletvekili önerecek...
Halk, siyasi partilerin önerdiği adayı o makama getirecek...
*
İşte CHP ve MHP “çatı adayı” dedikleri ismi açıkladı...
İslam İşbirliği Teşkilatını eski başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu...
Bu ismin, cemaat ve ABD’nin de desteklediği bir isim olup olmadığı, kesin aday olup olmayacağı ve kazanıp kazanamayacağı ayrı konu...
Ama aday tayinindeki mantık yine “ikibin” mantığı...
Benim adayım tek başına seçimi kazanamayacaksa, onun ki de olmasın, siyaset dışından birisi olsun...
Tayyip Erdoğan olmasın da kim olursa olsun...
Kısacası, on dört yıl sonra tarih tekerrür etti...
Hem öyle etti ki, bu defa AKP adayının karşısına çıkartılacak ismin AKP tabanından da oy alması için İslam dünyasına yakın bir isim bulunup çıkartıldı...
Oysa tarih, eğer hatalar tekrar edilmezse tekerrür etmez...
Aynı hatalar yapılınca tarihin tekerrür etmesi de elbette tarihin değil, o hataları yapanların suçudur...
*
CHP ve MHP’nin, siyaset üstü ve de özellikle İslam dünyasına yakın bir isim üzerinde uzlaşı araması, AKP’ye karşı duydukları kompleksin olduğu kadar, kendi içlerinden bir adam çıkartamayacak kadar yetersiz olduklarının da göstergesidir...
Siyaset üstü bir ismin, cumhurbaşkanı seçilse bile güçlü bir iktidar partisi ve onun başbakanına karşı duruşunun ne olacağı çok tartışmalı değil midir?
Bu durum, Sezer ve AKP ile onun başbakanı R. Tayyip Erdoğan ilişkisinde açıkça görülmemiş midir?
*
Elbette zaman her şeyi çok net bir şekilde gösterecektir...
Lakin İslamcılara yakın bir ismi öneren CHP’nin bunun bedelini ödeyeceğini söylemek kehanet olmasa gerektir...
CHP, Tayyip Erdoğan’ın, cemaat ile işbirliği içinde hareket ettiği iddiasını adeta doğrulayan bir siyaset izlemektedir...
Ekmeleddin İhsanoğlu isminin, aday açıklanmadan önce defalarca telaffuz edilen ilkelerle, özellikle de  “herkesi kucaklayan” ifadesiyle örtüştüğünü söylemenin inandırıcı hiçbir yanının olmadığı ortadadır...
CHP bunu, herkesten önce tabanına ve hatta kendi içinde birçok milletvekiline anlatamayacaktır...
Sağa kaymayı siyaset yapmak sanan CHP yönetimi, sonunda İslam dünyasına yakın bir ismi önererek duvara toslamıştır...
Unutulmamalıdır ki, bir şeyin aslı varken taklidine itibar edilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır...

Mustafa Tuğrul Turhan










15 Haziran 2014 Pazar

Robotlar...

Silah üreten ülkeleri biliyoruz...
Eski sömürgeciler, yeni emperyalistler...
Başta dünyanın jandarması Amerika ve pay ortağı İngiltere...
*
Bir yandan;
Ağızlarını her açtıklarında barıştan söz ediyorlar...
Irak’a kimyasal silahın var insanlık için büyük tehlike, biz barıştan yanayız diye giriyorlar...
Libya’ya aynı teraneyle müdahale ediyorlar...
Tıpkı geçmişte Vietnam’a, Afganistan’a yaptıkları gibi...
*
Bir yandan da;
Savunma için değil, ticaretini yapmak için silah üretiyorlar...
O silahlar satmak için dünyanın her tarafından etnik kökenleri, mezhepleri, ulusları ayrıştırıp çatışmalar savaşlar çıkartıyorlar...
İnsanlık suçu işliyorlar...
*
Düne kadar adı sanı bilinmeyen örgütler türüyor bir anda dünyanın dört bir yanında...
Al sana İŞİD...
Ayranları yok içmeye, ellerinde milyon dolarlık silahlar...
Kah orayı burayı basıp ganimet toplayarak, kah savaşmalarından menfaat sağlayan ülkelerden destek alarak silahların parasını ödüyorlar...
Emperyalist silah tüccarlarına çalışıyorlar...
İnsanlık suçuna ortak oluyorlar...
*
Sorsan, Müslümanlar...
Ve barış için savaşıyorlar...
Ama ne Müslümanlığı, ne de barışı biliyorlar...
Kafir dediklerinin kuklası olmuş robotlar...


Mustafa Tuğrul Turhan

8 Haziran 2014 Pazar

Güvercin ve İnsan...

Karşı binayla aramızda az sayılmayacak bir mesafe olsa da dairelerimiz birbirini görüyor...
Çaprazımızda oturan iki bekar gençten bizim binadaki çoğu komşumuz rahatsızlar...
Pencerelerinde perde yok, evin içi olduğu gibi görünüyor, sabahtan akşama kadar yarı bellerine kadar dışarılara kadar sarkıp yüksek sesle telefonla konuşuyorlar filan...
Ben de görüyorum zaman zaman durum aynen  böyle, etrafı umursamaz haldeler, rahatlar adamlar...
*
Bu gençlerden biri, geçen sabah penceren el kol sallayıp net anlaşılamayan sözler söyleyerek bir yeri işaret ediyor ve bu durum balkonda bulunan kızımın dikkatini çekiyor...
Önce, her zamanki gibi telefonla konuşuyorlardır diye ilgilenmiyor, ama aynı hareketleri ısrarla yapılınca dönüp ne dediklerini anlamaya çalışıyor...
Bunun üzerine karşıdakiler, kızımın görüş alanı dışında kalan bitişiğimizdeki daireyi göstermeye çalışıp “ölecek, ölecek” diye sesleniyor...
Kızım, ne olduğunu tam anlamasa da olağandışı bir durum olduğunu fark ediyor ve koşup, bitişiğimizdeki o dairede oturan bekar gencin kapısını çalıyor...
*
Az sonra içeriden tıkırtılar duyuluyor ama kapı açılmıyor...
Bir daha bir daha çalıyor...
Sonunda ev sahibi değil ama bir başka genç delikanlı kapıyı açıyor...
Kızım, bir çırpıda anlatıyor karşıdan işaret edilerek, “ölecek ölecek” diye seslenenler olduğunu...
O sırada muhtemelen kapıda yapılan bu konuşmanın seslerine uyanan komşumuz olan genç ve bir başka arkadaşı daha geliyor içeriden uykulu gözlerle...
*
Ne olduğunu anlamak için hep birlikte balkona seyirttiklerinde görüyorlar onu...
Kuşların girmesini önlemek için balkona gerilmiş olan ağa takılmış, kurtulmak için çırpınıp duruyor zavallı güvercin...
Gençlerden biri ikisi tutmakta tereddüt edince, kızım ben tutarım diyor; çırpınarak kendisini daha fazla yormasını önlemek ve ayaklarını dolandığı ağdan kurtarmak için kanatlarını yakalıyor...
Ne var ki, o kaçıp kurtulmaya çalıştıkça ağ kat kat dolanmış ayaklarına, adeta düğüm olmuş, bir türlü açılmıyor...
Bıçakla deniyorlar, ağ naylon ipten olduğu için kesilmiyor; ayrıca güvercinin narin ayaklarına da zarar verme ihtimali kuvvetli olduğundan bu yöntemden vazgeçiliyor...
Bizim evden makas alınıyor ve bu esnada kurtarma operasyonuna eşim de katılıyor...
Makasta işe yaramayınca eşim, kanadı tutularak çırpınması önlenen güvercinin ayaklarına dolanan ağı, sabırla dakikalarca uğraşıp çözüyor...
Gözleri korku dolu güvercin artık serbest, kurtaranlar seviniyor...
Karşıdakiler de mutlu, bu defa el kol hareketleriyle kutlama işaretleri yapıyor...
*
Ancak bu tablo uzun sürmüyor...
Çünkü kurtarılan güvercin ne yazık ki, uçamıyor...
Yere bıraktıklarında düşüyor, kalkamıyor...
Kanatlarını çırpıyor çırpıyor bir türlü havalanamıyor...
Operasyona katılanlar üzgün, aynı anda hepsi birden tüh geç kaldık diyor...
Bitişik komşumuz bekar genç, hayır böyle bitmemeli, bir çaresi olmalı diyor...
Güvercini kaptığı gibi veterinere koşuyor...
*
Haberi akşam alıyoruz ki, o güvercinin ağa dolanan ayakları kırılmış, şimdi sargıya alınmış on beş gün kadar klinikte kalacak ve sonra özgür olacak, yani o emin ellerde ve yaşıyor...
Bir can daha kurtuluyor...
*
Belki şimdi birileri içinden, insan canının kıymetinin olmadığı bu ülkede nelerle uğraşanlar var deyip gülüyordur...
Lakin can candır; sevgi de sevgi...
Hayvan ve insan sevgisi bir bütündür...
Önemli olan yaşama hakkının bütün canlılar için vazgeçilmez öncelikte olduğuna saygı duymaktır...
Ve tabi insanlar hakkında ön yargılı olmamak ve uzaktan bakıp birkaç davranışına göre karar vermemek de en az bu kadar önemlidir...
*
Güvercin kurtarma operasyonu bize bunu bir kez daha öğretmiştir...
Karşı binadan komşumuz bekar gençlerin, o güvercini ağda çırpınırken gördükten sonra haber vermek için çırpınışları, bir anda haklarındaki kanaati değiştirmeye yetmiştir...
Hülasa, hem güvercin kurtulmuş, hem de insanlık kazanmıştır...

Mustafa Tuğrul Turhan







6 Haziran 2014 Cuma

İş Buralara Varırken Nerelerdeydiniz?

Çayyolu’na son bir yıl içinde on beşin üzerinde özel okul açıldı, kimse ne oluyor demedi, hatta alkış tuttu...
Çünkü bölgenin sosyoekonomik yapısı bu okulları bağrına basmaya çok müsaitti...
Zaten açılmalarının esbabı mucibesi de buradaydı...
Sermaye, bir taraftan Çayyolu’ndaki hızlı yapılaşma ve yoğunluk artışını, diğer taraftan da hükümetin dershaneleri kapatma yönündeki kararını dikkate almış ve bunun sonucu olarak da özel okullar bölgede mantar gibi çoğalmıştı...
*
Oysa ülke Çayyolu’ndan ibaret değildi...
Herkesin çocuklarını özel okullara göndermesine olanak yoktu...
Yıllık on beş, yirmi binlerden başlayan ücretleri ancak belli bir gelir düzeyine sahip olanlar ödeyebilirdi...
Ya ödeyemeyenler...
Onların çocukları ne olacaktı?
Can alıcı soru buydu, ama kimseler bunun üzerinde durmuyordu...
*
Lafa geldiğinde, haktan hukuktan özgürlükten yana olmak kolaydı...
İş kendi çocuklarına geldiğinde, herkes benimki farklı olsun, ayrıcalıklı olsun istiyordu...
Gerçek buydu...
Ve tesadüf olsa gerek (!) kimi özel okulların reklam sloganları da böyleydi...
Ayrıcalıklı, farklı ve gözü yükseklerde olanlar, şeklindeydi...
*
Kaderin cilvesine bakın ki, Çayyolu bölgesinde oturanların çoğunluğu kendisini sosyal demokrat, hatta daha da ötesinde görenlerdi; ama özel okulların en fazla rağbet gördüğü yer de bu bölgeydi...
Çünkü aslında kazın ayağı göründüğü gibi değildi...
Gemisini kurtaran kaptandı...
*
İşte aslında birileri fark etmese de AKP’nin eğitim politikası da bu çelişkiden yararlanarak yol alıyordu...
Parası olanlar, çocuklarını özel okullara gönderiyor; özel okullar, görünüşte kendi içinde dinci, Atatürkçü olarak guruplaşıyor, esasta sermaye para kazanıyordu...
Parası olmayıp da gelecek vadedenler uzundur cemaatin kontrolündeydi, geriye kalanlarda devlet okullarında kaderine mahkum oluyordu...
Nihayet belirli bir kesimin çoktandır elini çektiği devlet okulları, giderek AKP’nin “dindar nesiller” yetiştirme hevesinin esiri olup, imam hatiplere dönüştürüldü...
Bu dönüşüm ülkeyi örümcek ağı gibi sardı...
Eğitim- Sen gibi meslek kuruluşlarının haykırışları duyulmadı, ateş düştüğü yeri yaktı...
*
AKP ve özellikle de Tayyip Erdoğan, cemaatle kapışınca dershanelerin yanı sıra onların okullarını da hedef aldı ve seçim öncesinde kitlelere, “AK Parti davasına gönül vermişlere sesleniyorum siz de gelin devletin okulları bize yeter başka bir şey istemiyoruz deyin."diye seslendi...
Bu çağrı, sayıları oldukça fazla olan yoksul kesimlerde yankı buldu...
Seçimleri AKP’nin kazanmasında da etkili oldu...
Çocuklarını paralı okullara gönderme olanağına sahip olanlarsa bunu fark bile etmedi...
Çayyolu da bu kategorideydi...
*
Şimdi Avni Akyol ilköğretim okulunun bir bölümü imam hatip statüsüne alınacak diye kıyametler koparılmaya kalkılıyor...
Neden?
Çayyolu bu ülkenin bir parçası değil mi?
Bütün ülkede olabilir de burada olamaz mı?
*
Çayyolu'nda, özel okul enflasyonu yaşanıp da gariban halk çocukları devlet okullarında okumaya mahkum edilirken, fırsat eşitliği ayaklar altına alınırken ve nihayet, devlet okulları AKP’nin insafına ve dindar nesiller yetiştirme politikasına terk edilirken seslerini çıkartmayıp özel okullara alkış tutanlar, önce oturup nerede yanlış yaptıklarını sorgulamalı...
Sonra da “dün iş buralara varırken nerelerdeydiniz” sorusuna “makul ve mantıklı” bir cevap vermeli...

Mustafa Tuğrul Turhan