23 Nisan 2017 Pazar



DEDEMİN DÜKKANI...

Bizim çocukluğumuzda yaz tatili demek, daha çok memleket ziyareti demekti; ya da bizim için öyleydi. Babam iznini aldığında çoğunlukla Niksar’ın yolunu tutardık.

Dedem sağdı ve onun evinde kalırdık. Evin önünden geçen yolun hemen alt kısmından  akan Çanakçı ırmağının kenarı en sevdiğim yerdi. Orada eşeğe biner, ırmağa taş atar saatlerce oynardım.

Sabahları ben uyandığımda dedem çoktan dükkanına gitmiş olur, akşam üzeri dükkandan dönünce de yemeğini yer ve odasına çekilirdi. Aynı evde kalsak da yüzünü çok ender görürdüm. Bu, her gün böyleydi. Ne zaman sorsam, dedem ya dükkana gitmiş, ya da dükkandan gelip istirahata çekilmiş olurdu.

Deden dükkana gitti. Deden dükkandan geldi. En sık duyduğum cümlelerdi. Bu sözleri dinledikçe, çok merak ederdim dedemin dükkanını; bu hiç aksatmadan sabah erkenden gidip açtığı ve akşama kadar durduğu dükkanda ne satardı, ne iş yapardı? Kimselere sormaz, ama merak ederdim.
*
Bir gün yataktan kalktığımda babam, beni dedemin dükkanına götüreceğini söylediğinde  sevinçten deliye dönmüştüm. O çok merak ettiğim dedemin dükkanını nihayet görecektim.

Dedemim son derece düzenli gidiş gelişenden o dükkanın çok yoğun bir iş yeri olduğunu tahmin ediyordum.

Fakat dükkana girdikten kısa bir süre sonra bu tahminimde yanıldığımı anlamış ve büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Dükkan denilen, sekiz, bilemedin on metrekare yerin, masif ahşap, oymalı ve üzerinde tomağı olan iki kanat kapısı, içeri doğru açıldığından mekan olduğundan daha küçük görünüyordu. Etrafta,  bir iki telis çuval içinde keçiboynuzu, iğde, nohut, pirinç gibi malzemeler, duvarlarda ise birkaç boş heybe asılıydı.

Uzun sayılacak bir süre dedemin yanında Karadeniz işi küçük oturaklarda oturmamıza rağmen ne gelen olmuştu, ne giden. Kafamda canlandırdığımın tam tersine çok sakindi.

Peki, o halde dedem burayı neden bu kadar önemsiyor ve şaşılacak bir disiplin içinde gidip geliyordu? Bunu, üzüleceklerini düşünerek, ne dedemin kendisine, ne de babama soramamıştım.

Ama bu sorunun cevabını yıllar sonra kendim bulmuştum. Siyasi nedenlerle çok erken yaşta emekli olmaya zorlanıp da, derin bir boşluğa düştüğümde dedemin dükkanının ne olduğunu çok iyi anlamıştım.

O dükkan, dedem için bir para kazanma aracı değildi. Oradan maddi bir beklentisi yoktu, çünkü paraya ihtiyacı bulunmuyordu. O dükkan, dedem için bir vakit geçirme bir oyalanma yeriydi.

Dedem, kendi kendisini emekli ettikten açtığı o dükkana, aktif zamanlarında edindiği iş disiplini ve ahlakı ile gidip geliyordu. Yıllarca çalışmıştı ve ondan sonra evde hiçbir iş yapmadan oturamıyordu. Yılların alışkanlığıyla, sanki faal olarak işleyen bir dükkanı varmış gibi, sabah erkenden gidiyor, akşam saatlerinde dönüyordu. Çalışmak onun karakteri, karakteri de yaşam tarzıydı.
*

Bu ahlak ve disiplin damarı, babamda da aynen devam etmiş, ondan da bana geçmişti.

Tıpkı onlar gibi, benim içinde işim, her zaman en önem verdiğim değer oldu. Belli bir disiplinle çalıştım ve boş kalmayı hiç sevmedim.

Zorunlu emeklilikten sonra boş kalmaktan sıkıldığım her an, keşke benim de dedeminki gibi hiçbir şey satmayacağım, ama sabah gidip akşam geleceğim bir küçük dükkanım olsaydı dediysem de maalesef öyle bir dükkana hiçbir zaman sahip olamadım.

                                                                     --0--





22 Nisan 2017 Cumartesi




KIRMIZI UÇURTMA

İlkokul ikinci sınıftaydım. Yine Nisan ayı gelmiş, bahar yellerliye birlikte uçurtma mevsimi de başlamıştı. Henüz üzerinde yapılaşma olmadığı için çocukların oyun alanı olarak kullandığı evimize çok yakın olan tepelikte çıtalı uçurtma uçuran yaşıtlarımı uzaktan seyrediyor, içimden ah keşke benim de bir çıtalı uçurtmam olsa diye geçiriyor, onlara çok imreniyordum.
*
O zamanlar, Kutlugün sokağın Cebeci caddesine yakın tarafındaki bir manav dükkanında, ne alakası varsa, meyve sebzenin yanı sıra hazır çıtalı uçurtmalar da satılırdı. Dükkanın önünden her geçişimde kağıttan kırpılmış uzun kuyrukları, gövdesinin, sarı, mavi, kırmızı renkli ince kağıtları aklımı başımdan alır, uçurtmalara baktıkça içim giderdi. Ama nedense anneme, ben de uçurtma istiyorum diyemezdim. O çocuk aklımla, uçurtmaya sıra gelmeyeceğini bilirdim.
*
Nisan’ın ortalarıydı. Ablamın yakın arkadaşı Necmiye abla ile benden oldukça büyük erkek kardeşi Kemal ağabey, bizi ziyarete geldiklerinde ben, mahalle bakkalımızdan aldığım kırmızı yağlı kağıtlarla defterlerimin yırtılan kaplarını yeniliyordum. Kemal ağabey, beni bir süre izledikten sonra, eğer artan  kağıt olursa, bana uçurtma yapabileceğini söylemiş, dünyalar benim olmuştu.


Kemal ağabeye çok sevineceğimi, fazla kağıdım olduğunu, ama uçurtma için gerekli olan çıtalarımın olmadığını söylediğimde o, olsun bak hemen şu yandaki inşaattan birkaç düzgün tahta parçayı bulabilirsem, uçurtma işini halledebileceğini söylemişti.


Hemen fırlayıp inşaata gittiğimde birkaç usta kalıp tahtaları çakmakla meşguldü. Birisine yaklaşıp, uçurtma çıtası yapmak için düzgün bir tahta parçası verip veremeyeceğini sorduğumda usta bana, sen nasıl çıta yapacaksın ki der gibi bakınca, yok, ben değil abim istiyor o yapacak dedim.

Birkaç dakika sonra, ustanın pencere pervazlarından ayarladığı birkaç düzgün ahşap parçasıyla eve dönmüştüm bile.

Kemal ağabey, zaten düzgün olan bu ahşapları, bizim keskin ekmek bıçağıyla yontup istenilen inceliğe getirip düzelttikten sonra, paket ipiyle çıtaları gönyelerini ayarlayarak birbirine bağlamak ve nihayet kırmızı renkli yağlı kağıdı da gövde haline getirip kenarlarını iplere yapıştırmak için epey uğraştıktan sonra ortaya çok güzel bir uçurtma çıkmıştı.

 Sevinçten, uçurtmadan önce ben havalara uçmuştum.
*

Kırmızı uçurtmamı günlerce uçurtmuştum. Kuyruk dengesi ile terazisi gerçekten çok iyi yapıldığı için, havada bir gelin gibi süzülüyor, bütün çocuklar parlak kırmızı uçurtmama hayran kalıyordu. Ancak, bir gün bu hayranlık kıskançlığa dönüşmüş ve yaşça benden oldukça büyük bir çocuk, kendi uçurtmasını benimkine kasten takıp, düşürtmüştü.

O güzelim uçurtmamın çıtaları, yere çarpmanın şiddeti ile kırılmış, kırmızı kağıdı paramparça olmuştu. Çok, ama çok üzülmüştüm. O an benim için daha kötü hiçbir şey olamazdı. Benim için çok kıymetli olan uçurtmam bundan sonra uçamayacaktı. Çaresiz, bağırıp, çağırmıştım ama hepsi o; uçurtmamı kaybetmiştim.
*
Ve bir daha da uçurtmam olmadı.

Şimdi nerede oyuncağını elinden alınınca ağlayan bir çocuk görsem kırmızı parlak uçurtmamdan ayrılışımı hatırlar, nerede bir uçurtma görsem, kırmızı mı diye bakarım.

                                                                  --0--




19 Nisan 2017 Çarşamba



CHP ve Kılıçdaroğlu Eleştirileri Üzerine...

Hiç uzun uzun tartarak yazmaya gerek görmüyorum artık; arif olan anlar deyip, kafama takılanları kısaca dile getirmeyi yeterli buluyorum...

Bunlardan birisi de referandumdan hile ile az bir farkla geriye düşülünce “hayır” cephesinden yükselen CHP ile veya Kılıçdaroğlu ile olmuyor sesleri... 

Baştan söyleyeyim ne CHP’liyim ne de Kılıçdaroğlu’nu savunacağım...
*
Ama ortada bir haksızlık olduğu kanısındayım...

Şöyle ki, bir defa CHP uzun yıllardır % 20 – 25 arasında bir oy oranına oturmuş, kısa bir süre koalisyon ortağı olabilmişse de askeri darbeler sonrasında yaşanan olağanüstü koşullarda kazandığı birkaç seçim dışında çok partili dönemde tek başına iktidar yüzü görememiş bir parti...

Sosyalist değil, sosyal demokrat ve kapitalist sistemi savunuyor, dolayısıyla anti-Amerikancı da değil...

Daha önce uzun uzadıya yazdığım analizlerde de belirttiğim üzere, sosyal, kültürel ve daha çok dinsel nedenlerle, yüzde doksanı Müslüman olmakla övünen Türk halkının büyük çoğunluğu CHP’ye sıcak bakmıyor ve oy vermiyor...

Ağzıyla kuş tutsa vermez de...

Çünkü bizde siyaset din sömürüsü olarak yapılıyor, alt yapı ve insan profili buna çok müsait...
*
Nitekim bu sebepledir ki, CHP, AKP’nin iktidar olmasından sonra “sağa açılım” politikası izleyerek, geleneksel tabanı dışında oy kazanmaya çalışsa da bu politika bir türlü meyve vermiyor...

Vermez de...
*
Bu CHP, 2015 Haziran seçimlerinde % 25, aynı yıl yapılan Kasım seçimlerinde ise %25.3 oranında oy alıyor...

Aynı seçimlerde HDP’nin oy oranıysa sırasıyla % 13.1 ve % 10.8

Buradan gelelim referandum sonuçlarına; “hayır” diyen bu iki partinin oylarının toplamı son yapılan kasım seçimlerine göre %%36.1 iken “hayır oylarının oranı % 48.6, yani % 12.5 luk bir oy artışı söz konusu...


Hem de devlet imkanlarını her türlü kullanan siyasi bir iktidar karşısında...

Hayır’ı destekleyen Saadet Partisinin son seçimlerdeki oy oranının 0.7 olduğu ve Referandumda HDP oylarının % 20’lere varan oranlarda gerilediği dikkate alındığında, referandumdaki % 12’lik artışın CHP hanesine yazılması yanlış olmaz...

Bu manada, CHP başarılı mı başarısız mı sorusuna, objektif olarak ve hakkaniyet kuralları içinde yanıt vermek gerekir...

Ha, denilebilir ki, bu bir parti seçimi değildir, doğrudan partilerle irtibatlandırmak doğru değildir, evet doğrudur, ama rakamlarda ortadadır ve bizimkisi, bu rakamlardan hareketle yapılan yorum ve analizdir...

Gerçeklik payı da oldukça yüksektir...
*
Şimdi manzara buyken, CHP’ye yüklenmenin, Kılıçdaroğlu’nu tartışmanın tutarlı bir yanı var mıdır?..
*
Şu çok açıktır ki, CHP’nin sorunu, liderlik değil, yukarıda belirttiğim gibi, tarihsel, kültürel, sosyal ve daha çok dinsel meselelerdir...

O nedenle CHP’de genel başkan değiştirilmesiyle büyük patlamaların yapılacağını beklemek, hayaldir; gerçekçi değildir...

Nitekim bunun böyle olmadığı, Baykal’ın ayrılması, yerine taze kan Kılıçdaroğlu’nun gelmesiyle çok net olarak görülmüştür...

Ha, Kılıçdaroğlu başarılıdır, başarısızdır, gider, başkası gelir, ben işin bu tarafında değilim, nirengi noktasını söylemeye çalışıyorum...
*
Bu çerçevede bir de CHP’den beklentileri değerlendirmekte yarar görmekteyim...

Nedir beklentiler?

Mesela CHP iktidar olmak için, kendi klasik tabanının dışındaki kitlelerden de oy alsın deniliyor...

İyi de nasıl olacak bu?..

CHP bunu yapmak için kolları sıvayıp sağa açılıyor, ulusalcı kanat veya kendilerinin sol olduğunu iddia edenler, yaygarayı basıyor, vay sağdan adam almak da neymiş, ilkeler varmış filan...
*
Mesela CHP sola açılsın kendi dışındaki solu kucaklasın deniliyor...

CHP bunu denemeye kalkmadan, rakiplerince komünistlerle kol kola olmakla suçlanıyor ve zaten dinsiz damgası yemiş olduğu için, kendi dışındaki sol ile ittifak CHP ye kazanç değil kayıp getiriyor...

Keza Kürt siyasetine yakınlaşması bu manada bir başka dert, uzak kalması ise daha başka bir dert olarak CHP’nin önüne çıkıyor...
*
Velhasıl, bekara karı boşamak kolaydır misali, CHP’yi eleştirmek oldukça kolay yapılabiliyor...

Oysa CHP’nin eti de budu da budur, dolayısıyla ondan, AKP’ yi iktidardan indirip uzun yıllar iktidarda kalması gibi şeyler beklememek gerekiyor...

Ve tabi eleştirileri de beklentiler gibi, bu gerçekleri göz önünde tutarak yapmak...

Dahası, CHP yetmiyorsa, meşrebe göre, solda veya sağda alternatifler aramak...

                                                        --0--


Analizlere, Analiz...

Referandumunda alınan evet ve hayır oylarının, illere, ilçelere göre önceki seçimlerde evet  cephesindeki AKP ve MHP ile hayır cephesindeki CHP ve HDP oylarına oranla ne ölçüde değişiklik gösterdiği meselesi doğal olarak gündeme gelince, Tarihe referandum notu başlıklı analizimde ben de Güneydoğu ve Doğu illerindeki HDP oylarında %20 civarında gerçekleşen ve hatta yer yer daha yüksek oranlara ulaşan düşüş olduğunu, bu oyların aynı oranlarda “evet” oylarına kaydığını yazdım...

Ve bu sonuçlardan başta HDP’nin, daha sonra da öncelikle CHP olmak üzere diğer partilerin dersler çıkartmaları gerektiğini söyledim...

Bunu, sonucun evet çıkmasına sorumlu aramak için değil, bir tespit amacıyla yaptım...

Nitekim aynı tespitleri, MHP oylarındaki büyük kayıplar için de yapanlar oldu...
*
Bu tür tespitlerin ve analizlerin çok doğal olduğunu kabul etmek gerekir, zira bir sonraki seçim veya referandumda, izlenecek stratejilerin belirlenmesi büyük ölçüde öncekilerden çıkarılacak derslere göre belirlenir...

Nitekim referandumun ertesi günü, bu oy kaymalarından hareketle HDP’li Altan Tan, “Erdoğan’ı Kütler kurtardı”, AKP’li Orhan Miroğlu, AKP ile Kürt ittifakının Türkiye’ye kazandıracağına işaret etti, Ahmet Türk, evet bir kayma var ama baskılardan dolayı küçük bir kayma dedi...
*
Hal böyleyken, medyaya baktığımda, özellikle HDP’yanlısı kesimlerden, “Kürt illerindeki kayıpların nedeni baskılar, siz kendi batınıza bakın” tarzında savunma ve eleştiriyi harmanlamış analizler gözüme takıldı...

Bu analizleri yapanların bir kısmı da, soldan ümit kesilince, sol görüntülü Kürt partisi HDP’ye sempati duyanlar...

Gerek bu tür “solcuların”, gerekse bizzat HDP’li olanların bu analizlerinin objektif olmaktan daha çok, “duygusal” olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek...

Çünkü rakamlar ortada...

Ama nedense, bu analizlerin hemen hepsinde, Kürt seçmenin baskı altında olduğu söylenirken, batıdaki seçmenin bir eli yağda bir eli balda oy kullandığı varsayılıyor...

Oysa bu iki dayanağında gerçeği tam olarak ifade ettiğini söylemek zor...

Evet, “hayır” denilmemesi için devlet tarafından baskılar yapıldı, bunu herkes biliyor, ama bu baskılar sadece güneydoğu ve doğu ilerinde değil, bütün ülke düzeyinde yapıldı...

Büyük kentlerde, ilçelerde belediye başkanları, özellikle taşeron vasıtasıyla çalıştırdığı işçileri işten çıkartmakla tehdit etti, fabrika patronları tehdit etti, medya patronları gazetecileri baskıladı, "hayır" diyenler işten çıkarttı, evlere makarnalar, çaylar gitti vs...
*
Bu ikisi aynı mı?, Kişiye göre değişir...

Ayrıca baskılar her zaman istenilen yönde değil,  tersi neticeler de verir ki, aslında zulmedilmiş, itilip kakılmış, yaşamları alt üst edilmiş insanlardan da bu ters tepme olayını gerçekleştirmeleri beklenir...

Ama ne yazık ki, bizim ülkemizde bu ters tepme örneğine rastlamak pek mümkün olmamaktadır...

Halk, hep masumdur, yönlendirilen, şöyle yap denildiğinde yapandır, ondan hiçbir zaman bir duruş sergilemesi, onurlu olması beklenemez, bütün sorumluluk ve kabahat onlara liderlik edenlerdedir...

Onun her yaptığına bir haklı kılıf her zaman bulunur...

12 Eylül öncesi “sol” siyasetin kendisi için yaptığı onca fedakarlığı bir askeri darbeyle unutup, makarnaya, bulgura, kömüre razı olup defalarca dincileri iktidara taşıdığı, ekilmeye çalışılan tohumları yeşertemediği, kıraç topraklar gibi olduğu görmezden bilmezden gelinir, popülizm tercih edilir...

Oy kaymalarına da bu kapsamda sadece baskıya bağlanarak, haklılık gerekçeleri üretilir...
*
Ama o oy kaymalarının başka bilinen gerekçeleri de vardır...

Mesela, güneydoğu ve doğu özelinde bakarsak, Barzani’nin ve yerli uzantısı KDP’nin “evet” kampanyalarına destek vermesinin, bunu da Kürt’lerin ileride bağımsız veya özerk bir yapı kurulması için başkanlık sisteminin iyi olacağı propagandası ile harmanlamış olmasının bu oy kaymasında hiç etkisi olmamış mıdır?..

Referandum sürecinde ayyuka çıkan “eyalet” tartışmalarında “hayır” diyenlerin, bu sistem gelirse, başkan tek başına “eyalet” kurulmasını sağlayabilecek demesinin, Cumhurbaşkanı danışmanlarının "eyalet sistemi getireceğiz" diye konuşmasının, bu özlem içinde olan Kürt kesimler için hiç etkisi olmadığını söylemek mümkün müdür?...
*
Bu analizlerin bazılarında HDP’den “evet” cephesine oy kayması olduğu kabul edilmekle beraber, Kürt illerinde baskıya rağmen yine de % 70’ler civarında “hayır” denildiğine işaret edilmektedir...

İşte bu tespit bile, aslında baskıların herkes üzerinde mutlak etki yapmadığını göstermektedir...

Her şeye rağmen “hayır” diyenler varsa, bunun “evete” kayan seçmen tarafından neden yapılamadığını sorgulamak, dolayısıyla  oy kaymasının tek sebebinin baskılar olmadığını, başka nedenlerin de olabileceğini düşünmek gerekmez mi?..
*
Hatırlarsınız, geçmiş seçimlerde de HDP veya diğer Kürt partilerinin güneydoğu ve doğuda yüksek oranda oy almasının nedeni olarak PKK baskısı ve korkusu gösterilirdi...

Şimdi devlet baskısından söz ediliyor...

İşte tam da bu nokta da baskılara rağmen bölge halkının bir tutarlı tavır sergilemesinin önemi daha da belirginleşiyor...

Ve tabi, gerek devletin ve gerekse PKK’nın baskısı olmadan özgür seçimlerin yapılabilmesi imkanı yaratılmadıkça bu tartışmaların asla bitmeyeceği gerçeği çok net olarak ortaya çıkıyor...
                                                           --0--


17 Nisan 2017 Pazartesi



Tarihe Referandum Notu 2...

Yarım bırakmayı sevmedim, sevmiyorum...

Dün gece siyaset yazmayı bırakacağımı söyledim, bırakıyorum; ancak, yarım bırakmayı sevmediğim için referandumdan bir gün önce yazdığım “Tarihe Referandum Notu” başlıklı yazıma ilave bir not düşerek bırakmak istiyorum...

O yazımda, referandumdan sonra konuşulacaklara ışık tutup, ana fikir olarak, sonucun “hayır” çıkması için fedakarca çırpınanlarla, “hayır” demekle yetinenler olduğunu yazmış, özellikle HDP’nin “hayır” dediğini söylemekle beraber, TV’lere bir iki ilan vermenin dışında, içlerinden bir vekilin, bir ileri gelenin bile çıkıp, Deniz Baykal gibi, Meral Akşener gibi, dere tepe dolaşarak, “hayır” ı örgütlemeye çalışmadığını yazmıştım...

Açık söyleyeyim, HDP’nin bu tutumu, bana, sonucun “hayır” çıkma olasılığını olumsuz etkileyecek bir faktör olacağı izlenimi verdiği için bunları yazmış, ama başından beri “hayır” çıkacak diyen birisi olarak son gün moral bozmamak adına, bu izlenimimi açıkça ifade etmemiştim...

Böyle düşünüyor olmamın altında yatan bir diğer neden de, “Kürt” oylarının, özünde “milliyetçi” karaktere sahip olması ve Barzani ile Türkiye’deki uzantısı KDP’nin “evet” diyor olmasının “Kürt” oylarını bölme yönünde etkileyeceği endişesiydi...
*
Nitekim bu endişelerimde haklı olduğumu sandıklar açılmaya başladığında somut olarak gördüm...

HDP’nin, yüksek, AKP’nin düşük oranda oylar aldığı, MHP ve CHP’nin esamisinin bile okunmadığı güneydoğu ve bazı doğu illerinde, Haziran ve Kasım 2015 seçimlerine göre durum değişmiş, “hayır” oyları düşerken, “evet” oyları yükselmişti...

Örneklemek gerekirse durum öyle gerçekleşmişti:

Diyarbakır’da 2015 Haziran ve Kasım seçimlerinde sırasıyla AKP: 13.89-21.09, HDP: 79.79-73.56, CHP: 0.91-1.48 MHP: 0.98-0.62 oranında oy almışken, referandumda evet oyları 21.09, hayır oyları 67.59 olmuştu; buna göre AKP oyları 7-8 puan artarken, HDP oyları da aynı oranlarda düşüyordu...

Hakkari’de Haziran ve Kasım 2105 seçimlerinde AKP: 8.36-12.29, HDP:87.55-84.05, CHP:0.92-1.15, MHP: 2.28-1.37 oranında oy almışken, referandumda evet oyları 32.42, hayır oyları ise 67.58 olmuştu; buna göre, AKP ve MHP oyları toplamda 20 puanlık bir artış gösterirken, HDP ve CHP oyları da bir bu kadar düşüş gösteriyordu...

Şırnak’ta Haziran 2015 Haziran ve Kasım seçimlerinde AKP: 9.09-10.61, HDP: 85.15-86.18, CHP:1.06-1.18, MHP: 2.45-1.13 oranında oy almışken, referandumdaki evet oyları 28.30, hayır oyları ise 71.70 olmuştu; buna göre, AKP ve MHP oyları toplamı 17-18 puanlık bir artış gösterirken, HDP ve CHP oyları da bir o kadar düşüş gösteriyordu...

Uzatmayayım, Ağrı, Batman ve Muş’ta da ve diğerlerinde de durum bundan farklı değildi...

AKP oyları evet olarak Muş’ta 17, Ağrı da 17, Batman’da 8-9 puanlık artışlar gösterirken, HDP oyları da aynı oranlarda düşüş yaşıyordu...
*
Tablo olarak bakıldığında, Kürt oylarının yüksek olduğu bu illerde, referandum sonucu da yüksek oranlarda “hayır” çıkmış olarak görünmekle birlikte, AKP, diğer bir deyişle “evet” oylarının da önemli oranda artış göstermiş olması genel toplama etki ediyor ve sonuçta, çok küçük bir farkla “evet” referandumu kazanıyordu...
*
Toparlamak iç kuşkusuz bu sonuçta, Haziran seçimlerinden sonra yaşanan “hendek” çatışmalarının, Kürt seçmenin bölgeden göçünün ve baskılanmasının, sindirilmesinin da payı vardır, ancak, HDP’nin Kürt seçmeni kontrol altında tutamadığı ve oyların evet”e kaydığı ve bunda bağımsız Kürdistan söz eden Barzani’nin, onun Türkiye uzantısı KDP’nin ve PKK’nın “eyalet” umuduyla “evet” demesinin, çok daha büyük payı olduğunu kabul etmek gerekir...

Bu referandumda, son günlerde öne çıkan “eyalet” tartışması çerçevesinde, nasıl ki, MHP büyük oranda oy kaybetmişse, HDP’de aynı çerçevede, önemli oranda oy kaybetmiştir...

Netice itibariyle referandumun iki kaybedeninden biri MHP ise diğeri de HDP olmuş, ancak tabi ki, esas olarak Türkiye kaybetmiştir...

Demek ki, böyle bir kamplaşmanın hiç kimseye faydası yoktur...
*
Haziran seçimlerinden sonra bu kamplaşma öne çıkarılıp da erken seçime gidilmeden AKP dışında bir koalisyon gerçekleştirilmiş olsaydı, bugün Türkiye’nin çok daha başka ufuklarda olacağı kuşkusuzdur...

Toparlamak gerekirse, Kürt’leri dışarıda tutmaya, sindirmeye çalışarak bir yere varılamayacağı açıkça ortaya çıkmıştır...

Özellikle bu sistemde, Kürt oyları olmadan kimsenin seçim kazanması da başkan olması da mümkün değildir...

Nitekim yukarıda belirttiğim gibi, “hayır” örgütlemek için hissedilir bir çaba göstermeyen HDP’den oy kaymasıyla bu referandumun sonucunu da Kürt oyları tayin etmiştir...
*
HDP, bu sonuçlardan ders çıkartmalıdır...

Ve tabi, başta CHP olmak üzere diğerleri de...
                                                           --0--



15 Nisan 2017 Cumartesi



Tarihe Referandum Notu...

CHP hayır diyor, HDP hayır diyor, Saadet Partisi hayır diyor, Barolar Birliği başta olmak üzere bazı sivil toplum kuruluşları hayır diyor, çok sayıda yurttaş hayır diyor...

Başka hayır diyenler de var kuşkusuz...

Peki, hayır demek yeter mi?..
*
Bu sorunun yanıtı, tek tek birey olarak bakıldığında "yeter" olarak verilebilirse de parti veya demokratik kitle örgütü ölçüsünde bakıldığında aynı yanıtı vermek zor...

Çünkü parti de, adı üzerinde demokratik kitle örgütü de örgüt...

Hayır'ı örgütlemek ve sesini yükseltmek için imkanları bir bireyden çok daha fazla...

Hele mecliste grubu olan bir partiyse milletvekillerinin dokunulmazlığı var, istediği yerde istediği gibi hayır diyebilir...
*
Ne demek mi istiyorum?

Artık sandığa gitmeye saatler kaldı, yarından sonra konuşmuş olmamak için not düşmek için yazıyorum...
*
Hayır'ı örgütlemek için kim ne kadar çalıştı?..

CHP'li değilim, ama yiğidi öldürsek de hakkını yememek gerektiğine inanırım; hayır için var gücüyle asıldığı çok açık...

Hele Deniz Baykal'ı takdir etmemek haksızlık olur; genel başkanlıktan düşmüş birisi olarak küsmek yerine, ilerlemiş yaşına rağmen büyük performans sergiledi, neredeyse gitmediği yer kalmadı...

Muharrem İnce de öyle...
*
Başka öne çıkanlar da vardı elbette...

Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu...

MHP'den ihraç edilenlerden; Meral Akşener, Ümit Özdağ, Sinan Oğan bunlardan en göze batanlarıydı...

Özellikle Akşener, milletvekili de olmamasına rağmen, dere tepe demeden hayır için gezdi...

Doğruya doğru!...
*
Saadet partisi, güçsüzlüğüne rağmen bir şeyler yapmaya çalıştı...
*
Ama hayır deyip de bunu örgütlemek adına hissedilir bir performans sergilemeyenler de vardı...

Mesela, Doğu Perinçek’in kendisi ve partisi ile HDP bunlardan ikisiydi...
*
Perinçek, Ermeni soykırımı iddiaları için İsveç’e giderek gösterdiği azmi, referandum sürecinde gösteremedi...
*
Mecliste üçüncü parti durumunda olan HDP, hayır’ı örgütleyeceğiz demesine karşılık, icraatta tek başına büyük performans gösterenler kadar ortalarda görünmedi...

TV’ler de hayır ilanları filan paylaştı, ama ne büyük bir miting yaptı, ne dere tepe gezen bir vekili oldu...

Bunun böyle olmasında genel başkanlarının ve bazı vekillerinin tutuklu olmalarının elbette payı vardı, ama HDP geniş tabanı olan bir partiydi ve dışarıda çok sayıda vekili vardı, eski vekilleri vardı...

Ve HDP bir ideoloji partisiydi, birilerinin tutuklu olmasından bu denli etkilenmemesi gerekirdi...

Şayet, PKK “evet” dediği için, üzerinde bir baskı hissetmişse, Haziran seçimlerinden sonra yaşananlardan edindiği deneyimle bunu, “Türkiye partisi” olma yolunda bir fırsata çevirmeli, PKK ile yollarını ayırmalı, Kürt meselesine dair ne varsa, silahların gölgesinde değil, parlamentonun özgür çatısı altında konuşulması adına hayır için yüksek sesle haykırmalıydı...

Mesela Pervin Buldan, bir Meral Akşener gibi, Ertuğrul Kürkçü veya Osman Baydemir veya Mithat Sancar, bir Deniz Baykal gibi yapamaz mıydı?..

Hatta, içerideki arkadaşları için de iki kişilik çaba gösteremezler miydi?...
*
Yaptılar da ben atlamışsam peşinen özür dilerim, ama sanmıyorum, zaten bir art niyetim de yok; ben sadece bir tespit yapıyorum...
*
Bunların sırası mı diye düşünenler olacaktır, lakin yukarıda da ifade ettiğim üzere, bütün bunları yarından sonra söylediğimizde hiçbir kıymeti olmayacaktır...

Bu nedenle, tam da bugün tarihe not düşerek, yarından sonra yazıp söyleyeceklerimiz için yüzümüz olmalıdır...
                                                           --0--


12 Nisan 2017 Çarşamba


“Evet” de İlacı Bedava Al...

Sn. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Erzurum'daki referandum mitinginde, ''Kanser ilaçlarıyla ilgili bir sıkıntı vardı, kanser ilaçlarının bedelini hastaların ödemesi gibi. Geçen gün Sayın Başbakan ile bunu görüştüm. O bedelleri de devletin ödemesi gerektiğini söyledim.'' Demiş...
*
İlk bakışta çok sempatik görünse bile bu bile, bir nevi “tek adam”lık örneği değil midir?...
*
Bu ülkenin sosyal güvenlik kurumlarının aktüerya dengeleri ve değerlendirmeleri yok mudur, bu ülkenin sağlık bakanı, sosyal güvenlik bakanı yok mudur, bu ülkenin başbakanı yok mudur?...
*
Sistem kanser ilaçlarının bedellerinin ödenmesine müsait ise bu yetkili ve sorumlular neden, yıllardır bu yöndeki talepleri karşılamamış da şimdiye kadar millet bu ilaç giderlerini cebinden ödemiştir?..
*
Yok, eğer yetkililerin şimdiye kadar bu yöndeki taleplere verdikleri yanıtlar doğru da sistem bu ilaçların bedellerinin ödenmesine müsait değilse, şimdi Cumhurbaşkanı ödenmesini söyleyince, nasıl ve nereden ödenecektir...
*
Hal böyleyken, bu söylemin de şunun şurasında üç gün kalan referandum için yapılan diğer birçok vaat gibi, “yem” niteliğinde bir propaganda olmaktan ne farkı var mıdır?.
*
İlacı bedava almak için “evet” mi denecektir?...
*
Eğer böyleyse, şarkının söylediği gibi, “daha önceleri nerelerdeydiniz” diye sorulmayacak mıdır?
*
İşin püf noktası tam da burasıdır...

                                                                  --0--




Hayır’da Yürek Var Onur Var!..

Ali Ağaoğlu adındaki şarlatan, referandum için 26 kişiyle “evet” çıkacak iddiasına girmiş...

Yüzde 65 “evet”  çıkmazsa, hepsine fiyatı 4-5 bin Euro aralığında olan Tom Ford marka takım elbise alacakmış ve cebinden yaklaşık 550 bin lira çıkacakmış...
*
Daha geçenlerde 1 Nisan reklamıyla gündeme gelen Ülker grubunun sahibi, Türkiye’nin sayılı zenginlerinden Murat Ülker’de oyunu açıklamış ve “1974’ten beri aile geleneğimiz evet, şimdi de “evet” severim” demiş...
*
Şaşırdık mı?

Hayır!...
*
Bu “evet” lerde güç karşısında eğilme, o güce ben de sendenim diyerek, selam verip yaltaklık ve yalakalık yapma, şirin görünme onursuzluğu olduğuna hiç kuşku yok...
*
Bu “Evet” lerde, güce, kuvvetli ihtimale oynama ve “evet” kazanırsa ondan beklenti içinde olma kurnazlığı olduğu var...
*
Bu “evet”çiler için, kendi dünyaları, kazançları ve düzenlerinin devam etmesinin ötesinde bir kaygıları da yok...
Dolayısıyla, bu “evet”lerde bencillik var, çıkarcılık var, korkaklık var, onursuzluk var...
*
Ama “hayır” öyle mi ya!

Bir bakın “hayır” diyenlere, içlerinde parmakla gösterilecek bir tane iş adamı, medya maymunu olmuş bir tane şarlatan, TV kanallarındaki uyduruk dizilerde parlatılan, her fırsatta sarayda boy gösteren bir tane sanatçı bozması var mı?

Gösteremezsiniz...

Bakın “hayır” diyenlere, içlerinde güçten menfaat bekleyen kimseyi bulamazsınız, çünkü bu, her şeyden önce eşyanın tabiatına aykırı olur...
*
Onun içindir ki, “hayır” da, kişisel çıkar değil, ülke ve halk sevgisi var...

“Hayır” da Cumhuriyeti ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenlere, korku salanlara ve zulme başkaldırı var...


Dolayısıyla, “hayır” da yürek var onur var...

                                                                --0--

11 Nisan 2017 Salı



Tank Üstündeki Demokrasi...

İyi ki 1991 Ağustosunda Rusya’da sahneye konulan zayıf bir darbe girişimi tiyatrosunda Boris Yeltsin bir tankın üzerine çıkıp darbeye karşı bildiri okudu...

O darbe girişiminden tek akılda kalan da bu sahne oldu...
*
O gün bu gündür, sanki başka türlü de karşı olunamazmış gibi, bizim bazı “demokratlar” için, darbeye karşı durmak, tankı üstüne çıkmaktır...

Aslında cesur olmayı, cinsiyet üzerinden açıklayan, hamasetle yoğrulmuş bir toplum için bu, çok da yadırganacak bir durum değildir...

Tankın üstüne çıktıysan cesursun darbeye karşısın, çıkmadıysan korkaksın, darbecilerle berabersin demektir(!)...

Seni, tankın üstündeyken gösteren bir fotoğrafın yoksa ağzınla kuş tutsan darbeye karşı olduğunu anlatamazsın...
*
İrticai faaliyetlerde bulundukları belirlenen ve ordudan ihraç edilmeleri istenen subayları, Yüksek Askeri Şura kararlarına yıllarca şerh koyarak himaye etmek, 2004 tarihli Milli Güvenlik Kurulu kararına rağmen Fethullah Gülen cemaatinin üzerine gitmemiş olmak, orduya yapılan kumpas operasyonlarının savcılığına soyunmak, bu operasyonların ardından, darbeye teşebbüs eden komutanları üst rütbelere getirmek, ne istedilerse vermiş olmak, bunlar hiç önemli değildir...
Tankın üstüne çıktın mı, çıkmadın mı sen onu söyle, önemli olan budur...
*
Darbe teşebbüsüne objektif bakıldığında onlarca soru işareti görülüyormuş, mesela; öğle saatlerinde MİT’e operasyon yapılacağı haberi alınmış, Genelkurmay başkanı ile MİT müsteşarı saatlerce toplantı yapmış, ama gelişmelerden başbakana bilgi vermemiş, Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı’nın ifadesinde söylediği gibi, orduya “personel kışlayı terk etmesin” emri verilmemiş, darbe girişimine ordunun büyük kesimi destek vermemiş, darbe girişimini deşifre eden H.A isimli hava pilot binbaşı dahil ne Genelkurmay başkanı, ne de MİT müsteşarı, mecliste kurulan darbe araştırma komisyonuna çağırılıp bilgilerine başvurulmamış, bu tablo haliyle, ört bas edilmek istenen bir kontrollü darbe izlenimi yaratıyormuş, bunların da hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur...

Sen, tankın üstüne çıktın mı kardeşim onu söyle...
*
Yandaş Abdülkadir Selvi’nin köşesinde yazdığı üzere, o gece darbe girişimini, İstanbul’a giderken uçakta öğrendiğinde Anamuhalefet partisi genel başkanı sıfatıyla, hemen yan koltukta oturan AKP’li Hayati Yazıcıya dönüp, darbeye karşı olduğunuzu söylemiş olmanın, bunu daha sonra başbakanı arayarak tekrarlamanın da önemi yoktur...

Havalimanına Gece saat 22:30 sularında, önceki darbelerden deneyimli olan sıradan bir yurttaşın bile, “bu nasıl bir darbe” diye sormaya başladığı, halkın sokaklara çıkmasıyla birlikte darbe teşebbüsünde bulunan askerlerin, yalnız bırakıldıklarını ve giriştikleri darbenin başarısızlıkla sonuçlandığını anladıkları sıralarda, Ana muhalefet partisi genel başkanı, güya darbeciler tarafından engellenmeden İstanbul Atatürk Havalimanından ayrılabilmiş ya, işte önemli olan budur(!)...

Bu, tankın üzerine çıkmadığın gibi, darbecilerle “anlaştığının” resmidir(!)...

Yandın bittin!
*
O gece, hükümetin başı olan başbakan nerededir, neden sokaklara çıkmamış veya havalimanına gelmemiştir, İçişleri bakanı nerededir, diğer bakanlar nerede gizlenmiştir, Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, hangi gecekonduda saklanmıştır? Bunlar zerre kadar önem taşımaz...

Şimdi referandum ortağı olan Devlet Bahçeli, o gece nerededir,  o neden havalimanına gitmemiştir, sokaklara veya bir tankın üzerine çıkmamıştır? Bunun esamisi bile okunmaz...

Darbeciler, Cumhurbaşkanının konakladığı Marmaris’teki otele neden o ayrıldıktan sonra gelmiştir, Havadaki F 16’lara rağmen Cumhurbaşkanının uçağı nasıl Atatürk Havalimanına gelebilmiştir, meclise bile birkaç bomba bırakan o F16’lar neden sarayı pas geçmiştir bunların da kıymeti yoktur...
*
Tek önem arzeden, anamuhalefet partisi genel başkanının tankın üstüne çıkmadan havalimanından ayrılmasıdır(!)...
*
Çünkü demokrasi için önemli olan budur; tankın üstünde misin, değil misin?(!)

Tankın içinde olup demokrasiyi yok etmek isteyenlere fırsat vermiş olabilirsin o serbest, ama eğer tankın üstünde değilsen, işte o fenadır(!)..
*
Kaldı ki, sen şimdi, “tek adam” sistemine taş koyuyorsun, kırıntıları kalmış demokrasiye son darbenin vurulmasını engellemeye çalışıyorsun, darbe girişiminin “kontrollü” olduğunu söyleyip sihri bozuyorsun, maskeleri indirmeye kalkıyorsun, darbeye karşıyız deyip, darbeci Mehmet Dişli’nin “ordunun değişimi için hazırladığı” projeleri hayata geçiren sivil darbecilere karşı bayrak açıp, referandumda demokrasi için cumhuriyet için “hayır” diyorsun...
*
Hem tankın üstüne çıkmıyorsun, hem demokrasiye sahip çıkıyorsun, onun için makbul adam değilsin(!)..
*
Tankın üstüne çıktın mı kardeşim sen onu söyle?...
                                                                  --0--


7 Nisan 2017 Cuma


Suriye, Sarin Gazı ve Yine Macera...

İblid’de kimyasal silah (Sarin gazı) kullanılmasının ardından ABD Başkanı Trump’tan Suriye’ye “askeri hamleyi düşündüğünü” açıkladı, Rusya Devlet Başkanı Putin, “titiz ve tarafsız bir soruşturma olana kadar herhangi birine karşı temelsiz suçlamalar yapmak kabul edilemez” dedi, ve Rusya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyini acilen toplantıya çağırarak,  ABD ile yapmış olduğu Suriye'de istenmeyen olayların önlenmesi ve hava operasyonları sırasında güvenliğin sağlanması anlaşmasını askıya aldığını duyurdu...
*
Kısacası Suriye’de işler yine karıştı...
*
İşin garibi, bu gelişmelerle birlikte, bizim başından beri yanlış olan Suriye politikası da, tam da ABD’nin başkanlık seçimleri ve Esad’ın kısmen güçlenmesi nedeniyle inisiyatif almaktan uzaklaştığı bir dönemde kısmen düzelmeye başlayıp 2016’nın Aralık ayında Rusya ve İran ile “Suriye'de ateşkesin genişletilmesi ve Şam yönetimi ile muhalifler arasında barış görüşmelerinin yeniden başlaması konusunda” anlaşma sağlanmasıyla düzelme noktasına gelmişken, yeniden maceracı çizgiye döndü...
*
Trump’un, Esad’a karşı bir askeri müdahalede bulunabileceklerini açıklamasının hemen arkasından Sn. Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, daha dört ay önce Rusya ve İran ile yapılan anlaşma sanki yokmuşçasına, “Teşekkür ederim ama lafta kalmasın. Eğer bu hakikaten icraat ortaya konulursa, biz de Türkiye olarak, bize ne düşüyorsa yapmaya hazırız." Dedi...
*
Trump’ın bu savaş ilanı niteliğindeki sözleri üzerine, olay henüz çok sıcak olup kimyasal silahı kimin kullandığına dair sağlam bir bilgi yokken, bu kadar aceleyle ve hem de bir tarafta Rusya ve İran varken “askeri müdahalede göreve hazırız” şeklinde açıklama yapılması, bu komşularımızla ilişkilerin bozulması pahasına bir savaş ilanı değilse nedir?.
*
Yoksa, Ümit Özdağ ve bazılarının ileri sürdüğü gibi, bu olay üzerine başlatılacak bir savaş, "hayır"ların önde gitmesi nedeniyle, 16 Nisan'daki referandumun iptali için bahane mi yapılacaktır?...
*
Çünkü Sarin gazı Suriye’de ilk kez kullanılmamaktadır...
Öyleyse, hem ABD’nin bu ani çıkışı ve hem de bizim bu celallenmemiz neyin nesidir?..
*
Daha önce de İsrail ve İngiltere Esad’ın kimyasal silah kullandığı iddialarını dile getirmiş, bunun üzerine Birleşmiş Miletlerce kurulan bağımsız araştırma komisyonu, yaptığı incelemelerden sonra, Suriye yönetiminin kimyasal silah kullandığına ilişkin henüz herhangi bir kanıt bulamadıklarını; ancak muhaliflerin Han el-Asel’de “sarin gazı” kullandıklarını tespit ettiklerini açıklamıştı...
*
Hatta, Amerikan araştırmacı gazeteciliğinin önde gelen isimlerinden Pulitzer ödüllü Seymour Hersh’ün imzasını taşıyan bir haber-analizde; gerçekleştirilen kimyasal silah saldırısının arkasında Türkiye’nin bulunduğu öne sürülmüş, saldırının sanılanın aksine Esad rejimi tarafından değil, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bilgisi dahilinde, MİT ve Jandarma’nın desteğiyle İslamcı El Nusra Cephesi tarafından gerçekleştirildiği, amacın, ABD’yi Suriye’ye askeri harekat düzenmeleye zorlamak olduğu iddia edilmiş, Amerikalılar,  ‘gerçeği’ öğrenince Suriye rejimine karşı harekat düzenlemekten vazgeçtiği ifade edilmişti...
*
İş bununla da kalmamış, CHP İstanbul milletvekilleri Eren Erdem ve Ali Şeker, “Adana Cumhuriyet Başsavcılığınca, Türkiye’de kimyasal silah üretildiğine ve bunun Suriye’ye nakledildiğine ilişkin olarak açtığı davanın iddianamesine dayanarak, “Türkiye’den IŞİD’e kimyasal silah olarak kullanılan Sarin gazı verildiğine ilişkin iddialarla ilgili basın toplantısı yaparak, bunun bir savaş suçu olduğunu” dile getirmişler ve iktidarın hedefi olmuşlardı...
*
Kaldı ki, Suriye yönetimi, işler kendi lehinde yürürken uluslararası bir müdahaleye meydan verecek bir kimyasal saldırıyı niye yapsın?..
*
Kısacası;
Suriye’de yaşanan kimyasal saldırıların böyle bir geçmişi varken, Rusya devlet başkanı Putin’in ifade ettiği gibi, tarafsız bir araştırma yapılmadan, şunu veya bunu suçlayarak askeri bir müdahale de bulunmak, yanlışa yanlışla müdahale etmek olacaktır...
*
Bu da olsa olsa, ya ABD’nin bölgede baştan beri gerçekleştirilemediği emelleri için girişeceği yeni bir denemenin bahanesi, ya da işleri bu noktalara getirenlerin suçluluğun telaşı olmaktan öteye bir anlam taşımayacaktır...
*
Lakin her ne sebeple olursa olsun, Suriye’ye yapılacak bir askeri müdahaleye Türkiye’nin de bulaştırılması halinde, telafisi mümkün olamayan kayıpların yaşanacağı apaçık ortadadır...
                                                                --0--

http://haber.sol.org.tr/toplum/suriyede-atilan-sarin-gazinin-kimyasallari-turkiyeden-gitti-133583

6 Nisan 2017 Perşembe



Delerde Geçer...

Hukuk ve yargının evrile evrile geldiği yer, yeni bir hukuksuzluk zirvesi...
*
Kamuoyuna mal olmuş davaların iddianamelerine bakınca bunu net olarak görmek mümkün...
*
Mesela Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticileri için düzenlene iddianame bu zirvenin son örneği...
*
İnsanlara suç isnat edilirken, ortada hiç bir kanıt olmadığı için önce "bir terör örgütüne üye olmamakla beraber..." ifadesi kullanılıyor, ama arkasından, onlarca tutarsız gerekçeyle teröre hizmet etmiş olduğu iddiaları sıralanıyor...
*
"Subliminal" mesajlardan, "iltisaklı" olmaklardan sonra, yeni moda bu; "her ne kadar terör örgütüne üye değil" dedikten sonra, "ama" diyerek, terörist olarak suçlamak...
*
Yaşanan onca kumpas hukuksuzluğundan ve FETÖ kadroları yargıdan temizlendi dedikten sonra, insanları suçlarken çok daha dikkatli ve özenli olmamız gerekirken, ulaştığımız yer maalesef ki bu!...
*
Birçok tutuklu, iç hukuktan ümidi kestiği için artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruyor...
*
Ve ne yazık ki, son açıklanan yıllık faaliyet raporuna göre 2016 yılında en çok tazminata mahkum olan ülke Türkiye...
*
Hukuksuzluk nedeniyle tazminat ödeme sıralamasında Avrupa birincisiyiz, arkamızdan Arnavutluk, İtalya ve Rusya geliyor...
*
E tabi hal böyle olunca iş, "eyy Avrupa" seviyesine gelip dayanıyor...
*
Ha bu günler de geçer, geçer ama, şairin dediği gibi delerde geçer...


                                           --0--

5 Nisan 2017 Çarşamba



Yalanın Daniskası...

Hepsi farklı partilerden olan, eski TBMM başkanları Kaya Erdem (ANAP), Hüsamettin Cindoruk (DYP), Hikmet Çetin (CHP) ve Ömer İzgi (MHP), ortak bir basın açıklaması yaparak,  seçmenleri referandumda 'Hayır' oyu vermeye çağırmış...

Bu çok önemli!..

Zira yeni anayasaya "evet" denilmesi için canhıraş vaziyette çalışan AKP ve MHP kanadı, yatıp kalkıp "hayır" diyenlerin ve özellikle CHP sözcülerinin sürekli yalan söylediğini, yasama, yürütme ve yargı erkinin, tek bir adamda toplanmadığını, meclisin, işlevsiz hale getirilmediğini, 
feshinin söz konusu olmadığını, söylüyor...

Tamam diyelim ki, "hayır" diyen CHP, HDP, Barolar Birliği ve diğer sivil toplum kuruluşları, yeni anayasanın kerametini bir türlü anlamıyor, bilmiyor; peki, meclisi yıllarca yönetmiş, partilerinde önemli görevler yürütmüş olan bu, önceki 4 meclis başkanı da mı bilmiyor?

El insaf!

Yalan olur da bu kadar olur yani!

Demek ki, ne oluyor?

Bu anayasa tek adam anayasası değil demek, yalanın daniskası oluyor...

                                                      --0--