30 Nisan 2015 Perşembe

Cumhurbaşkanı Tarafsız Değilse Seçim Adil Olmaz...

Her gün bir vesile konuşan Sn. Cumhurbaşkanı, bugünkü konuşmasında, “ Bugün Türkiye, arkasında yüzde 52'lik halk desteğine sahip bir Cumhurbaşkanı ile sistem değişikliğine daha önce hiç olmadığı kadar uygun bir iklime sahiptir.” Demiş...
*
Varsa yoksa başkanlık sistemi...
*
Her gittiği yerde 400 vekil istiyor...
*
Türkiye Büyük Milet Meclisi 550 vekilden oluştuğuna göre, Sn Cumhurbaşkanının bu 400 vekili AKP için istediği gün gibi ortada...
*
Bununla kalıyor mu?
*
Hayır!..
*
Her gün muhalefete laf yetiştiriyor...
*
Vay efendim sen misin mazot’u 1500 lira yapacağım diyen, bir cevap ona, sen misin Diyanet İşleri Başkanlığını kaldıracağız diyen bir cevapta ona...
*
Cumhurbaşkanı olduğunu bilmeyen birine sorsanız kim bu diye, AKP genel başkanı der...
*
Yürürlükteki Anayasanın 103. Maddesine göre ettiği tarafsızlık yeminini her gün çiğniyor...
*
Bunu, üstü kapalı, ima yollu, sözleri acaba tarafsızlığa ayıkırı mı ki tereddütü doğuracak şekilde değil hiç sözünü esirgemeden aleni yapıyor...
*
Muhalefet partilerinin seçim beyannamelerine, propaganda çalışmalarına sert sözlerle müdahale ediyor...
*
Seçimlerin adil bir şekilde yapılmasından sorumlu Yüksek Seçim Kurulu ise seyrediyor...
Hatta muhalefet partilerinin, Cumhurbaşkanının tarafsızlık yeminine aykırı hareket edip seçimlerde taraf olduğu yolundaki başvuruları, “298 sayılı yasa, kurula sadece siyasi partiler ve adaylar yönünden inceleme yapma yetkisi veriyor. Cumhurbaşkanının faaliyetlerini inceleme ya da durdurma yetkimiz yok.” Gerekçesiyle reddediyor...
*
Yargıtay ve Danıştay’da üye konumunda olan hukukçulardan oluşan YSK, Cumhurbaşkanının Anayasa’da yazılı görev ve yetkileri arasında, muhalefet partilerine laf yetiştirmek gibi bir görevi olmadığını, her gün muhalefet partilerini eleştirmesinin, “ Cumhurbaşkanının vatana ihanet dışında suçlanamayacağı, diğer görev suçlarından da sorumsuz olduğu şeklinde özetlenebilecek olan “sorumsuzluğu”  kapsamında da değerlendirilemeyeceğini, tersine yaşananların, “sorumsuzluğun” suiistimal edilmesi ve hukuksuzluk olduğunu görmezden, duymazdan geliyor...
*
Tarafsız olmayan bir Cumhurbaşkanının “müdahil” olduğu seçimlerin “adil” bir şekilde ve “düzenle” yapılmasının söz konusu olmayacağı apaçık ortadayken, olan biteni sadece izliyor; sesini çıkarmıyor...
*
Yargıçlardan oluşan ve bir üst yargı kurumu niteliğinde olan Yüksek Seçim Kurulunun bu sessizliği, AKP iktidarında her geçen gün daha da artan yargı başta olmak üzere devletteki çürümeye tüy dikiyor...
*
Ve böylece 7 Haziran seçimlerinin “adil” olmadığı bugünden ilan edilmiş oluyor...


Mustafa Tuğrul Turhan

26 Nisan 2015 Pazar

Seçmen Hangi Kritere Göre Oy Veriyor, CHP’nin Sağ Açılımı ve Ekonomik Projeleri Bunu Değiştirir mi? (Siyasi Analiz)

Türkiye, seçim sattı mahalline girdi siyasi partiler her zaman olduğu gibi vaat üzerine vaatlerini peş peşe sıralamaya başladı...

Toplum ve siyaset mühendisleri için bulunmaz bir hava...
Hemen bütün partilerin siyasi propagandaları profesyonel reklamcılarda; CHP Ali Taran’a ümit bağlamış durumda...

Taran’ın bulduğu seçim sloganı; “Milletçe Alkışlıyoruz” ve “Gelin Oy Verin Gitsinler” di.  Bu ikisine  de eleştiriler yapıldı; sonunda ilki aynı kalırken, ikincisine bir rötuş yapılıp “Gitsinler” kelimesi slogandan çıkartıldı...

CHP’nin, emeklilere 2 maaş ikramiye verileceği, asgari ücretin 1500 TL. ye çıkartılacağı, kredi kartı borçlarını silineceği ve aile sigortası yapılacağı v.s gibi vaatlerinin açıklanmasıyla birlikte, bir yandan bunların gerçekleştirilmesi için kaynak bulunup bulunmadığı tartışmaları başladı, diğer yandan bazı kesimlerce CHP’nin ilk kez seçimlerde ekonomik vaatleri ön plana çıkarttığı, türban, Atatürk, bayrak, vatan, Alevilik v.s gibi kimlik siyasetinden vazgeçtiği iddiaları gündeme taşındı...

Kimilerince, CHP’nin izleyeceği bu siyasetin prim yapacağı, kamuoyunda yankı bulacağı, iktidar yolunu açacağı, AKP’nin iktidarı kaybedeceği görüşleri dilendirilmeye başlandı...
*
Hal böyle olunca da bu değerlendirme gerçekten doğru mudur, Türkiye de seçmen ekonomik mi, yoksa daha başka saiklerle mi oy kullanmaktadır soruları kendiliğinden gündeme geldi...
*
İşte bu analizde, daha önceleri de çeşitli analizlerimde dile getirilen görüşler doğrultusunda bir değerlendirme yapılarak söz konusu sorulara yanıt verilmeye çalışılacaktır.

Bunun için de öncelikle Türkiye’nin çok partili sisteme geçmesinden günümüze kadar yapılan seçimlerde, seçmenin tercihlerinin ne olduğunun ortaya konulmasında yarar görülmektedir.
Çok partili sisteme geçilip CHP’nin karşısına Demokrat Parti (DP) rakip olarak çıktıktan sonra yapılan 1946 seçimlerinde yeni parti DP 66 vekil çıkartmış, 1950 seçimlerinde ise DP % 52,67, CHP %39,45 Millet Partisi de % 3, 11 oranında oy almış ve böylece çok partili hayatın gerçek manadaki ilk seçiminde Cumhuriyetin kurucusu CHP iktidarı kaybetmiştir...

Tarih kitapları yazmasa da ve çok fazlaca konuşulmasa da bu iktidar değişikliğinin başlıca nedeni, Osmanlı’dan sonra kurulan yeni cumhuriyetin toplumun geniş kesimlerince içselleştirilmemiş olmasıdır... Anadolu insanının dini duygularının istismar edilmesi, Laikliğin dinsizlik olduğu propagandasının yapılması, ezanın Türkçe okunmasının dinden çıkmak olduğunun söylenmesi ve bu içselleştirmemenin temel gerekçeleridir...

Kurtuluş savaşından sonra ülkede taş taş üstünde kalmamış olması, ekonominin son derece kötü durumda bulunması, manevi gerekçeler yanında ikinci, hatta üçüncü sırada yer almaktadır.

DP Genel Başkanı Menderes’in meclisteki sandalye sayısına güvenerek 1950 seçimlerinden önce meydanlarda halka hitaben söylediği “siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz” sözleri bu dönemin adeta özetidir...
*
Hemen sonrasında Amerikan yardımları v.s ile birlikte gücüne güç katan DP 1954 seçimlerinde %57.61, yine Osman Bölükbaşı önderliğindeki bir diğer sağ parti olan MP %4,85 oranında oy alırken CHP oyları % 35,35’e düşmüştür...

1957 seçimlerinde de tablo değişmemiş, DP oyunu %47,87 ye yükseltmiş CHP %41,09 ile 2. Parti olurken MP %7,3 oranında oy almıştır...
1960’ta askeri darbe yapılmış ve DP genel başkanı Menderes Yassı adada, adil olmayan bir şekilde yargılanarak 1961 de 2 bakanı ile birlikte idam edilmiş Türkiye demokrasi tarihinde ilk keskin virajına girmiştir...

DP iktidarından askerin ve toplumun bir kesiminin memnun olmadığının açık ilanı olan bu darbeden hemen sonra bu atmosfer hakimken yapılan 1961 seçimlerinde DP’nin devamı olarak kurulan Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi (AP) % 34,78 oranında oy alırken CHP, bütün olan bitene rağmen çok az bir farkla % 36,72 oranında oyla iktidar olmuş, MP’nin devamı olarak kurulan CKMP de %13,75 oranında oy almıştır... Bu seçimlerde ilk kez YTP ve İşçi Partisi de parlamentoda temsil edilmiştir...

1965 seçimlerinde ise darbe atmosferi dağılmış seçmen AP’yi %52,87 oy oranıyla yeniden iktidara taşırken, CHP’nin oy %28, 75’e düşmüş, CKMP %6,26 oranında oy almıştır...
1969 seçimlerinde de AP %46,53 ile birinci parti olurken CHP %27, 36’lara gerilemiştir. Bunda CHP’den ayrılan Turhan Feyzioğlu ve arkadaşlarınca kurulan Güven Partisinin %6,57 oranında oy almış olmasının etkisi olsa da ikisinin toplamı bile AP oylarının çok gerisinde kalmıştır.

1971 de askerler yine siyasete müdahale etmiş ve AP iktidardan uzaklaştırılmıştır.
Yaşanan ara dönemden sonra 1973 yılında yapılan genel seçimlerde AP % 29,82 CHP %27,36 Ferruh Bozbeyli başkanlığında kurulan Demokratik Parti %11, 89 oranında oy almış ve bu sonuçlara göre bir ara CHP-MSP koalisyonu gerçekleştirilmişse de uzun ömürlü olmamıştır...

 Döneme damgasını vuran “sağ” “sol” çatışmaları ile birlikte MHP güç kazanırken, AP iktidarı yıpranmış ve 1977 seçimlerinde bu kez Ecevit liderliğindeki CHP ilk kez % 41,38 AP %36,87 oy alırken, Erbakan önderliğindeki dinci Milli Selamet Partisi %8,56 oranında oy almış MHP de 3 vekillik kazanmıştır...
Üç yıl sonra 1980’de askerler bir darbe daha yaparak iktidarı devirmiş ve yeni bir ara döneme girilmiştir...

1983’te yeniden yapılan seçimlerde askerlerin kurdurduğu ve desteklediği Turgut Sunalp başkanlığındaki MDP % 23,26 oranında oy alabilirken, AP çizgisinin devamı olarak kurulan Turgut Özal liderliğindeki ANAP %45,14 gibi yüksek bir oy oranıyla iktidar olmuş, CHP’nin devamı olarak kurulan Necdet Calp başkanlığındaki Halkçı Parti ise % 30,46 oranında oy almıştır...

1987 seçimlerinde tablo değişmemiş ANAP %36,31 ile iktidarını korurken siyasi yasakları kalkan Demirel’in kuruduğu DYP %19,13 oranında oy almış, Erdal İnönü başkanlığında kurulan SODEP ise %24,74 oranında oy alabilmiştir...

Burada bir saptama yaparak, aynı kökten gelen ANAP ve DYP’nin oy oranları toplamının %55,44 gibi çok yüksek bir oranı bulduğunu belirtmekte yarar bulunmaktadır...
1991 seçimlerinde eski AP lideri Demirel’in DYP’si %27,03 ile birinci parti olurken, ANAP %24,01 ile 2. SODEP %20,75 ile 3. Olmuş, Erbakan’ın Refah Partisi ise % 7 oranında oy almıştır...

1995 seçimlerinde bu kez Erbakan’ın Refah Partisi %21,38 oranında oy alarak 1. Parti olmuş, merkez sağ’ın temsilcileri ANAP %19,65 ile 2. DYP %19,18 ile 3. Olurken Ecevit’in DSP’si 76, Baykal’lı CHP ise 49 vekil çıkarabilmiştir...

1999 seçimlerindeyse ülkede ekonomik durum hiç de iç açıcı değilken CHP baraj altında kalmış, Ecevit’in DSP’si %22,19 gibi düşük bir oy oranıyla 1. Olmuş, MHP büyük atak yaparak, %17,98 ile 2. Parti, kapatılan Refah Partisi yerine kurulan Fazilet Partisi %15,41 ile 3. Parti olmuş, ANAP ve DYP ise 86 ve 85 vekil çıkartabilmiştir...

2002 seçimleri bir başka büyük sürprizi beraberinde getirmiş, seçimlere kısa süre kala kurulan Recep Tayyip Erdoğan Başkanlığındaki AKP %34,28 ile tek başına iktidar olurken, CHP %19,41 gibi düşük bir oy oranıyla 2. Olmuş diğerleri barajı geçememiştir...

2007 seçimlerinde AKP oyunu artırarak % 46,16 ile iktidarını pekiştirmiş, CHP %20,85 oy oranıyla 2. Tekrar meclise giren MHP %14,29 oy oranıyla 3. Olmuştur...

2011 seçimlerinde tablo büyük oranda değişmemiş, AKP %49,33 ile 1. CHP %25,98 ile 2. MHP de %13,01 ile 3. Sırada yer almıştır...
*
Çok partili dönemde yapılan seçimlerin, özellikle de askeri darbe dönemlerinden sonra yapılan seçim sonuçlarının ortaya koyduğu çıplak gerçek, 1950’den sonra ülkede genel olarak “sağ” diye adlandırılan partilerin iktidar olduğu, seçmenin sağ partileri tercih ettiğidir...
*
1950 seçimlerinde DP ye teveccüh gösteren halk, 1960 askeri darbesinden sonra yapılan 1961 seçimlerinde atmosferin etkisiyle çok az bir oy farkıyla CHP’ye iktidar yolunu açtıysa da 1965 seçimlerinde % 55’lere varan büyük oy oranıyla DP’nin devamı olan AP’yi  iktidara taşımıştır. 1974 seçimlerinden sonra kısa süreli CHP-MSP koalisyonu yararlı olmamış 1977 seçimlerinde Ecevit’li CHP bu kez %41,38 oy oranıyla birinci parti olmayı başarmışsa da “sağ” olarak nitelenen ve milliyetçi cephe olarak anılan AP, MSP ve MHP’nin oy oranı toplamı %51,47 olmuş ve seçim sistemi gereği tek başına iktidar olamamış, AP’den ayrılan 11 bağımsız ile kurulan hükümet CHP’yi daha da yıpratmıştır.

Gerek MSP koalisyonu ve gerekse bu dönemde CHP’yi iktidar olmuş saymazsak ki, muktedir olamadığı için bu yanlış bir değerlendirme olmayacaktır;  bundan sonra yaşanan 1980 askeri darbesi ardından yine uzun yıllar AP’nin devamı ANAP’ın iktidar olduğu, bir ara kısa süreliğine diğer merkez sağ parti DYP’nin liderliğinde Erdal İnönü’lü ve daha sonra Murat Karayalçın’lı SHP’nin, koalisyonların küçük ortağı olabildiği kısa ve çalkantılı dönemlerin sonrasında yine “sağ” partilerden Refah Partisi ve merkez sağ koalisyonlar yaşanmış,  Ecevit’in liderliğinde üç partili koalisyon dönemi ciddi bir ekonomik krizle sonuçlanmış, koalisyon ortaklarının üçü de ilk seçimde baraj altında kalmıştır...

Toparlamak gerekirse, Türkiye 1950 seçimlerinde DP’nin iktidara gelmesinden sonra bugüne kadar geçen 65 yıllık süreçte CHP ve onun çizgisinde olan Ecevit’in DSP’si, askeri darbelerle oluşan ara dönemleri saymazsak tek başına iktidar olamamıştır...
*
Bu 65 yıllık süreçte CHP’nin ve sabun köpüğü misali bir anda şişip hemen yok olan DSP’nin seçmene ekonomik anlamda vaatlerde bulunmadığını söylemek elbette mümkün değildir. Aslına bakılırsa bunu her parti için söylemek gerekir. Zira seçime giden bir partinin seçmenin hoşuna gidecek, cebini ilgilendirecek ekonomik vaatlerde bulunmaması eşyanın tabiatına aykırıdır.

Dolayısıyla kimilerinin yazıp çizdiği ve söylediği gibi CHP’nin ilk kez bu seçimlerde kimlik siyasetini bırakıp ekonomik projeler ortaya koyduğu görüşü gerçeği yansıtmamaktadır.
Zira herkes bilmektedir ki, kimlik siyaseti denilen olgu 1980’li yılların sonunda PKK terörünün başlayıp 1990’lı yıllarda zirve yapmasına paralel olarak gelişmiş olup, AKP’nin cumhuriyet değerleriyle çatışma ve hesaplaşma içine girmesiyle de yeni bir boyut kazanmıştır.

Hadi 1990’dan itibaren CHP’nin kimlik siyaseti yaptığını bir an için kabul edelim ki, bu da tartışılır aslında, bu durumda 1950’den 1990’a kadar geçen 40 yılda iktidar olunamamasını açıklamak yine mümkün olmamaktadır. 

Öyleyse, CHP ve benzeri partilerin bir türlü iktidar olamamasını başka yerlerde ve nedenlerde aramak gerekir.
*
Bu noktada, bütün bu veriler çerçevesinde bir değerlendirme yapıldığında, Türkiye seçmeninin ekonomik vaatler ve projelerden ziyade dini inanç, mezhep, etnik köken, vatanın bütünlüğü v.s gibi daha çok manevi değerler üzerinden hareket ederek oy kullandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Böyle olduğu için doğu ve güneydoğuda CHP yoktur, MHP yoktur; Kürtçü partiler ve dini referans gösteren AKP vardır.

Ayrıca 2002 seçimlerinde Genç Parti başkanı Cem Uzan’ın mazotu 1 lira yapacağına, bütün ders kitaplarını ücretsiz dağıtacağına dair olan çok cazip ekonomik vaatlerinin partisinin barajı geçmesine yetmemiş olması da bu tespitin bir başka kanıtıdır.

Türk halkının büyük çoğunluğu, burada uzun uzadıya girmekte yarar görmediğimiz, cumhuriyetin kuruluş döneminde yaşananların etkisiyle, cumhuriyetin kurucusu CHP’ye sıcak bakmamakta, muhafazakarlık ve din gibi nedenlerle, sağ partileri kendisine daha yakın bulmakta ve bu saikle oy kullanmaktadır.

CHP’de son yıllarda bunu fark etmiş ve kendi içinde çatışmalar yaşaması, tabanının bir kısmının tepki göstermesi pahasına, merkez sağ açılımı adı altında, “çarşafa rozet” takmış, merkez sağ, hatta dini referans alan siyasetçilere kapılarını açmış, onları önemli makamlara yerleştirmiştir.

Bu kimlik değiştirme siyasetinin sandığa yansıdığını söylemek pek de doğru olmayacaktır. Bunun en somut örneği MHP’li Mansur Yavaş’ın aday yapılamasına rağmen Ankara seçimlerinin kaybedilmiş olması, Ekmeleddin İhsanoğlu tercihinin hüsranla sonuçlanmış bulunmasıdır.

Halk, bir şeyin aslı varken kopyasına veya taklidine oy vermemektedir.
*
CHP’nin “sağ” açılımı kadar, ekonomik vaatlerinin ne denli tutarlı olduğu da tartışmalıdır. Örneğin, kredi kartı borçlarının silineceği, bankacılık sektöründe ağırlık özel bankalardayken ne kadar inandırıcıdır. Emeklilere ucuz tatil yaptırılacağı tezi, kamu kurumlarının kamplar ve misafirhanelerinin çoğu elden çıkartılmışken ve turizm özel işletmelerin elindeyken ne kadar uygulanabilecektir. Fiyatların yükselişi, bir başka deyişle enflasyon önlenmeden emekliye 2 maaş ikramiye verilmesi ne ifade edecektir.

CHP bütün bu ekonomik projeleri için inandırıcı açıklamalar yapmalı, bunun yanında kimilerinin “kimlik siyaseti” diyerek küçümsediği alanlarda da açık ve net olmalıdır.

Mesela Kürt meselesini “parlamento çözer” gibi kapalı bir ifade yerine, gerek bu konuda gerekse PKK hakkında nerede durduğunu açıkça söylemelidir. ABD ve orta doğudaki BOP projesine ilişkin fikrini beyan etmelidir. Nükleer enerjiyle, ilgili düşüncesini açıklamalıdır...

Netice olarak; bütün bu değerlendirmeler ışığında, CHP’nin sağa açılması ile birlikte, ortaya attığı ekonomik vaatleri ve projeleriyle bu seçimde başarı göstereceği görüşü gerçekçi görünmemektedir...

Mustafa Tuğrul Turhan




  







21 Nisan 2015 Salı


Buzlu Su Yeter mi?

Uzun süredir olduğu gibi yine bütün gece doğru dürüst uyuyamamış sabahı zor etmişti. Erken saatte yataktan çıkıp, eskimiş olsa da bir türlü vazgeçemediği hırkasını omuzlarına atarak çaydanlığı ocağa koymak için mutfağa geçtiğinde kendisini oldukça halsiz ve yorgun hissediyordu.

Hoş, çayı koysa ne olacaktı. Uyuyamadığı yetmezmiş gibi son birkaç haftadır yemekte de zorlanıyor, sıvı yiyecekleri bile zor yutabiliyordu.

Mutfaktaki tıkırtılara uyanıp gelen kardeşi, kapıdan kafasını uzatıp meraklı gözlerle, “bu gece uyuyabildin mi” diye sorduğunda, bari o üzülmesin diye düşünerek, “eh fena değil, biraz daha iyiyiydi bu gece” demek için ağzını açınca, sözcükler yerine sadece anlaşılmaz bir hırıltı çıkmış, telaşla yutkunup boğazını temizledikten sonra aynı şeyi bir daha söylemek istediyse de yine sözcükler yerine o anlaşılmaz hırıltılar duyulmuştu sadece.

O an göz göze gelmişlerdi kardeşiyle, yoksa evet, yoksa o korktukları şey mi gelmişti başlarına? Doktoru, bir süre sonra konuşma yeteneğini de kaybedeceğini söylemişti, ama doğrusu ikisi de bunun sadece zayıf bir ihtimal olduğuna, bu ihtimalin de gerçekleşmeyeceğine inandırmışlardı kendilerini. Hem olsa da bunun hastalığın çok ileri safhasında gündeme geleceğini, bunun için de daha oldukça uzun bir zaman olduğunu düşünmüşlerdi birbirlerine açıkça söylemeseler de...

Gönüllerinden geçen buydu. Ancak, işte o korktukları başlarına gelmişti bile. Ayşe, konuşamıyordu, bir şeyler söylemek istiyor, ağzından hiçbir sözcük çıkmıyordu. Birden akan gözyaşlarına hakim olamadı; hıçkırıklara boğuldu. Onu omuzlarından yakalayarak hızla kendisine çekip sarılan kardeşi de ağlıyordu sarsılarak.

İkisi de büyük bir acı içindeydi...

Ayşe inancı gereği alın yazısına inandığından daha metanetli olsa da kardeşi onun kadar dayanamıyor, daha çok üzülüyordu ve ablası için elinden bir şey gelmemesi onu kahrediyordu.

***

Nereden gelmişti başlarına bu, daha önce adını bile hiç duymadıkları hastalık; ismi bile garipti, ALS ne demekse?..

Birkaç yıl önce kollarında ve bacaklarında halsizlik, ev işlerini görürken ellerinde güçsüzlük hissetmeye başlamış, ama bunu ilerleyen yaşına vermişti. Birkaç kez gittiği nöroloji doktorları beyin tomografisini çektirip baktılarsa da bu halsizlik ve güçsüzlükleriyle ilgili somut bir şey söyleyememişlerdi.

Bu da yaşlılıkla ilgili bir durum olduğu yolundaki kendi kanaatini güçlendirmiş, doktor’a da giderek gereğini yapmış olmanın verdiği iç huzuruyla duruma alışmaya çalışmış, pek de üzerinde durmamıştı.

Lakin konuşması belirgin bir şekilde ağırlaşıp, nefes almakta ve yutmakta zorlanınca yeniden doktora gitmiş ve bu defa yapılan birçok tetkik ve araştırmadan sonra ALS teşhisi konulmuştu.

Bu durum, önceki doktorların araştırma ve tetkiklere rağmen hastalığı teşhis edemedikleri anlamına gelmiyordu. Çünkü ALS, belirtileri net bir şekilde ortaya çıkana kadar kesin teşhis konulamayan, ilk evrelerinde başka birçok sıradan sağlık sorununa benzeyen bir hastalıktı.

Kaldı ki, erken teşhis edilmesi de diğer pek çok hastalıkta olduğu gibi bir avantaj sağlamıyordu. Zira hastalığın tedavisi olmadı gibi evrelerinin ilerlemesini geciktirtecek ilaç ve yöntemler de yoktu. Amerika’da, ilerlemesini ağırlaştırdığı söylenen bazı ilaçlar olsa da bunlar Türkiye’de ruhsatlanmamış ve satışa sunulmamıştı. Daha doğrusu, bu tür ilaçların gerçekten ilerlemeyi geciktirdiği henüz bilimsel olarak kanıtlanmamıştı.

***

ALS hastalığı hızla ilerlemiş, konuşamaz olmuştu. Derdini işaretlerle ve daha çok da kağıda yazarak anlatıyordu artık. Yutması da imkansız hale gelmişti neredeyse. Hiçbir şey yiyip içemiyor, tükürük salgılarının dudaklarından sızmasına ve boğazında birikmesine engel olamıyordu. Besleneme ve uyuyamamanın doğal sonucu olarak, iyice güçsüz düşmüştü.

Doktoruyla son görüşmesinde beslenmesinin karnına açılan bir delikten doğrudan mideye gidecek kanal yoluyla sıvı mama verilerek yapılacağını konuşunca iyice sıkılmıştı canı.

Çaresizdi, neye nasıl itiraz edebilir ve istemeyebilirdi ki. Doktorların dediği her şeyi yapmak, buna da razı olmak zorundaydı.  

***

Sonunda hastaneye yatmış ve midesine giden beslenme kanalı için karnından bir delik açılmıştı. Artık bundan sonra o kanaldan günde beş kez belli miktarda sıvı enjekte edilecek su ihtiyacı da aynı yolla karşılanacaktı. Bundan böyle, canı çok istese de hiçbir besini yeme ve içme imkanı olmayacaktı.

Bu, elbette kabullenilmesi ve de alışılması çok zor bir durumdu. Banyosu, yatması, kalkması her şeyi karnındaki o kanal varken son derece zor olacaktı. Ancak, bütün bu zorluklara katlanmak zorundaydı.

Hastalığı ile ilgili edindiği bilgilerden evrelerin ne olduğunu, başına gelecekleri iyi kötü öğrenmişti. Ama öğrenmek ve bilmek başka iş başa gelince katlanmak ve kabullenmek çok başka işti.

***

Karnındaki delikten beslenmeye başlayalı daha bir hafta kadar anca olmuştu ki, delikte enfeksiyon oluşmuş, bu da yetmezmiş gibi, bir şey yiyip içmese de ağız salgılarının akciğerine kaçması nedeniyle nefes almakta zorlanmaya başlamış, öksürük başlamış, ateşi yükselmişti.

Bu tablo istemese de tekrar acil servise başvurmasına neden olmuş, gider gitmez de yatırılması uygun görülmüştü. Yapılan tetkikler ve incelemeler sonunda zatürre olduğu anlaşılmış ve derhal antibiyotik tedavisine başlanmış, karın deliğinde gelişen enfeksiyon için de ayrı tedavi yöntemleri sokulmuştu devreye.

Zatürre, ALS’nin fıtratında vardı ve onu da yakalamıştı; hiç de iç açıcı değildi durumu.

Boğazında biriken salgı ve artıkların özel aparatlarla emilerek çıkarılması, tıp dilinde aspire edilmesi işlemi birkaç kez yapılmış, bu oldukça sıkıntılı yöntem onu daha da yormuş, canından bezdirmişti.

Artık iyice güçten düşen parmaklarıyla zor tutabildiği kalemle not defterine, bu şekilde yaşamak istemediğini yazmıştı.

Nefes almasını sağlamak için muhtemelen birkaç gün sonra trakeostomi operasyonu yapılacak ve nefes borusuna dışarı açılan bir delik açılacaktı.

ALS kendi seyrinde ilerledikçe kim bilir daha neler yaşayacaktı.

Kendisi gibi olan ve sayıları yüzdeye vurulduğunda diğer hastalıklara göre az olduğu için ilaç ve araştırma şirketlerinin kaynak ayırıp çözüm aramadığı ALS’ye yakalanmış diğer tüm hastalar gibi kaderine boyun eğmekten başka çaresi yoktu.

Belli ki, hastalığa dikkat çekmek ve tedavisi için araştırmalar yapılmasını sağlamak için kafalardan aşağı daha çok buzlu su dökmek gerekecekti...

Mustafa Tuğrul Turhan 

                                                                  

12 Nisan 2015 Pazar

Milletçe Alkışlamak Talihsiz Paradokstur...

Yaşı yetenler bilir, eskiden, yaşamını bir dava uğruna mücadeleye adayanların son yolculuğuna uğurlandığı cenaze törenlerinde olsun, miting meydanlarında olsun, sloganlar atılır, sol veya sağ yumruklar havaya kaldırılırdı...
*
Bir protesto “biçimi” olarak “alkışlamak”, son yıllarda moda oldu...
*
Buna bir protesto biçimi demek bile tartışılır aslında...
*
Bunu, benimseyenler olduğu kadar, benimseyenler de vardır...
*
Rahmetli Cem Karaca’nın, öldüğünde cenazesinde alkış tutulmamasını vasiyet ettiğini sevenleri hatırlar...
*
Alkışın, özellikle son yıllarda bir protesto biçimi olarak yaygınlaşması, bilinçli bir tercih değil, toplum üzerindeki baskı nedeniyle slogan atmanın, pankart açmanın, doğrudan dikilmenin ağır yaptırımlara uğratılmasının getirdiği zorunlu bir sonuçtur...
*
Yani kimse kusura bakmasın, ama alkış, son tahlilde sinmenin, çekinmenin ve hatta korkmanın ürünü olarak ortaya çıkmış, dolaylı ve pasif bir “protesto” şeklidir...
*
Hal böyleyken;  reklamcı Ali Taran’a uyup,  bir taraftan miting meydanlarında “korkmayın, yılmayın, sinmeyin” denilirken,  diğer taraftan seçim kampanyasını “milletçe alkışlıyoruz” sloganı üzerine inşa edilmesi, olsa olsa ülkenin mücadele tarihinden bihaber, talihsiz bir paradokstur...

Mustafa Tuğrul Turhan


Korkmaması Gerekenler Kimlerdir?..

CHP seçim kampanyasına İstanbul Kartal mitingiyle başladı...
*
Kılıçdaroğlu meydanda bir laf etti; kimileri hemen benimsedi...
*
Sosyal medyada dönüp duruyor...
*
Şöyle diyor Kılıçdaroğlu, “Açık yüreklilikle söylüyorum korkmayın, yılmayın, sinmeyin.” 
*
Ne demek bu şimdi?
*
Kampanyayı yapanlar ne düşündü de bu lafı buldu acaba?...
*
Hani bunu, Güney Doğu da yaptığı bir mitingde söylese belki anlaşılır; PKK’nın baskı ve tehditlerinden korkmadan oy vermelerini sağlamak istiyor diye düşünülür...
*
İstanbul’un göbeğinde, o lafı söylemeden önce size söylüyorum diye tek tek saydığı, öğrenci, öğretmen, işçi, işveren, memur, çiftçi, esnaf emekli, ev kadını, çöpte kağıt toplayan vatandaş, işsiz yoksul vatandaş, merdiven altı çalışan sigortasız vatandaş, iş dünyası, finans, sağlık, spor ve medya dünyası, hukuk alemi, hakim, savcı, avukat, belediyeler, sivil toplum örgütleri, devletin kurumlarında çalışan vatandaşlar, bütün yurttaşlar neden korkacak, neden sinecek?
*
Hepsi, şimdiye kadar sandığa gidip özgür iradesiyle oy kullanmadı mı, CHP’nin kandığı yerlerde korkmadı da kaybettiği yerlerde mi korktu; bunu söylemek mümkün mü?
*
Seçim kaybetmenin gerçek nedenlerini görmeden bu lafı etmek, şimdiye kadar kaybedilen seçimlerin faturasını da vatandaşa yüklemek değilse nedir...
*
Korkma ben varım demek, vatandaş için “şimdiye kadar korkarak oy kullandın”, kendin için de “şimdiye kadar ben yoktum” demek değil midir?
*
Vatandaşı karanlık günlerden çıkartmak adına umut olarak ortaya çıkmak, seçim meydanlarında korkmayın, sinmeyin, yılmayın demekle olmaz...
*
Tekel işçisi, Yatağan işçisi sokağa atıldığında, Şişe Cam işçisinin, Metal işçisinin grevleri ertelenip hakkı yendiğinde, o tek tek saydığın vatandaşlar, Gezi Parkı protestolarında, Validebağ'da, hak aradığı bütün alanlarda gazlandığında, coplandığında, itildiğinde, kakıldığında  29 Ekim’de 19 Mayıs’ta polis barikatlarını yıktığında büyük cesaret örneği verirken, korkmadan onların yanlarında durmakla olur...
*
Bu cesaret destanları yazılırken vatandaşın yanında olanları, milletvekili listelerinden tasfiye etmekle değil, onları liste başı yapmakla olur...
*
Kısacası vatandaş gereken cesareti en zor koşullarda göstermiştir; seçim sandığında da haydi haydi gösterecektir...
*
Korkmaması gerekenler, cumhuriyet sevdalısı halka güvenmek yerine, Ekmeleddin’lere, Kemal Dervişlere sarılanlardır...
*
Cesaret konusunda vatandaşın çok çok gerisinde kalanlardır...

Mustafa Tuğrul Turhan