30 Aralık 2014 Salı

Bazen Susmak Konuşmaktan Daha İyidir...

Bir ülkenin geleceği tehlikedeyse eğer, orada, herkesten daha çok cesaretli olması, topluma önderlik etmesi gerekenler vardır...
Onlar, statüleri gereği toplumun kendilerinden beklenti içinde olacak konumda olanlardır...
Kuşkusuz, hangi statüte olanlardan cesaret ve önderlik bekleneceği, ülkeden ülkeye, toplumdan topluma değişiklik gösterir...
*
Mesela, Mustafa Kemal’in kurduğu Laik Cumhuriyet, karanlığa sürüklenip, yok edilmek isteniyorsa, başta onun kurucusu olduğu partiden, o partinin genel başkanından, basın yayın organlarından, yasama ve yargı erkini temsil edenlerden, sivil toplum kuruluşlarından ve de onun ordusunu temsil eden emekli veya muvazzaf Genel Kurmay başkanından cesaretli olması beklenir...
*
Elbette, özellikle Genel Kurmay Başkanı başta olmak üzere bu kişi veya kurumların gösterecekleri cesaret, darbe yapmak veya darbeye çanak tutmak değil, demokratik kurallar içinde gereken tepkileri vermek, topluma önderlik etmektir...
*
Gazeteci Ahmet Hakan’ın dün CNN Türk kanalında önceki Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ ile konuşmasını izlerken, çoğu zaman şaşkınlık içinde kaldım...
Başbuğ’un ülkenin kendisinden beklediği tavrı gösteremediğini düşündüm...
*
Şike davasında, salt başkanları Aziz Yıldırım’a sahip çıkan Fenerbahçe taraftarına övgü dizerken, bütün haksızlıklara karşı dikilen ve hak ve özgürlüklere, demokrasiye sahip çıkarak “Gezi’de” kahramanlaşan ve bugün darbe yapmakla suçlanıp yargılanan Beşiktaş’ın Çarşı grubundan söz etmemesini yadırgadım...
*
Orduya kurulan “kumpas” nedeniyle bir süre cezaevinde de yatan Başbuğ’un, mealen; kendisine ve orduya bir oyun tezgahlanacağını, o zamanın Başbakanı Erdoğan’a ilettiğini ancak, netice alamadığını, kendileri içerideyken 24 Aralık 2013 tarihinde, Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan’ın, cemaati kastederek “bunlar orduya kumpas kurdular” demesiyle,  içerideki bütün arkadaşlarıyla birlikte umutlandıklarını, zamanında yaptıkları uyarıları nihayet siyasi iktidarın da gördüğünü, söylemesini hayretle izledim...
*
Çünkü Başbuğ, bu açıklamalarıyla aslında, AKP’nin, Ergenekon ve Balyoz gibi orduya karşı yapılan “oyunlardan” sadece ve sadece “cemaati” sorumlu gösterip, kendisini “sütten çıkma ak kaşık” göstermesine yönelik stratejisini kuvvetlendirmiş olmaktadır...
Cemaati suçlu, Hükümeti,  bir başka deyişle siyasi iktidarı ise, aldatılmış olarak göstermektedir...
Oysa bir Genel Kurmay Başkanının, orduya operasyon yapılacağı istihbaratı kendisine kadar ulaşmışsa, bu bilgiden, emrinde MİT ve Polis bulunan hükümetin başbakanının da haberi olması gerektiğini bilmesi gerekir...
*
En azından, bugün toplumun kendisinden beklenen cesareti gösterip, doğruları konuşamıyorsa, hiç konuşmaması, susması gerekir...
*
Zira özel TV kanallarında boy gösterip AKP’yi, yakın geçmişte orduya ve demokrasiye karşı gerçekleştirilen oyunlardan soyutlayarak, “cemaat” tarafından aldatılmış göstererek yaptığı ve yapacağı her konuşma, hakkında açılan davalardan kurtulmasını sağlayacak olsa da ülkenin ve cumhuriyetin çöküşünü daha da hızlandıracaktır...
*
Oysa “söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır”...
Ki, bunu en iyi bilmesi gereken de Mustafa Kemal’in ordusunda en üst komuta kademesinde bulunan kendisidir...

Mustafa Tuğrul Turhan








28 Aralık 2014 Pazar

CHP’nin İktidarı Bir Başka Bahara...

Basından öğreniyoruz ki, CHP’nin, seçimlerde aktif olarak saha çalışması yapacak olan il ve ilçe örgütlerinin başkanlarının önemli bir bölümü, milletvekili olmak için görevlerinden istifa etmişler...
Seçimlerin kaderini önemli ölçüde belirleyen İstanbul’da İl Başkanının yanı sıra 11 ilçe başkanı, göreve gelişinden bu yana daha 6 ay geçmiş olan Ankara İl Başkanı Necati Yılmaz ve Çankaya İlçe Başkanı ve bazı ilçe yönetim kurulu üyeleri de istifa edenler arasında...
*
Anlaşılan o ki, uzun yıllardır iktidar olamayan CHP’nin 2015 yılı içinde yapılacak seçimlerde de iktidar olmayı başaramayacak...
*
Çünkü bir siyasi parti, iktidara gelmek için uğraş verirken en büyük silahı, örgütü, bir başka ifadeyle teşkilatıdır...
Örgütü ne kadar deneyimli ve çalışkan insanlardan oluşursa, iktidar şansı da o kadar yüksek olur...
Örgüt, iktidara yürümenin en önemli unsurudur...
*
Eskilerin tabiriyle “dereyi geçerken at değiştirilmez.”
Yani, bir işin can alıcı yerine gelindiğinde esas üzerinde değişiklikler yapmak doğru değildir...
Ama gelin görün ki, CHP örgütünün önemli noktalarındaki yöneticileri,  tam da kendilerinden sahada çalışmaları beklenirken milletvekili olma sevdasıyla istifa ediyorlar...
Yerlerine bir başkası gelecek...
*
Elbette herkesin milletvekili adayı olmaya hakkı var; ancak, parti yöneticileri için öncelik, kendilerinin milletvekili olmalarından önce partinin seçimden başarıyla çıkması olmalıdır...
İstifa edenlere sorsan, hepsi, partinin neferidir; koltuk sevdalısı değildir; hangi görev olursa yapmaya hazırdır...
Peh, peh, peh!..
*
İyi de mesela Ankara’da, daha göreve 6 ay önce gelen bir İl Başkanının istifa ederek vekil olma telaşına düşmesinde bir gariplik yok mudur?
Daha önce Çankaya Belediye Başkanlığı için aday adayı olan ve bu adaylığa Alper Taşdelen’in “atanmasıyla” umduğunu bulamayan Necati Yılmaz’ın, hemen arkasından İl Başkanlığına aday olup seçildikten kısa süre sonra da milletvekilliğine aday olması koltuk sevdası değilse nedir?
*
Bu istifa, genel merkez ile birlikte planlanmadıysa ki, böyle olduğu kuvvetle muhtemeldir;  çok daha garip ve yanlıştır...
Partisinin tercihlerine bakılırsa, kuvvetle muhtemeldir ki, milletvekili adayı da yapılmayacaktır...
Öyleyse, CHP yönetiminin Ankara gibi önemli bir ilde, seçime kısa süre kala il başkanının örgütü bırakmasına seyirci kalmasının yanlışlığı da ortadadır...
*
Milletvekili adaylığını, örgüt yöneticilerinin sadece kendi tercihlerine bırakmak, demokratlık değil, en hafif ifadeyle, örgüt olma bilincine sahip olmamaktır...
Kısa süre kalan genel seçimlere, örgütü ile işbirliği yaparak, kimin nerede olacağına birlikte karar verme disiplinini sağlayamayan bir partinin başarılı olma şansı da ne yazık ki, bu çalışma anlayışıyla doğru orantılı olup,  son derece azdır...
*
Görünen odur ki, en azından İstanbul, Ankara gibi seçim sonuçlarını etkileyecek büyük illerin başkanlarını örgütün başında tutamayan, İstanbul İl başkanının yerine, İstanbul ile hiç alakası olmayan ve siyasetteki başarı grafiği de çok tartışmalı olan Murat Karayalçın’ı atayan CHP’nin iktidar olma umudu bir başka bahara kalacaktır...

Mustafa Tuğrul Turhan








26 Aralık 2014 Cuma

Ak Sarayın Ziyaretçileri...

Ak Sarayın toplumun vicdanını rahatsız ettiğini fark ettiler...
Her fırsatı değerlendirip, o sarayı şirin ve meşru göstermek için seferber oluyorlar...
*
Bir yandan, Sn. Cumhurbaşkanı, sarayın “Türk milletinin itibarı olduğunu”, İngiltere başbakanı David Cameron’a, “sizin oradaki saray restorasyonu için de yaygara var mı” diye sorup, olmadığı cevabını aldığını söylüyor...
*
Bir yandan da saraya ziyaretçiler kabul edilip, oradan ayrılırlarken kraldan çok kralcı davranarak basına, “sarayın mütevazı ve çok güzel” olduğu yönünde açıklamalarda bulunmalarına uygun zemin hazırlanıyor...

Ve bu açıklamalar, malum medyada abartılı biçimde manşetten veriliyor...
*
Kim o ziyaretçiler?...
Kılıçdaroğlu’nun “sanatçı yalaka olmaz” lafını üstüne alınan Hülya Avşar...
Galatasaray Kulübü futbol şubesi sorumlusu Abdurrahim Albayrak...
*
Bakmayın siz Rusya Devlet Başkanı Putin’in de çok beğendiğini söylediği yolundaki haberlere...
Yakınlarına söylemiş; anlayacağınız, doğrudan bir açıklaması yok...
Dolayısıyla söyleyip söylemediği belli değil...
Hoş, diplomatik nezaket gereği söylemiş olsa ne ifade eder...
*
Siyasi görüşleri ve icraatları ne olursa olsun bakan, başbakan, cumhurbaşkanı, gibi unvanları taşıyanlara yakın olmayı, sosyal bir statü ve değerli olmak zanneden sözde sanatçılardan olan Hülya Avşar’ın, Ak sarayı ziyaretten sonra, “Hiç tahmin ettiğiniz kadar ihtişamlı değil. Neredeyse benim evim daha şaşaalı diyecektim.” Demesi, sahip olduğu kültürün tipik bir göstergesi değilse nedir?
*
 Galatasaray maçlarını izlerken yaptığı garip hareketlerini konu alan videolarıyla dikkat çeken ve Ak Sarayı ziyareti sırasında Cumhurbaşkanına hitaben, “Camiam adına, Yönetim Kurulum adına, bütün futbolcu kardeşlerim adına size ne kadar teşekkür etsem azdır Sn. Cumhurbaşkanım. İnan ki, bugün çok heyecanlıyım. Allah sizden razı olsun; iyi ki, varsınız Sn. Cumhurbaşkanım. Sizin desteklerinizle inanıyorum ki, Türk futbolu çok daha iyi yerlere gelecek. Şahsım, tüm camiam ve Yönetim Kurulum adına size çok teşekkür ediyorum.” Şeklinde konuşarak, orada Galatasaray gibi köklü bir camiayı temsil ettiğinin dahi farkında olmadığını gösteren Abdurrahim Albayrak’ın, çıkışta da “Muhteşem bir köşk. Saray ile ilgili yapılan konuşmaların kıskançlık olduğunu düşünüyorum. Köşkü gördükten sonra birçok yabancı futbolcumuz da Türk vatandaşı olmaya karar verdi. Dünya'nın hiçbir yerinde böyle bir sarayın olduğunu düşünmüyorum. Bu bir eserdir.”  Demesinden daha doğal ne olabilir...
*
Kuşkusuz, bu açıklamaların ciddiye alınması bile sahiplerine iltifat olur...
*
AKP, “Ak Sarayı” kamu vicdanında “aklamak” için “bunlar” gibi ziyaretçilerin yapacağı övgülerden medet umar hale gelmişse, işi çok zordur...

Mustafa Tuğrul Turhan






25 Aralık 2014 Perşembe

Felsefe, Dil ve AKP İktidarı...

Konya’da Sn. Cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle 16 yaşında bir çocuk tutuklandıktan sonra artık Sn. Cumhurbaşkanı’nı eleştirmenin, kelleyi koltuğa almak olduğu çok net ortaya çıkmıştır...
Lakin esas olan, tam da bu gibi “korku salma” girişimlerinin arttığı zamanlarda dik durmak, doğruyu söylemeye devam etmektir...
Pir Sultan’ın söylemiyle “dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyebilmektir...
*
Ki, zaten Sn. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dün TÜBİTAK Bilim Ödülleri töreninde, “Türkçe ile felsefe yapamazsınız. Ya Osmanlıca ya İngilizce ya da başka bir dil kullanmanız lazım. Bu sorunlar devlet eliyle değil, bilim adamları eliyle çözülmeli.” Demesi karşısında sonucu ne olursa olsun, eleştiri yapmamak da elde değildir...
*
Öncelikle belirtelim, Erdoğan’ın “Türkçe ile felsefe yapamazsınız” demesi, çok değil, iki yıl önce Anayasanın Dili Sempozyumu'ndaki konuşmasında, Felsefe ve Türkçe ile ilgili olarak, “Zaman zaman söyleniyor; Türkçe ile felsefe yapılmaz. Bunların tamamı ırkçılık kokan açıklamalardır aslında, ırkçılık ihtiva eden bir düşünüştür.” Şeklindeki ifadesiyle açıkça çelişmektedir ki, bu yadırganacak bir durum olmayıp, tam bir Erdoğan klasiğidir...
*
Türkçe ile felsefe yapılamaz denilmesini ırkçılık olarak gören Erdoğan’ı, iki yıl sonra kendi deyimiyle “ırkçılık ihtiva eden” bir düşünceyi benimser hale getiren güç, kuvvetle muhtemeldir ki, yine kendisinin ortaya attığı “Osmanlıca” öğretime karşı gösterilen tepkilerdir...
*
Hadi bunu geçelim, birisinin, “Türkçe ile felsefe yapamazsınız” demesi her şeyden önce onun, felsefe “yapılmamasını” dert edinmesi, felsefe “yapılmasını” önemsemesi ve buna değer vermesi demektir ki, Erdoğan’ın, böyle birisi olduğunu söylemek neredeyse imkansızdır...
*
Çünkü felsefe, düşünce bilimidir;  eleştirel düşünmeyi, sorgulamayı, araştırmayı temel alır; felsefe dersleri de körü körüne inanan değil, sorgulayan, eleştiren, insanlar yetiştirmeyi hedefler...
Bütün bunlarınsa, AKP’yi ve ülkeyi “ben ne dersem o” anlayışıyla “tek adam” olarak yöneten Erdoğan’ın fıtratına ve başında bulunduğu iktidarın eğitime bakışıyla taban tabana ters olduğu çok açıktır...
*
Cumhuriyeti’nin ilanından sonra on saate kadar çıkarılan felsefe dersleri, 1990’lı yıllardan sonra giderek azaltılmış, AKP iktidarınca getirilen 4+4+4 sistemiyle de, felsefe grubunda olan sosyoloji, psikoloji ve mantık dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmış seçmeli ders kategorisine bile alınmamıştır...
Hal böyleyken,“Türkçe ile felsefe yapamazsınız” demenin geçerli hiçbir anlamı yoktur...
*
Hele felsefe yapmak için “Osmanlıca’nın” ideal bir dil olduğunu söylemek suretiyle, Osmanlı’yı felsefeye önem verir ve yaparmış gibi göstermekse, tarihi görmezden gelmektir...
Zira güvenilir araştırmalar göstermektedir ki, Osmanlı’nın felsefe ile başı hiç de hoş değildir...
*
Mesela, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinin 14-1 sayı 113. Sayfasında yer alan Osmanlı’da Felsefe başlıklı yazıda, “16. yüzyıldan itibaren bazı şeyhülislamların İslam tasavvurlarına aykırı olduğu gerekçesiyle, ders programlarından çıkarılmıştır. Felsefe ve diğer farklı görüşlere muhalif olunmuştur. Bilim hayatı gerilemiş ve düşünce hayatı durgunlaşmıştır. Felsefenin bir milletin veya çağın bilim ve kültür hayatını belirleyen temel unsur olduğu düşünülürse, başlatılan uygulamanın ilim hayatı için ne denli yıkıcı olduğu görülür.” Denilmekte,
Yine, Ülkü Öktem’in Osmanlı’da Felsefe yazısında, “Ülkemizde okullardaki felsefe derslerinin gittikçe azaldığını görmekteyiz. Bunun bir benzeri de Osmanlı’da yaşanmıştı. Yenilikçi padişah Fatih’in kurduğu medreselerdeki felsefe dersleri kaldırılmıştı. Daha sonra felsefeye benzer ne varsa çıkarılmıştı. Hoşgörü ve farklılıklara saygı bile tamamen yok edilmişti.” İfadelerine yer verilmektedir...
*
Kısacası, Tanzimat’a kadar yalnız İslam tarihi okutulan, din öğretimi her zaman önde olan ve padişaha adeta “kulluk” eden bir insan modeli yetiştirilmesi temel amaç edinilen Osmanlı’nın felsefe gibi bir derdi olmamıştır...
*
Osmanlı gibi bugün de “dindar nesiller” yetiştirmeyi hedefleyenlerin, özgür, düşünen, sorgulayan ve konuşan insanlara tahammül edemediği, dolayısıyla felsefe yapmak gibi bir meselelerinin olmadığı da ortadadır...
*
Onların, “Türkçe'yle felsefe yapılmaz, ya Osmanlıca ya da başka bir dil kullanmanız lazım” demesi, felsefe yapılmasına değil, olsa olsa Cumhuriyet öncesine duydukları özlemin ifadesidir...

Mustafa Tuğrul Turhan










16 Aralık 2014 Salı


Tahşiye...  Devlet Egemenliği ve Sorumluluk...

Pollyanna gibi her şeyde bir iyi taraf görmeye çalışırsanız, operasyonlarında faydalı yanları olduğunu görürsünüz...
Mesela son operasyonda, yazdıkları “Tahşiye” isimli yayınevinde basıldığı için “Tahşiyeciler” olarak adlandırılan dinci bir grubumuzun daha olduğunu öğrenmiş olduk fena mı?...
Bilgi bilgidir sonunda...
*
Biz yeni öğrendik ama meğerse Fethullah hoca ta 2009 yılında, bir konuşmasında bu gruptan söz etmiş ve de bu örgütün, masum insanların evlerine silah koyacağından dem vurmuş...
Sonra ne olmuş?...
Samanyolu TV’de yayımlanan “Tek Türkiye” isimli, dizide hocanın bu söylemi aynen senaryolaştırılmış, “Tahşiye” örgütü suç işliyor gösterilmiş...
Peki, bundan sonra ne olmuş?..
Hocanın İstanbul emniyetindeki adamları harekete geçmiş, “Tahşiyecileri” teknik takibe alıp izlemiş, örgüt lideri olarak gösterdiği, Molla Muhammed olarak anılan Mehmet Doğan’ın ve arkadaşlarının evlerine baskın yapmış ve güya el bombaları bulup özel savcılığa sevk etmiş...
Savcılık mahkemeye göndermiş ve mahkeme çoğunu tutuklayarak cezaevine göndermiş...
*
Şimdi Sn. Cumhurbaşkanı molla Muhammed’i kastederek diyor ki, “17 yıl iki gözü görmeyen bir insanı bütün bir operasyonun başı diye yakalayıp içeri alanlar bunlardı. Bu sürecin bedelini ödüyorlar ve ödeyecekler."
*
Yani, bir zamanlar “cemaat” devlete ve de özellikle emniyet ve yargıya o kadar hakim ki, kendilerine muhalif gördüklerini bir suç uydurarak içeri tıkabiliyor...
*
Şimdi eğri oturup doğru soralım...
Devletin en küçük bir müdürlüğünde bile oranın müdürü, maiyetindeki elemanların suç teşkil eden çalışmalarından “benim haberim yok” diyemeyeceğine, böyle dese bile sorumluluktan kurtulamayacağına göre, o dönemim Emniyet Müdürü, İçişleri bakanı ve de Başbakanı bütün bu olup bitenden sorumlu değil midir?
“Devlet egemenliğinin”  “bir bölümümü” bir tarikatın inisiyatifine bırakanlar, bugün o tarikat için “bu sürecin bedelini ödüyorlar ödeyecekler” diyerek, işin içinden sıyrılabilir mi?
*
“Bunlar olurken haberim yoktu” deniyorsa, durum daha da vahim demektir...
*
Bugün, cemaate yakın isimler, “devletin egemenliğini ele geçirme” suçunu işledikleri gerekçesiyle gözaltına alınıyorsa, bu iddia aynı zamanda devletin egemenliğini elinde tutmakla yükümlü olanların, bu yükümlülüğü yerine getiremediklerinin de kabulü anlamına gelir...
Öyleyse, zamanın hükümetinin ve başbakanının sorumluluğuna da bakılması gerekir...
*
Hal böyleyken, AKP iktidarı, bütün kötülüklerin ve olumsuzlukları cemaatin sırtına yükleyip, “sütten çıkmış ak kaşık” görünme çabası içindedir...
*
Bu çabanın ürünü olduğu izlenimi veren son operasyon ister istemez, cemaatle yollar ayrıldığı için “devlet egemenliğini” bugün tümden elinde bulunduranların, birkaç yıl önce devlet egemenliğinin bir bölümünü ele geçirerek, muhaliflerine suç atfedip içeri attırmakla itham ettikleri o cemaatin yöntemlerini kullandığını düşündürmektedir...
*
Memleketimin manzarası maalesef budur...
İstikrar diye diye ülkeyi tek parti diktatoryasına mahkum edip, hükümet ortağı partilerin birbirini denetlediği koalisyon dönemlerini yerenlerin kulakları çınlasın...
Koalisyon olsa, ülke AKP’den çoktan kurtulmuş, büyük olasılıkla da sorumlular yüce divana gönderilmişti...

Mustafa Tuğrul Turhan

Bu Operasyon Tuzu Kokutanların Hesaplaşmasıdır...

Twitter fenomeni Fuat Avni iki gün önce birçok ilde gazetecileri de kapsayan geniş bir operasyon yapılacağına dair twit attı; Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç bununla ilgili olarak, “Bahsi geçen twitleri aldım, ciddi buldum, biraz da vahim buldum. Umarım ki bunların aslı çıkmaz veya bu ölçüde çıkmaz veya yargı olayının dışına taşan bir durum olmaz.” Dedi...
*
Ve o operasyon, bu sabah 13 ilde sabah erken saatte başladı; polis, Fethullah Gülen cemaatinin sesi Zaman Gazetesi ve Samanyolu TV kadrolarının ev ve işyeri adreslerine baskın yaptı...
*
Ergenekon ve Balyoz operasyonları ile cemaate ilişkin kitap veya yazı yazan gazetecilere yönelik gözaltılar sırasında sesi çıkmayan, cemaatçi Zaman Gazetesi ve Samanyolu TV şimdi hak hukuk diye bağırıyor...
Bu operasyonların 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonunun intikamı olarak yapıldığını söylüyor...
*
Türkiye operasyondan operasyona, davadan davaya koşuyor...
Dün askere ve basının bir bölümüne, bugün polisin bir bölümü ile basının bir başka bölümüne...
Yarın bakalım kime veya kimlere...
Fuat Avni yazar, öğreniriz nasılsa...
*
Bunca toz duman içinde, bu ülkede durumun normal olduğunu ve demokrasinin işlediğini söylemek mümkün müdür?
Elbette değildir...
Hukukun yerini, düzmece operasyonlar ve davaların aldığı, devletin içinde çeşitli grupların birbirini dinlediği ve entrikalara dayalı iktidar savaşlarının yaşandığı bir yerde işlerin normal yürüdüğünü söylemek için demokrasinin ne olduğunu hiç bilmemek gerekir...
*
Devlet uzun süredir bu haldedir ve ne yazık ki, kendilerine operasyon yapılanlar bu faşizmdir derken, operasyonun yanında olanlar demokrasiden söz etmekte, bu kısır döngü sürüp gitmektedir...
Oysa bir sistemin faşizm mi, yoksa demokrasi mi olduğunu görmek ve söylemek için illa ki operasyonlara muhatap olmak gerekmemektedir...
Kime yapılırsa yapılsın haksız, hukuksuz, birilerini tasfiye amaçlı, düzmece her türlü operasyon faşizmin ta kendisidir ve bunlara karşı olmakta, demokrat olmanın en temel gereğidir...
*
Polis teşkilatı içinde ve yargı erkinde kadrolaşarak, devleti ele geçirmek için bu tür operasyon düzenleyenlerin ve buna sessiz kalanların, operasyon sırası kendilerine geldiğinde demokrasi diye bağırmaya hakları var mıdır?
*
Unutulmamalı ki, hukuk ve adil yargı herkese lazımdır...
Yürütme erki siyasi bir yapılanmadır; Yasama erki de siyasi kadrolardan oluşur...
İşte bu nedenledir ki, Yargı bağımsızlığı parlamenter demokrasinin en temel ilkesidir...
Yargı erkinin bağımsızlığını kaybettiği yerde, deyim yerindeyse artık “tuz kokmuş” demektir...
O yargıdan adalet beklenemez...
*
Bunu göz ardı edip yargıyı ve kolluğu siyasallaştıranlar ve tetikçi olarak kullananlar bugün, kendi yarattıkları canavarın kollarındadır...
Son operasyon, tuzu kokuturken işbirliği içinde olan siyasi iktidar ile yandaşı cemaatin hesaplaşmasıdır...
Ve aynı zamanda, devletin ne hale getirildiğinin de en somut belgesidir...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

Sapla Saman...

Ah! Demagoji ah!..
Sen de olmasan bizim devlet “büyükleri” zorda kaldıklarında ne yapardı acaba...
*
Soma da 301 madencimiz yaşamını yitiriyor...
Zamanın Sn. Başbakanı Erdoğan, yüz yüzelli yıl öncesiyle bugünün koşulları aynıymış gibi,
“İngiltere'de 1862 'de yaşanan göçükte 204 kişi ölmüş. 1866'ta İngiltere'de kömür tozu patlamasında 361 kişi ölmüş. İngiltere’de 1894 patlama 290. Belçika'da 87'de metan gazı patlaması 120 ölü. Fransa'da 1906 dünya tarihinin en önemli ikinci kazası ölen sayısı bin 99. Daha yakın dönemlere bakıldığında Japonya 1914'te 687, 1942'de Çin'de dünyanın en ölümlü kazası yaşandı. Kömür tozu karışımının neden olduğu patlamada ölü sayısı bin 549.” Diyor...
*
Ülkede yoksulluk diz boyuyken 1150 küsur odalı AK Saray yaptırılması eleştiriliyor...
Zamanın Sn. Cumhurbaşkanı Erdoğan, dünyayı sömürü sömüre gelişmiş İngiltere İngiltere ile Türkiye’nin sosyoekonomik koşulları aynıymış gibi,
İngiltere’deki Kraliyet Sarayı’nın restorasyon bedelinin 5 milyar dolar olduğunu iddia ederek,
“İngiltere gazetelerinde böyle yaygara görüyor musunuz? Geçenlerde biliyorsunuz Cameron buradaydı, sordum; ‘Yav sizde de var mı yaygara?’ dedim. ‘Yok, normal şey bunlar’ dedi.” Diyor...
*
O Sarayı eleştirenleri, “Bunlar birinci köprü yapıldı karşı çıktılar, ikinci köprü yapıldı karşı çıktılar, üçüncü köprü yapılıyor, buna da karşı çıktılar.” Diye eleştiriyor...
Sapla saman bir kez daha karışıyor...
Pes doğrusu...

Mustafa Tuğrul Turhan 

 

 

Özerklik Kapıya, Bıçak da Kemiğe Dayanmıştır...

PKK’nın ve meclisteki uzantılarının zaman zaman açıkça dile getirmelerine karşılık, hükümet sır gibi saklıyormuş gibi yapsa da, özellikle ana muhalefet partisi içeriğini bilmiyoruz dese de, “çözüm süreci” denilen projenin, bölücü etnik Kürt milliyetçiliğine taviz süreci olduğunu, işin, özerklik, hatta bölünmeye kadar uzayacağını dünya alem bilmektedir...
*
Kobani bahane edilerek yaratılan 6-8 Ekim olaylarında elliye yakın ölüm olayının meydana gelmesi üzerine AKP ve PKK ilişkisi bir anda sarsılıp da süreç tehlikeye girince, işin yeniden rayına oturtulması amacıyla hükümet ve PKK kanadından 8’er kişinin katılımıyla oluşacak bir “İzleme Kurulu” oluşturularak, “durmak yok yola devam” denilmiştir...
*
Kurul filan kurulsa da konunun hassasiyeti nedeniyle AKP, bir türlü açık ve somut adımlar atamayıp işi ağırdan almaya, toplumu alıştıra alıştıra yapmaya çalıştıkça, PKK ve meclisteki sözcüleri sabırsızlanmakta, sürecin hızlandırılması için bastırmakta, böyle olunca da tıkanmalar yaşanmaktadır...
*
PKK’nın legal kanadı HDP, kamuoyu baskısını hafifletmek ve AKP dışında, diğer kesimlerin de desteğini sağlam için CHP’yi de sürece katmak istemekte ve bunu sağlamak için, “izleme kuruluna” girip, “üçüncü göz” olmasını önermiş, CHP ise bu öneriye, “çözüm sürecine” karşı olduğu için değil, sürecin içeriğini ve aşamalarını tam olarak bilmediğini gerekçe göstererek olumlu yanıt vermemiştir...
*
AKP’nin saklamaya çalıştığı ve CHP’nin de “bilmemekten” şikayet ettiği süreç bu safhadayken, İmralı’ya giden HDP heyetinin sözcüsü Sırrı Süreyya Önder, baklayı bir kez daha ağzından çıkartıp, AKP hükümeti ile yürüttükleri pazarlığı “demokratik müzakere” ve bu görüşmelerde nelerin pazarlık konusu yapılacağına ait listeyi de elebaşları Apo’nun “demokrasi manifestosu” niteliğinde olan “müzakere taslağı” olarak adlandırarak, söz konusu bu taslakta; Özerklik ve genel affın da olduğunu söylemek suretiyle sürecin üstüne örtmeye çalışılan örtüyü kaldırınca, oyun bitmiş, takke düşmüş kel görünmüştür...
*
Hal böyle olunca, AKP’nin “çözüm süreci”, kimilerinin de herkesi saf, kendilerini akıllı sanarak “barış süreci” diye yutturmaya çalıştığı projenin, özünde dünya alemin bildiği, “özerklik” ve “bölünme” süreci olduğu bir kez daha ve herkesin anlayacağı şekilde ortaya çıkmıştır...
*
Artık, “dünya alemin” bildiğini, bilmezden gelenler de öğrenmiştir...
Kimsenin kimseden gizleyeceği bir şey de kalmamıştır...
Süreç de, içeriği de, pazarlık konuları da apaçık ortadadır...
Bundan böyle kimileri geçmişte yaptıkları gibi, sürecin ne olduğunu “bilmiyormuş” rollerini oynayamayacaktır...
*
AKP’nin ve PKK’nın ne olduğu, ne yaptığı zaten bellidir; tavırları açık ve nettir...
Keza aynı netlik, MHP için de geçerlidir...
*
Bu durumda, ülkenin bölünmez bütünlüğünden yana mı, yoksa kurucusunu ve onun ilkelerini unutup bir projenin parçası mı olduğunu açıkça ortaya koyması gereken partiyse CHP’dir...
Zira özerklik kapıya, bıçak da kemiğe dayanmıştır...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 

 

 

 

 

8 Aralık 2014 Pazartesi

Şuralar, Osmanlıca, Halifelik ve Bağırmak Zamanı...

Peş peşe şuralar toplanıyor...
Milli Eğitim Şurası, Din Şurası...
Peki nedir şura?
Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre; bir alanla ilgili olarak oluşturulan danışma kurulu...
*
İcrai bir yetkisi yok yani...
Aldığı tüm kararlar tavsiye niteliğinde...
*
Mesela Milli Eğitim Şurasında kim alıyor bu tavsiye kararlarını?
Milli Eğitim Bakanlığının seçtiği temsilciler ve TBMM Millî Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu Başkanı ve üyeleri...
*
Yani, tavsiye kararı alan da o karara uyacak olan da siyasi iktidardır...
Milli Eğitim Şurası, iktidar gücünü elinde bulunduran zihniyetin aynasıdır...
Onun için alınan tavsiye kararlarına kimse şaşırmamalıdır...
Osmanlıca öğretmeyi, kız erkek ayrı eğitimi, din dersini zorunlu yapmayı tavsiye etmesi normaldir; kendi meşreplerine uygundur...
*
Paniklemeye, vah tüh demeye hiç gerek yoktur...
Zira bu karanlıktan tek bir çıkış vardır...
O da her alanda olduğu gibi, Milli Eğitim alanında da adeta bir karşı devrim içinde olan AKP iktidarın ilk seçimlerde devirilmesidir...
*
Dün Milli Eğitimdi, bugün de Din Şurası toplandı...
Recep Tayyip Erdoğan, yine başrollerdeydi...
*
Yaptığı konuşmada, “İlimde çok büyük güçlere sahip olan bir milletin bu ilmi kaybetmesi felakettir. Bunun öğrenilmesini istemeyenler var. İsteseler de istemeseler de bu ülkede Osmanlıca da öğrenilecek ve öğretilecek.  Bu dinin bir sahibi var. Sahibi bu dini dünya var oldukça muhafaza edecektir. Bize düşen emanetin hakkını vermektir. Emanetin hakkını verebilirsek mezhepler arası çatışma sona erecektir. Bize biçilen rolleri atıp kendimiz olabilirsek adaletin yeryüzüne egemen olması mümkün hale gelecektir. Hiç tereddüt etmeden, korkmadan gerekli soruları sorun. Defanstan çıkın, ileriye koşun. Her zaman arkanızda olacağız. Bu millet her zaman sizin yanınızdadır.” Dedi...
*
Sanki, Türkçe öğretimle ilim kaybedilmiş de Osmanlıca'yla ilimi ihya edecekmiş gibi...
Sanki, din elden gidiyormuş, dinin sahibi kendisiymiş de dini kurtaracakmış gibi....
Bunlar da normaldir...
Hatta yakında Halifeliği tekrar ilan ederse de şaşırmamalıdır...
Ne de olsa, Osmanlıca ve Halifelik birbirine pek yakışmaktadır...
*
Cumhurbaşkanlığı görevini tarafsız olarak yerine getireceğine yemin ettiği halde, sabahtan akşama kadar bir siyasi parti liderinden bile daha taraflı davranarak, Anayasa suçu işleyen, demokrasi ve cumhuriyetle sorunlu ve dini emanet neyse, onun hakkını vermeye soyunan bir cumhurbaşkanından başka ne beklenir?
*
“Bu ülkede kimi zaman Kuran’ın okunması, öğretilmesi, ezanın aslıyla okunması dahi yasaklanmıştır. Başörtüsü yasaklanmış, kimi camiler ahır olarak kullanılmış, namaz kılanlar horlanmış ve bazı imkanlardan da mahrum bırakılmıştır.” Diyerek, cumhuriyete karşı dikilen bir cumhurbaşkanı işte böyle olur...
*
Recep Tayyip Erdoğan artık tüm kartlarını açık açık oynamaktadır...
Bu pervasızlık da normaldir...
Anormal olan muhalefet partilerinin sessizliğidir...
Kılıçdaroğlu’nun “ gündemde kalmak için benimle tartışmaya girmek istiyor, ama ben girmeyeceğim.” Demesidir...
Tersine, “Anayasa’ya göre tarafsız olması gereken birisi olarak bana eleştiri yöneltemezsin” demelidir...
*
Muhalefet partileri, Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı yeminini ve Anayasayı ihlal ettiğini ve dolayısıyla meşruiyetini yitirdiğini her fırsatta haykırmalıdır...
Susmak ve bu gerçeği söylememek, onun yaratmaya çalıştığı fiili cumhurbaşkanlığını kabullenmek demektir...
*
Şimdi susmak değil, konuşmak, hatta bağırmak zamanıdır...

Mustafa Tuğrul Turhan













6 Aralık 2014 Cumartesi

Elden Ödemiş...

Maliye Bakanlığı, vergi kaçağı olmasın diye uçanı kaçanı kovalıyor...
Ev kiralarından tutun, apartman aidatlarına kadar her türlü ödeme, artık bankalar kanalıyla yapılıyor...
AKP hükümeti bu işi sıkı tutuyor, ama gelin götün ki, o hükümetin bakanlarından Zafer Çağlayan 700 bin liralık saatin parasını “elden” ödediğini söylüyor...
*
İster inan ister inanma...
Hadi inandık diyelim...
Bu durumda bu kadar para, cepte gezdirilmeyeceğine göre, ödeme yapıldığı gün veya bir gün önceki gün Çağlayan’ın banka hesaplarından bu kadar para çekilmiş olması gerekiyor...
Ve tabi, meclis soruşturma komisyonunun da görevini layıkıyla yapması için eski bakanın ödeme yaptığını söylediği tarihlere denk gelen banka hesaplarına bakması...
*
Zafer Çağlayan’ın bu ifadesi, yıllar önce müfettişlerimce yürütülen bir soruşturmada hakkında yolsuzluk iddiası olan bir Genel Müdürün verdiği ifadeyi anımsattı...
Genel Müdür, geliri ile orantılı olmayan mal varlığını nasıl edindiği sorusuna yanıt olarak, babasının onulmaz hastalığa yakalanıp vefat edeceğini anladığında, ticaretle uğraşan bir akrabasına o güne kadar biriktirdiği bir miktar parayı verdiğini ve bunu da işletip ailesine çocuklarına bakmasını istediğini, işte o akrabalarının yıllar sonra babasının verdiği ve işleterek büyüttüğü parayı, kendisine elden geri verdiğini söylemiş, hatta bu ödemeye dair kendisi ile o akrabasının imzaladığı bir tutanağı da belge diye sunmuştu...
*
Anlaşılan Zafer Çağlayan, bizim Genel Müdür kadar “ince” düşünememiş ve Rıza Zarrab ile birlikte 700 bin lirayı verdiğini gösteren bir tutanak imzalamayı akıl edememiş (!)...
*
Olsun yine de uyanıklık yapmış (!)
“Elden verdim” demiş...
Şahit yok ispat yok, iki kişi arasında yaşanan bir ilişki...
Zarrab da elden aldım dedim mi, tamamdır yani...
Koskoca bakan yalan söyleyecek değil ya (!)...
*
Müfettişler düzenledikleri raporda Genel Müdürün makul ve inandırıcı olmayan ifadesine itibar etmemiş ve kendisi hakkında mal bildirimi yasası çerçevesinde suç duyurusu yapılmasını ve görevden alınmasını önermiş, başkanları olarak ben de bu sonuca katılıp, raporu bakana onaylatınca, o Genel Müdür hakkında bu işlemler yapılmıştı...
*
“Makul şüphe” ile insanlar hakkında işlem yapmayı “makul” gören AKP’li vekiller, bakalım meclis komisyonunda, Çağlayan’ın 700 lirayı elden verdim ifadesini, yolsuzluk şüphesi yönünden ne kadar “makul” bulacaklar?..
Oylarını ne yönde kullanacaklar?
Zaten savcı takipsizlik verdi mazeretine sığınıp yan mı çizecekler, yoksa yolsuzluk iddialarına muhatap bakanlardan bir ikisini, işler ayyuka çıktı diye vaziyeti kurtarmak için Yüce Divan’a mı gönderecekler?..
*
Az kaldı; yakında akı karayı göreceğiz...
Bu soruşturma, AKP’nin yolsuzluk meselelerine nasıl baktığının mihenk taşıdır...

Mustafa Tuğrul Turhan



4 Aralık 2014 Perşembe

Hazin Tablo...

“Merdi Kıpti şecaatini arz ederken sirkatin söylermiş,” derler eskiler...
Türkçesi, “Çingene’nin merdi, kendini överken hırsızlığını anlatır.” Demektir...
*
Başbakan Davutoğlu’nun, Alevi yurttaşların, devlet tarafından fişlendiği iddialarının sıkça gündeme getirildiği,  yaşanan muhtelif olaylar üzerine kimi milletvekillerince ilgili bakanların yanıtlaması istemiyle bu konuda soru önergelerinin verildiği şu günlerde yaptığı bir atamaya ilişkin açıklama, tam da bu sözü akıllara getirmektedir...
*
Pollyanna edasıyla herkese yaptığı gibi Alevi yurttaşlara da “mavi boncuk” vermeye çalışan Sn. Başbakan, “Ayrımcılığa karşıyım, geçenlerde önemli bir daire başkanlığı için atama yapacaktık. Bana 3 isim getirdiler, aralarında bir de kadın vardı, onun için ‘Alevi’ dediler, ben de hemen onun atanmasını istedim.” Diyor...
İyi mi?
*
E hani, Alevi’lerin fişlendiği iddiaları doğru değildi?..
Bundan iyi itiraf olur mu?
Başbakan, Alevi’lere şirin görünmeye çalışırken, devletin hangi memurun Alevi olduğunu bildiğini de açıklamış olmuyor mu?...
*
Madem fişleme yok...
Atama yapılması için getirilen 3 isimden birisinin Alevi olduğunu, o isimleri getiren devlet görevlileri nereden biliyor?..
Biliyorsa da neden “bu Alevi” diyerek belirtme gereği duyuyor...
*
Her konuda konuşmayı seven Sn. Başbakan, bu konuda da konuşmalı ve eğer verebiliyorsa, bu soruların yanıtlarını da kamuoyuna vermelidir...
*
Başbakan’ın söz konusu açıklaması, “fişleme” itirafı niteliğinde olduğu kadar, atama kriteri açısından da talihsizliktir...
Çünkü kamu görevine atamada temel ilke, şu veya bu mezhebin mensubu olmak değil,“liyakat” sahibi olmaktır...
Atama yapılacak görevi yapmaya yeterli ve uygun olmaktır...
*
Hal böyleyken, Sn. Başbakan’ın önüne getirilen 3 isimden en liyakatli olanını ataması gerekirken, Alevi olduğu söylenen kadın memuru ataması ve bunu da siyasi rant hesaplarıyla açıklaması tam bir garabettir...
Bu atamanın, uzun zamandır “liyakat” aramaksızın İmam Hatip mezunlarının alakasız görevlere atanmasından hiçbir farkı yoktur...
O atamalarda da bu atamada da mantık ve kriter aynıdır; referans din’dir...
*
Ve kuşkusuz bütün bu yaşananlar, laik cumhuriyetin getirildiği hazin tabloyu bir kez daha gözler önünde sermektedir...

Mustafa Tuğrul Turhan













2 Aralık 2014 Salı

"Dersim" İçin Özür İsteyerek Atatürk’ün "Tırnağı" Bile Olamayacağını Kanıtladın...

Bölücü PKK terörü, kanlı katliamlarına 1979 yılında düşman gördükleri Adalet Partisi Şanlıurfa milletvekili Celal Bucak’ın 8 yaşındaki oğlunu öldürerek başladı...
*
15 Ağustos 1984’te Siirt’in Eruh ilçesinde Jandarma karakoluna yaptığı baskında 1 askeri şehit etti...
22 Ocak 1987’de Hakkari’nin Eruh ilçesi Ortabağ köyünü bastı 8 sivil yurttaşı öldürdü...
23 Ocak 1987’de Midyat baskınında 10 sivil yurttaşı öldürdü...
20 Haziran 1987’de Mardin ili Ömerli ilçesi Pınarlı köyü katliamında 16’sı çocuk 6’sı kadın 8’i erkek toplam 30 sivil yurttaşı öldürdü...
9 Mayıs 1988’d Mardin’in Nusaybin ilçesi Taşköyü Behmenin mezrasına düzenlediği baskında bir aileden 8’i çocuk 2’si kadı 11 sivil yurttaşı öldürdü...
Aynı tarihte Şırnak baskınında 3 sivil yurttaşı öldürdü...
26 Kasım 1989’da Hakkari Yüksekova, İkiyaka Köyünde 21 sivil yurttaşı öldürdü 9 kişiyi kaçırdı...
11 Haziran 1990’da Şırnak Çevrimli köyü baskınında 12’si çocuk 7’si kadın 4’ü korucu olmak üzere toplam 27 sivil yurttaşı öldürdü...
14 Temmuz 1991’de Kahramanmaraş, Pazarcık Çağlayancerit ilçelerinde aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 9 sivil yurttaşı öldürdü...
25 Aralık 1991’deİstanbul’da Olağanüstü hal Bölge Valisi Necati Çetinkaya’nın kardeşine ait alış veriş merkezine Molotof kokteyli atarak çıkarttığı yangında 11 sivil yurttaşı öldürdü...
11 Haziran 1992’de Bitlis Tatvan da minibüsü durdurup içindeki sivilleri kurşuna dizerek 13 sivil yurttaşı öldürdü...
27 Haziran 1992’de Batman Kozluk ilçesi yakınlarında bir minibüse bombalı saldırı düzenleyerek 4’ü korucu 10 sivil yurttaşı öldürdü...
11 Ekim 1992’de Bitlis’in Cevizdalı Köyü baskınında aralarında kadın ve çocukların da olduğu 30 sivil yurttaşı öldürdü 13 korucuyu kaçırdı...
24 mayıs 1993’te Bingöl- Elazığ karayolunu keserek  otobüsten indirilen 33 askeri kurşuna dizerek öldürdü...
15 Haziran 1993’te Siirt’in Şirvan ilçesi Gözlüce Köyünü ve Bingöl’ün Ilıcalar Bucağı Üçpınar Köyünü roketatarla basarak 9 sivil yurttaşı öldürdü,  4 sivili kaçırdı,  Siirt- Eruh yolunda bir sağlık memurunu kurşuna dizerek öldürdü...
6 Temmuz 1993’te Erzincan’ın Kemaliye İlçesine bağlı Başbağlar köyünü basarak aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 28 sivil yurttaşı öldürüp köyü ateşe verdi...
4 Ağustos 1993’te Bitlis’in Mutki ilçesine bağlı Kavakbaşı ve Yenidoğan Köyleri arasında yok keserek iki yolcu minibüsünden indirilen 28 kişiyi kurşuna dizdi 15’i öldü 13’ü ağır yaralandı...
25 Ekim 1993’te Erzurum Çat ilçesine bağlı Yavi Beldesine yaptığı saldırıda aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 35 sivil yurttaşı öldürdü...
19 Mart 1995’te Tunceli’den Ovacık ilçesine giden askeri konvoya roketatarlı saldırı düzenleyerek 18 askeri şehit etti 10 askeri yaraladı...
13 eylül 2006’da Diyarbakır’da ailelerin dinlenmek için gittiği Koşuyolu Parkı yakınlarında patlattığı bomba ile 11 sivil yurttaşı öldürdü...
29 Eylül 2007’de Şırnak’ın Beytüşşebap İlçesine bağlı Beşağaç köyünde bir minibüsü tarayarak 12 sivil yurttaşı öldürdü...
7 Ekim 2007’de Şırnak Gabar dağında operasyondan dönen askerlerin pusuya düşürerek 13 askeri şehit etti...
21 Ekim 2007’de Hakkari’nin Yüksekova İlçesine bağlı Dağlıca Köyünde konuşlanan tabura, bomba ve roketatarlı saldırdı 12 askeri şehit etti...
27 Temmuz 2008’de İstanbul Güngören’de10 dakika arayla bombalar patlatarak 18 sivil yurttaşı öldürdü...
11 Ağustos 2008’de Erzincan’ın Kemah İlçesi Oluklupınar Köyüne yerleştirilen mayın ile 9 askeri şehit etti...
3 Ekim 2008’de Şemdinli Aktütün karakoluna ağır silahlarla saldırdı 15 askeri şehit etti...
29 Nisan 2009’da Diyarbakır-Bingöl karayoluna döşediği mayın ile 9 askeri şehit etti...
7 Aralık 2009’da Tokat’ın Reşadiye ilçesi sazak mevkiinde kontrol görevi yapan askeri araca saldırdı 7 askeri şehit etti 3 askeri yaraladı...
19 Haziran 2010’da Hakkari Şemdinli Gediktepe üst bölgesine saldırdı 11 askeri şehit etti...
14 Temmuz 201’de Diyarbakır Silvan ilçesi kırsalına el bombalarlıyla saldırdı 13 askeri şehit etti...
17 Ağustos 2011’de Hakkari Çukurca karayolunda askeri konvoya saldırdı 11 asker ve 1 köy korucusunu şehit etti...
18 Ekim 2011’de Hakkari Çukurca’da çok sayıda yere yaptığı baskınlarla 26 askeri şehit etti 18 askeri yaralandı...
*
Sen ne yaptın?..
“PKK ile görüşen şerefsizdir” dedin, ama gizlice görüştün...
İmralı’daki "bebek katili" elebaşını “baş müzakareci” yaptın...
Adamlarını yanına çağırdı, gönderdin...
Onlarla isteklerini yolladı, uygulamaya koydun...
Çözüm süreci dedi, peki dedin...
Silahlı grupları ülke dışına çıkacağız deyip çıkmadı seyrettin...
Teröristlerin heykelleri dikildi, günler sonra kaldırabildin...
Bayrak indirildi, Atatürk’ün heykelleri, büstleri yıkıldı, yakıldı görmezden geldin...
Doğu ve güneydoğuda birçok yerde kontrol PKK’nın eline geçti, ayaklanma provaları yapıldı, hala çözüm süreci dedin...
Yüzlerce sivil yurttaşımızı ve askerimizi katledenlerle masaya oturmak için elebaşına sekreterya vermeye soyundun...
*
Yetmedi...
Ülkeyi bölmek isteyen teröristlerle masaya oturmaktan hicap duyacağına, yaptıkları bunca katliam için özür dilemelerini isteyeceğine, kalktın, Atatürk hayattayken genç Cumhuriyeti yıkmak için PKK benzeri kalkışma yapan isyancılara karşı devletin “kendisini savunmasını” suç ilan edip, “özür dilemeye hazır olduğunu” ilan ettin ve Atatürk’ün kurduğu partiyi “Dersim” dediğin Tunceli’lilerden özür dilemeye çağırdın...
*
Ve böylece...
Gönüllerden silmeye çalıştığın o Atatürk’ün, “tırnağı” bile olamayacağını bir kez daha kanıtladın...


Mustafa Tuğrul Turhan