27 Ocak 2015 Salı

Syriza ve Biz...

Bilgi sahibi olmadan, boşu boşuna fikir açıklamayı çok seviyoruz...
İşimiz gücümüz goygoyculuk...
*
Şimdi gündemimizde Yunanistan ve Syriza var; düne kadar ismini bile duymadık, lakin sabahtan akşama Syriza’yı konuşuyoruz...
Memleketteki partilerin programından bihaberiz, ama Syriza’nın programını, gerçekleşip gerçekleştiremeyeceğini tartışıyoruz...
*
Bunun nedeni sosyo-psikolojik olsa gerek...
İnsan, içerideki muhalefet partilerinden ve iktidarı değiştirebileceklerinden umudu kesince, dışa dönüyor; başkalarının başarısıyla mutlu oluyor demek ki...
*
Syriza’nın seçim başarısından ilgili ilgisiz her kesim kendisine pay çıkarıyor...
CHP’lisi de HDP’lisi de, komşuda oldu; bizde neden olmasın diye iktidar olma hayalleri kuruyor...
*
Syriza’nın, yıllarca iktidarda kalan Pan Hellenik Sosyalist Parti (PASOK) ile Komünist Parti’den (KKE) ayrılanların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan ve parlamento dışı muhalefeti toparlayan, içinde Maoculardan, Troçkistlere, demokratik sosyalistlerden, ekolojistlere birçok farklı sol grubu barındıran bir birleşik cephe hareketi olduğunu bilmiyor veya görmezden geliyor...
*
CHP’lisi, sosyalist sol ile hiçbir ilgisinin olmadığını, HDP’lisi de sol birlikteliğin ve geniş yığınların değil, etnik Kürt milliyetçiliğinin partisi olduğunu nedense unutuveriyor...
*
Kaldı ki, Türkiye ile Yunanistan’ın toplumsal ve siyasal yapısı arasında, hayal kurmaya bile imkan vermeyen çok ciddi farklar bulunuyor...
*
Türkiye, son yıllarda tek parti iktidarının devamlılığının da bir sonucu olarak ekonomide de belli bir istikrarı yakalarken, Yunanistan ciddi ekonomik krizlerle boğuşuyor; AB-IMF’nin kurtarma paketleriyle hayata geçirilen kemer sıkma politikaları Yunan halkını canından bezdiriyor;  Yunan kamuoyunda büyüyen tepki Syriza’ya iktidar yolunu açıyor...
*
Bizde ise özellikle doğu ve güneydoğuda hala feodalitenin hakim olması ve dini taassubun hemen her alanda oldukça yaygın bulunması nedeniyle, ne sıkıntılar yaşanırsa yaşansın Yunanistan’da olduğu gibi toplumsal tepki oluşmuyor, kadercilik ağır basıyor...
*
Geçmişimizde, sosyalist bir partinin tek başına olmasını bırakın, koalisyon ortağı olarak bile iktidara geldiği vaki olmuyor, “Gezi” ve benzeri toplumsal tepkiler, belli bir siyasal yapıya yönlenmeden eriyip gidiyor...
*
Bu durumda, elma ile armut’un karıştırmaması, her ülkenin kendi özel koşullarına göre siyaset geliştirmesi gerektiği gerçeğine göre davranılması icap ediyor...
*
Dahası, Syriza’nın programının da sihirli değnek olmadığının bilinmesi, Yunanistan’ın AB üyesi olduğunun, sosyalist bir programın kapitalist AB normları içinde ne kadar uygulanabileceğinin, bir yandan AB’ye olan kamu borçlarının silinmesi hedeflenirken, diğer yandan büyük ölçüde AB kaynakları kullanılarak yoksullara elektriğin bedava verilmesinin, gıda, kira ve sağlık yardımı yapılmasının, ödeyemedikleri banka borçlarının silinmesinin nasıl sağlanabileceğinin, bir taraftan yeni vergiler getirilip yatırım yapılası zorlaştırılırken, diğer taraftan işsizliğin önüne nasıl geçilebileceğinin ciddi olarak düşünülmesinde yarar bulunuyor...
*
Program yapmanın değil, iktidara gelince o programı hayata geçirebilmenin esas olduğunu unutmamak ve sosyalizmi hümanizmle karıştırmamak gerekiyor...
*
Bizim sosyalizmi konuşacağımız bir zaman dilimi ise şimdilik ufukta bile görünmüyor...

Mustafa Tuğrul Turhan










26 Ocak 2015 Pazartesi

Pardon!...

Bakanlar kurulu toplantılarından sonra görüşülen konuları basın mensuplarına ballandıra ballandıra anlatan hükümet sözcüsü Bülent Arınç, bu gün yine kameralar karşına geçip içerde konuşulanları aktarmış ve soruları yanıtlamış...
*
Dikkat çeken konulardan birisi, güney doğuda bazı belediyelerin elektrik dağıtım şirketlerine olan borçlarını ödemek istememesi...
İkincisi de “cemaatin” yurt dışında açtığı Türk okullarının akıbetinin ne olacağı meselesi...
*
Arınç, belediyelerin elektrik borçlarını ödememesiyle ilgili olarak, “Toplam 255 milyon lira borç var bölgede DEDAŞ’ın tüm çabalarına rağmen bu borçlar ödenmedi. Bunun üzerine DEDAŞ elektrikleri kesti ve belediyeler bir direnişe başladı. Hoş olmayan görüntüler kamuoyunun gündemine geldi. Diyarbakır’da 87 milyon borçları bulunuyor belediyelerin. Şanlıurfa’da 76 milyon liralık borçlarla ilgili görüşmeler devam etmektedir. Şanlıurfa borçlarını iyi niyetle ödemeyi taahhüt etti. Mardin Belediyesi ile ilgili görüşmeler sürüyor. Mardin ‘borcumuz borçtur ödeyeceğiz’ dediler. Siirt’te borçlar ödendi. Şırnak’ta 25 milyon borç var ama ödeme taahhüdü alındı. DEDAŞ bölgesinde herhangi bir elektrik kesintisi yoktur şu anda hiçbir şey ödemem denirse bu doğru değil yasalar da buna izin vermiyor.” Diyor...
*
Aman efendim, bu sayılan belediyelerin borçları için tasalanmaya ne gerek var...
*
Bakın Şanlıurfa, lütfedip borçlarını iyi niyetle ödemeyi taahhüt emiş; Mardin, borcumuz borçtur ödeyeceğiz demiş, Şırnak’tan ödeme taahhüdü alınmış...
E daha ne olsun...
*
Borçlu belediyeler, alacaklı da elektrik dağıtımını sattığınız özel sektör...
İkisi de yabancı değil, o belediyelere İller Bankasından veya devletin bir başka kaynağından kredi verirsiniz, devlete borçlanıp özelleştirme suretiyle devrettiğiniz elektrik dağıtımın şimdiki özel sahibine borçlarını öderler...
Bu da mı dert?
*
Devletin alacağı mı?
Canım, özel sektör parasını alsın da gerisi Allah kerim; devlet de bir ara alır...
Hem “çözüm sürecindeyiz”, onca taviz verdik, paranın lafı mı olur...  
Devletimiz ne güne duruyor; biz vergilerimizi niye veriyoruz...
Feda olsun (!..)
*
Arınç, yurt dışındaki cemaat okulları için de “ Yurt dışındaki bu okullar Türkiye aleyhine çalışmalar yapıyor mu araştırılması yapılıyor. Şirket ya da dernek şeklinde o ülkede açılan ticari amaçlı okular var. Bunların her birine müdahale etmek hukuki olarak mümkün değil. Yapacağımız çalışma hukuk çerçevesinde olması gerekir. Şirketlerin devralınması ya da satın alınması suretiyle bu okullarda eğitimin devam etmesi olabilir. Yeni kurulacak okulları bir vakıf olarak düşünüyoruz. Gönüllülük esasına göre. Mevcut okulların fiziki ve eğitim olarak desteklenmesi gerekiyor. Bazı okulların devralınması bazı yerlerde de yeni okulların açılması gerektiğini düşünüyoruz.” Diyor...
*
Bu okullar cemaat okulları olmasa ve AKP cemaatle savaş ilan etmese kuşkusuz bakanlar kurulunda böyle bir konu görüşülmezdi...
*
Mesele yırt dışındaki Türk çocuklarının eğitimi veya oralardaki okulların eksiklerinin giderilmesi filan değil elbette; öyle olsa devletin şimdiye kadar çoktan bu işe el atması gerekirdi...
Mesele, bu okulları “cemaatin” elinden almanın yolunu bulmak...
*
Hem cemaati terör örgütü ilan ederek Fethullah Gülen’in iadesini isteyip yurt dışında açtığı okulların Türkiye aleyhine faaliyet yapıp yapmadığını araştıracaksın, hem de bu okulları devralmaktan, satın almaktan söz edeceksin nasıl olacaksa?
*
E peki 2010 yılında YÖK’ün aldığı kararla, yurt dışındaki Türk liselerinden mezun olan öğrencilere, Türkiye’deki istedikleri üniversitenin istedikleri bölümüne sınavsız giriş hakkı verip Anayasa’daki eşitlik prensibini aleni çiğnerken aklınız neredeydi...
*
Ha doğru ya kandırdılar sizi...
Pardon, pardon!..

Mustafa Tuğrul Turhan


22 Ocak 2015 Perşembe

HAZİN TABLO..!

Bir Polis, Kaçakçılık ve Organize Suçlar Dairesi Başkanlığı da yapmış bir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, “Dün devlet, Bugün cemaat” diyor, bir kitap yayınlıyor.
Anlatacaklarımın hepsi maddi delillerle ispatlanabilir diyor...
*
Haliçte Yaşayan Simonlar adlı bu kitabının çeşitli bölümlerinde;
Hrant Dink’in öldürülmesi ile ilgili soruşturmada, İstihbarat dairesi Başkanlığının kimin ne zaman hangi telefon numarasını incelediğini gösteren log kayıtlarını değiştirdiğini,
*
Danıştay olayının ciddi bir delile dayanmadan Ergenekon örgütüne bağlandığını,
*
Önce KOM Daire Başkanlığı, sonra İstihbarat Daire Başkanlığı, ardından da İstanbul ve Ankara İstihbarat Şubesi ve bunlarla paralel olarak özel yetkili mahkemelerin savcı ve hakimlerinin de belli oranda belirli eğilimlerde olan kişilerden oluşturulduğunu bu gün net olarak görmenin mümkün olduğunu,
*
Adliyede dosya dağılımını yapan UYAP sistemine bile müdahale edildiğine, iddia edecek kadar emin olduğunu,
Bazı Emniyet Genel Müdür Yardımcılarının görevden alınmalarının “cemaatin” işi olduğunu,
Bir Emniyet genel Müdür yardımcısının görevden alınmasında, mahkemenin sorduğu soruya, istenenin aksine Ergenekon diye bir terör örgütünün kayıtlarında olmadığını yazmasının da etkili olduğunu,
*
Emniyet Genel Müdür yardımcılarının, cemaatin organize çalışması neticesinde tuzağa düşürüldüğünü, olayda rol alan savcı ve yargıçların bir kısmının cemaatin elemanı olduğunu, cemaat mensubu olmayan iyi niyetli bazı savcı ve yargıçların da cemaat üyesi adliye mensupları ve polisler tarafından plan dahilinde iğfal edildiğini,
*
Cemaatin, Emniyet içerisindeki örgütlenmesine karşı çıkan hiçbir polisin teşkilatta tutunma imkanı olmadığını,
*
İstihbarat dairesinin kanunsuzca dinleme yaptığını, hatta yalnızca kendisini değil, bir çok kişiyi dinlediğini, bu yöntemle binlerce kişinin hukuksuz olarak dinlendiğini, özellikle Emniyet Genel Müdürlüğü ve İç İşleri Bakanlığı yöneticilerini isimler vererek dinlediklerini İç İşleri Bakanına söylediğini, daha sonra durumu Adalet Bakanına da anlattığını, ve şikayetlerini her iki bakanlığa da yazılı olarak verdiğini ve sonuç olarak sistemin harekete geçmesi için elinden gelen her şeyi yaptığını, kesin maddi delillerin nereden bulunacağını gösterdiğini,
*
 Eğer ciddi olarak araştırılırsa, iki telefondan birisinin emniyet tarafından dinlemeye alındığının ortaya çıkacağını,
*
Başbakan’ın başdanışmanına da konunun ciddiyetini, cemaatin nerelere kadar sızdığını, neler yaptığını, ülkenin güvenliğinin ve insanların özgürlüğünün tehlikede olduğunu anlattığını,
*
Özel yetkili mahkemelerin, son beş altı yıldır her tayinde yavaş, yavaş ve sistemli bir biçimde cemaatin kontrolüne geçmiş durumda olduğunu, tüm emarelerin bunu açıkça gösterdiğini,
*
Bazı savcıların, amir olarak il savcısına bağlı değil, başka yerlerin talimatıyla hareket ettiğini, bu kadar açık bir durumun hala basit bir şey zannedilerek seyredildiğini,
*
Usulsüz dinlemelerin yapıldığını, İstihbarat Dairesinde cemaatin özel cihazlarının, her türlü kanunsuz dinleme materyallerinin mevcut olduğunu, “Kozmik Oda” nın kimliği belirsiz birisinin ihbarı üzerine arandığını, burada ise kendisinin açıkça ihbar ettiğini,
*
Bir örgütün, bir cemaatin adalete sızdığını, kendi kurallarını uygulayıp, kendi operasyonlarını yaptığını, ortada hukukun olmadığını, kimsenin bilmiyoruz deyip numara yapmasının manası olmadığını, bütün avukatların, gazetecilerin, polislerin verilecek kararların ne olacağını merak dahi etmediğini, zira verilecek kararı, net olarak davaya hangi savcı ya da hakimin baktığının belirlediğini, bunun açık ve net olduğunu, herkesin bu durumun farkında olmasına rağmen hala kralın ne kadar güzel bir elbisesi olduğunu söylediğini,
*
Bu gün, kimi polislerin, savcıların, hakimlerin yasalara, kendi görevlerinin gereklerine göre değil, cemaatin isteğine göre davrandığını,
*
İstihbarat Daire Başkanlığında arama yapılsa, demirbaşa kayıtlı olmayan cemaatin kendine ait özel dinleme izleme aletleri bulunacağından hiç kuşkusu olmadığını,
*
Anlattığı olaylarda karşı karşıya kalınan durumun, hukuken yanlış yapılan birkaç işlemden ibaret olmadığını, bir örgütün, bir cemaatin devlet içinde yürüttüğü örgütsel bir faaliyet olduğunu, karşısındaki kişilerin polis, hakim ve savcı değil, cemaatim elemanları olduğunu, bunların devletin hukukunu değil, cemaatin talimatını yerine getirdiğini,
*
Ankara, İstanbul, İzmir ve Erzurum’daki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri arasında illegal bir ilişkinin varlığının açıkça görüldüğünü,
*
Her kamu kurumunda cemaatin imamları olduğunu, cemaatin yönetici imamları hakkındaki gizli bilgileri Ankara ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılarına vereceğini,
*
 Deniz Baykal ile ilgili kaset olayında, teknolojiyi uygulayıp, eve kamera yerleştirilmesi için o yerin tespit edilmesi gerektiği, o yeri tespit için telefon analiz ile görüşmelerin ve hedeflerin bulundukları, buluştukları yerlerin belirlenmesinin ve telefonların gizlice dinlenmesinin şart olduğunu, aksi halde nereye kamera yerleştirileceğinin bilinemeyeceği noktasından bakıldığında, bu işleri yapabilecek yegane grubun cemaatin emniyet istihbarat birimi içindeki unsurları olduğunun ortaya çıkacağını,
*
Aslında bütün bu olanları herkesin bildiğini ama dillendirmediğini, kendisinin kitapta açıkça ifade ettiğini, tüm bu işleri cemaatin yaptığını, son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları cemaatin yaydığını,
*
Bir grubun koca bir devleti teslim aldığını, …kimsenin devlet gücü kullanan bu kişilere dur diyemediğini, birkaç cemaat imamının devlet yetkilerini gasp ettiğini, bu gücün sahibi olması gerekenlerin ellerindeki gücün gaspına neden ses çıkarmadığını,
*
Açık, açık yazıyor…
*
Kitap, bazı televizyon kanallarında ve bazı gazetelerde birkaç gün konuşuluyor, sonra Avcı tutuklanana kadar derin bir sessizlik…
*
Peki, her fırsatta “ülkenin elden gittiğini”, “Cumhuriyetin tehlikede olduğunu”, “rejimin altının oyulduğunu” söyleyen, Genel Başkanını bir kaset komplosuna kurban veren CHP ve diğer muhalefet partileri ne yapıyor? CHP den Sivas milletvekili Malik Ecder Özdemir soru önergesi veriyor, meselenin sadece adli boyutu varmış gibi Grup Başkan Vekili Kemal Anadol ve Konya milletvekili Atilla Kart, Avcı’nın kitabında yaptığı çağrıyı tekrarlayıp savcıları göreve davet ediyor. CHP eski milletvekilleri Avcı’nın serbest bırakılması için basın açıklaması yapıyor, MHP den de bunlara benzeyen cılız açıklamalar geliyor, ancak bu gibi münferit girişimler dışında, işin siyasi boyutu ile ilgilenen olmuyor, grubu olan partilerce meclis araştırması, soruşturması veya genel görüşme talebinde bulunulacağından söz bile edilmiyor?
*
Sanki,üzerlerine ölü toprağı serpilmiş…
Birileri, üzerinden yıllar geçmiş meseleleri TBMM gündemine taşırken, onlar en güncel ve “can alıcı” meselede susuyor...
Ve sonra, neden başarısız olduk diye kara, kara düşünülüp, bunun nedenlerinin bulunması komisyonlara havale ediliyor.
*
Olayların ve halkın gündeminin gerisinde kalanların her alanda olduğu gibi siyasette de başarısız olmaya mahkum olacağı kavranmıyor…
Yerinde saymaya devam ediliyor.
Demokrasi adına ne hazin bir tablo…

Mustafa Tuğrul Turhan  /  26.10.2010





20 Ocak 2015 Salı


Yüce Divan Yolu da Seçimden Geçiyor...

TBMM bugün 4 eski bakan’ın Yüce Divan’a gönderilip gönderilmemesini oyluyor...
Bu yazıyı yazdığım dakikalarda muhtemelen oylama da başlamış olmalı...
*
Herkes deyim yerindeyse “oylama toto” oynuyor; tahminde bulunuyor...
Eski bakanların Yüce Divan’a gönderilebilmesi için 276 oy evet oyu gerekiyor ve muhalefet hiç fire vermemesi halinde 223 oyu bulunuyor; bu durumda AKP’den 53 milletvekilinin evet oyu kullanması gerekiyor...
*
Bu durumda benim tahminin, bu oylamaya kadar yaşanan sürece egemen olan “sağlam iradenin” bugün de egemen olacağı ve 4 eski bakanın Yüce Divan’a gönderilmesi için gereken 276 sayısının bulunamayacağı yönünde...
*
Bazı çevreler, AKP’de 3. Dönemini doldurduğu için bir daha seçilemeyecek olan vekillerin fire verebileceğini söylese de aslında bu çok düşük bir olasılık; çünkü AKP, bir daha seçilemeyen vekillere tatmin olacakları yeni iş olanakları yaratmakta oldukça başarılı...
Bir kısmı Tasarruf Mevduatı ve Sigorta Fonunun el koyduğu kuruluşlarda yönetim kurulu üyesi yapılıyor, bir kısmı bakan yardımcısı; yani bunların fire vermesi hayli zor olasılık...
*
Kaldı ki, muhalefetin blok olarak tam kadro orada olup olmayacağı da ayrı bir sorun; ben özellikle HDP’nin bu oylamada mecliste olacağını, olsa da Yüce Divan yönünde oy kullanacağını pek sanmıyorum; HDP’nin tavrını soruşturma komisyonundan çekilerek gösterdiğini düşünüyorum...
CHP ve MHP’den de az da olsa fire olacağını sanıyorum...
Hülasa bugünkü oylamadan Yüce Divan çıkmayacağını söylüyorum...
*
Peki, bu sonuç Yüce Divan sürecinin kesin olarak kapandığı anlamına mı geliyor?
Hayır!..
*
Hatırlayanlar bilir, 2001 yılında Jandarmanın yürüttüğü operasyonlardan sonra zamanın Enerji Bakanı Cumhur Ersümer ile İmar ve İskan Bakanı Koray Aydın için yapılan Yüce Divan oylamasında 276 sayısına ulaşılamadı için her iki bakan Yüce Divan’a gönderilmemiş, ancak 2002 genel seçimleri neticesinde siyasi iktidar değiştikten sonra çok tartılmalı da olsa AKP iktidarı geçmişte mecliste oylanarak sonuçlandırılmış olmasına rağmen, bu iki bakanla ilgili konuları yeniden soruşturma konusu yapmış ve sonrasında da 326 milletvekili ile girdiği TBMM de yeniden oylayarak iki bakanı Yüce Divan’a göndermişti...
O zamanlar mecliste daha önce oylanmış ve karara bağlanmış olan bir konunun yeniden oylanmasının ne denli hukuki olduğu çok tartışıldıysa da netice olarak iki bakan Yüce Divan’da yargılanmıştı...
*
Hukuk dediğin biraz da teamül olduğuna göre, bu uygulamanın tekrar edilmedi de pek ala mümkündür...
Önümüzdeki genel seçimlerde AKP iktidardan indirilip de şimdiki muhalefet partilerinin mecliste 276 sayısının üzerinde bir çoğunluğu elde etmeleri halinde bu 4 eski bakanla ilgili dosyaların yeniden oylanıp Yüce Divan yolunun açılması işten bile değildir...
Yani mesele, özünde mecliste çoğunluğu yakalama meselesidir...
*

Bu gerçekleştiğinde AKP, iktidara geldiğinde hukuku ve teamülleri zorlayarak başkaları için açtığı çukura kendisi düşecektir...
Önümüzdeki seçim her yönden olduğu gibi bu yönden de çok önemlidir...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 
Ekmek ve Yel...

Malum, davulcu davulunu tokmaklarken ortaya çıkan gürültü arasında, davulcunun yellenme sesini duymak neredeyse imkansızdır...
Gürültüye boğulur gider...
*
Buradan hareketle, aslında dikkat çekmesi gereken bir olayın, önemsiz başka gelişmelerin öne çıkması nedeniyle, hak ettiği ilgiyi görmemesini anlatırken, “Davulcu yellenmesi gibi gürültüye gitti.” derler eskiler...
*
İşte, tıpkı davulcu yellenmesi gibi gürültüye giden o kadar önemli olaylar var ki şu günlerde, üzülmemek elde değil...
*
Mesela, AK saray’ da yabancı devlet adamları karşılanırken, tarihteki 16 Türk devletinin askeri giysilerini giyen konu mankenlerinin hazır bulunması...
Bakanlar kurulunun Cumhurbaşkanının başkanlığında sarayda toplanması...
Cizre de devlet otoritesinin yerle bir olması...
Charlie Hebdo karikatürlerinin Türkiye’de yayımlanması...
Canlı bombanın kimliğinin araştırılması...
Bir kendini bilmezin 6 yaşında kız çocuğuyla evlenilebileceğini söylemesi...
Demir Demirkan ile Sertab Erener birlikteliğinin sona ermesi...
Cem Yılmaz’ın Ayşe Hatun Önal, Ozan Güven’in Meryem Uzerli İle aşk yaşaması...
Eskişehirsporlu Erkan’ın Fenerbahçe’ye mi yoksa Trabzonspor’a mı gideceği meselesinin muamma haline gelmesi...
“Bu benim tarzım” adlı uyuşturma programında yarışmacıların tarz yaratma çabası..
Konuşuldu da konuşuldu...
Ve bu toz duman arasında, hep olduğu gibi “ekmek meselesi” gürültüye gitti...
*
En başta emekli maaşları olmak üzere memura 2015 yılı için verilen ve günlüğü 1 lira 26 kuruşa gelen % 3 + 3 lük komik zam...
İşçi emeklisine günlüğü 81 kuruşa gelen yüz karası ücret artışı...
Bağ-Kur emeklisine günlüğü 63 kuruşa gelecek oranda reva görülen, simit parası bile etmeyen maaş zammı...
İşsizliğin çığ gibi büyümesi...
Hayat pahalılığı...
Kimsenin umurunda bile olmadı...
İşçinin, memurun, emeklinin feryadı yine duyulmadı...
*
Çünkü bu memlekette, yaşamın temeli olan “ekmek meselesinin” cürmü, davulcunun yeli kadardı...

Mustafa Tuğrul Turhan


18 Ocak 2015 Pazar

İlker Başbuğ Neler Yazmış Neler...

Aşağıdaki uzun yazımın tamamını okumadan şöyle göz ucuyla bakanlar, sen de bir şeye taktın mı takıyorsun, ne istiyorsun eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’dan, geçen gün de yazdın; şimdi yine yazıyorsun; sırası mı diye düşünebilirler...
*
O nedenle baştan söyleyeyim; benim İlker paşa ile daha doğrusu şahıs olarak kimseyle hiçbir alıp veremediğim yok...
Benim derdim, geçtiğimiz yakın tarihte ülke olarak yaşadığımız Ergenekon, Balyoz, Şike; Oda TV gibi soruşturmaların ve bunlara ait davaların bütün sorumluluğunu, “adeta “günah keçisi” yapılan “cemaate” yükleyip geçmenin, büyük resmin görülmemesi ve dolayısıyla AKP’nin “17-25 Aralık bir darbe girişimiydi” stratejisine destek verilmesi olduğunu anlatmak ve unutturmamaktır...
*
Çünkü bütün olumsuzlukları sadece “cemaatin” işiymiş gibi görmek ve göstermek, ABD’nin “cemaati” neden yıllardır himaye ettiğini, PKK terörünün nihai hedefini, ABD’nin Orta Doğu için planladığı BOP projesinin neleri amaçladığını, AKP’nin, ABD’nin hedeflerini yaşama geçirmek için kurulmuş bir “proje partisi” olduğunu, orduya kumpasın neden kurulduğunu ve ülkenin bu iktidarla nereye sürüklendiğini hiç anlamamak veya anlamazdan gelmek demektir...
Ki, bu da sözde o dillerden düşürülmeyen, ama eriyip giderken seyredilen laik Türkiye Cumhuriyetine ve ülkenin bütünlüğüne ihanetle eş anlamlıdır; ağacı görüp ormanı görmemektir...
*
İlker paşayla ilgili durup dururken yazmıyorum...
Kendisi hemen her gün bir vesile ile konuşup da başına gelenlerin sorumlusunun, sadece ve sadece “cemaat” olduğunu söyledikçe benim de kendi düşünceme göre gerçek olduğuna inandıklarımı yazasım geliyor...
*
Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök’ün, bugün köşesinde İlker Başbuğ’un yeni bir kitap daha çıkarttığını yazıp bu kitaba, uzun alıntılar yaparak övgüler dizdiğini, ancak bu alıntılarda İlker paşanın yine sadece “cemaati” suçladığını ve olayları doğru analiz etmediğini görünce, aynı duygularım depreşti ve kendimi klavyenin başında buldum...
*
PAŞA’YA ÖVGÜ:

Ertuğrul Özkök, İlker paşaya, “ Darbeci diye girdiği cezaevinden kitapları binlerce satan bir yazar olarak çıktı.” Diyerek övgüler diziyor...
Ama aslında, İlker paşanın kitap yazmasının değil, Ergenekon kumpası başlayıp da astları, darbe iddialarıyla bir bir tutuklanarak içeri atılırken, onların en üst komutanı sıfatıyla “durun bakalım ne oluyor, eğer bir suç varsa sorumluluk benimdir” diyerek dik durabilmeyi başarmasının, arkadaşlarına sahip çıkmasının, polisler kapısına dayanmadan, alın beni de yargılayın demesinin önemli olması gerekiyor...
Bunun yapmamış olmasının, gerek ordu mensupları gerekse kamuoyu üzerinde ciddi hayal kırıklığı yarattığını herkes biliyor...
*
Kim bilir, belki de İlker paşanın her fırsatta konuşmasının, “kozmik odada” arama yapılmasına izin vermesini ve diğer yaptıklarını savunmasının, üst üste kitap yayınlamasının altında da bu vicdan rahatsızlığı yatıyor...
*
Kitaptan yapılan alıntıları değerlendirmeye geçmeden, aklıma görevdeyken tutuklanarak içeri atılmış, kumpasa “kurban gitmiş” bir Genel Kurmay Başkanı neden yazar, yazarsa ne yazar sorusu takılıyor...
Ve bu soruların cevabı da kafamda, eğer yazarsa, kumpasla ilgili doğru ve geleceğe ışık tutan tutarlı bir analizini yazmalı şeklinde beliriyor...
*
ANILAR:

Geçiyorum kitaptan alıntılara; çocukluk yıllarında tanığı olduğu 6-7 Eylül olaylarının, 1995 yılında Kuzey Irak’a yapılan sınır ötesi harekatın ve hatta 2005 yılında yaşadığı komik bir anının dahi yer aldığını görünce, eğer yazsaydı, alıntılarda bu bölümden de birkaç paragraf mutlaka olurdu veya söz edilirdi diye düşünüp, umduğum “derin analizin” kitapta yer almadığını anlıyorum ve değerlendirmelerimi bu çerçevede yapmaya karar veriyorum...
*
HATA:

Kitaptan aktarılan 2005 yılına ait anı şöyle: İlker paşa Genel Kurmay 2. Başkanıyken bir gün Plan Dairesi Başkanı, üzerinde “ Baskına uğradık. Çatışıyoruz. Hemen hava desteği ve uçak gönderin.” Notu yazılı bir kağıtla yanına geliyor; bunun üzerine oradaki birliğimizin Amerikan askerleriyle çatıştığına hükmedilip ABD büyük elçiliği ve hava kuvvetlerimiz aranıyor; aradan çok geçmeden, bu notun altında “tatbikat, tatbikat, tatbikat” ibaresi konulmamış eğitim amaçlı bir “tatbikat” notu olduğu anlaşılıyor...
*
İlginç ve komik değil mi? Kuşkusuz her işte istenmeyen hatalar olabilir, ama Allah aşkına, hassas bir bölgede bir tatbikatı bile doğru yapamamak, ta ABD elçisinin aranmasına neden olmak bir zaaf değilse nedir?
Yoksa bu anıyı yazmakla anlatılmak istenilen, dava konusu olmuş darbe planlarında da bu tür yanlış anlamalara meydan verebilecek basit hataların olabileceği midir?
*
HAREKAT:

İkinci bir anı, ilkinden on yıl daha geriden 20 Mart 1995’ten: 35 000 askerle Irak’ın 60 km. içine girilmiş, bu harekat, bugüne kadar yapılan en büyük sınır ötesi harekatmış 45 gün orada kalınmış 64 askerimiz “kaybedilmiş” yani “şehit” olmuş 555 terörist “etkisiz hale” getirilmiş, Gabar dağı geçlince taş atsan tıngır mıngır Musul’a inilecek noktaya gelinmiş, bizim böyle bir düşüncemiz yokmuş ama ABD ve Avrupa Musul’a gireceğimizi sanmış, bu da bize sıkıntı yaratmış, “bazı yazarlara” göre, ABD askerlerimizin başına çuval geçirerek Türkiye’ye bölgede bir ders vermeye o zaman karar vermiş...
*
Ne demek bu şimdi? “bazı yazarlar” doğru mu söylüyor eğri mi? Koskoca eski Genel Kurmay Başkanı kitabında o “bazı yazarların” söylediklerini aktarması, kuvvetle muhtemelen o “yazarların” kanaatlerini paylaştığına işaret ediyor...
Ve bu da Nato üyesi olduğumuzdan bu yana olduğu gibi, bizim Orta Doğuda ABD’nin bilgisi ve onayı olmadan bir adım bile atamayacağımız bir kez daha itirafı niteliğini taşıyor...
*
Kaldı ki, Irak’a büyük harekat yapılmışta neticesi ne olmuştur; koskoca bir hiç değil midir? PKK terörünün merkezi Kandil kampı olduğu yerde terör yuvası olmaya devam etmiştir. Öyleyse bir harekatın büyüklüğü ve önemi, katılan asker sayısıyla, gidilen km. ile değil, aldığı sonuçla ölçülmelidir...
*
TSK’nın gerek bu anıdaki harekatı, gerekse diğer sınır ötesi harekatlarının tümünün sonu bu anlamda fiyaskodur. Hatırlanacağı üzere bu harekatların hemen hepsi, bir PKK pususunda çok sayıda şehit vermemizden sonra ülkedeki infiali absorbe etmek, amiyane tabirle insanlarımızın “gazını almak” için yapıldığı herkesin malumudur... Aksi olması halinde bugün PKK’nın olmaması gerektiği de ortadadır...
*
27 NİSAN BİLDİRİSİ:

İlker paşa kitabında 27 Nisan 2009 tarihinde TSK sitesinde yayınlanan meşhur bildiri ile ilgili olarak da; yayınlanmasından sonra zamanın Genel Kurmay Başkanına “ keşke bildiriyi yayınlamadan önce bizim de bilgimiz olsaydı” dediğini, onun da “ ben durumu böyle değerlendirdim” yanıtını verdiğini söylüyor...
*
Peki, bu ne demek şimdi durup dururken? Açıkça görüleceği üzere 27 Nisan bildirisinden Genel Kurmay 2. Başkanı olarak “benim haberim yok, benim darbe izlenimi ve kokusu veren hiçbir tarakta bezim olmaz” demek. O zamanın Genel Kurmay Başkanını bu bildirinin tek sorumlusu olarak göstermek demek...
*
Nasıl olsa o Genel Kurmay Başkanı, Recep Tayyip Erdoğan ile Dolmabahçe’de ne görüştüklerini mezara kadar sır olarak saklamak konusunda mutabakat yaptığından, sorumluluğun onun üzerinde bırakılmasında hiçbir sakınca olmayacağı için rahat yazmak demek...
*
Başka ne demek? TSK’nın üst komuta kademesinin hükümete muhtıra verilmesi gibi çok önemli bir konuda bile, tıpkı “tatbikat” ibaresinin yazılmamasında olduğu gibi birbirinden kopuk hareket edebildiği, hayati bir meselede dahi zaaf içinde olduğu demek...
*
YALNIZLIK:

İlker paşa kitabında, tutuklandığı gün hissettiklerini de anlatıyor; Beşiktaş Adliyesinden çıkartılıp Silivri’ye doğru götürülürken küçük bir kalabalık olduğunu, kendisi bir beklenti içinde olmamakla beraber, silah arkadaşı Mete Yarar’ın o gün televizyonda, “ eğer o gün mahkemenin önünde yüz binler toplansaydı durum belki farklı olabilirdi” dediğini söylüyor. Silivri’ye götürülürken yolda, vatan şairi Namık Kemal’i düşündüğünü, onun cezaevinden Sirkeci iskelesine götürülürken halkın ayaklanıp kendisini kurtaracağını sandığını, ama kimsenin olmadığını, Namık Kemal’i sürgüne gönderen hükümetin Adalet Bakanı olan ve meşrutiyet idaresini getiren Mithat Paşa’nın da sürgüne gönderildiğini, gemiye binerken Galata iskelesinde onun da yalnız olduğunu söylüyor.
*
Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu için Türk milleti gereken tepkiyi gösterebilmiş midir diye sorup, “kocaman bir hayır” diye sorusunun yanıtını kendisi veriyor. Ve bu yalnızlığın herkes için bir düş kırıklığı olduğunu ifade ediyor.
*
Bu da her halde, TSK’nın en üst komutanlığını yaptım, ama o TSK’nın yaptığı ve sonunda Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idam edildiği 27 Mayıs darbesini ve sonuçlarını eleştiriyorum demek oluyor...
*
FENERBAHÇE:

İlker paşa bütün bu “yalnızlık” örneklerinden sonra Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın da sanıkları arasında olduğu şike soruşturması ve davası sırasında Fenerbahçe taraftarının tarih yazdığını söyleyip, Fenerbahçe taraftarı olduğu için onur duyduğunu belirtiyor. Tüm diğer davalarda olduğu gibi şike davasında da “asıl aktörün yargıyı araç olarak kullanan cemaat “ olduğunu vurguluyor...
*
Ama insanımızın büyük çoğunluğunun yaptığı gibi Fenerbahçe taraftarının da kendi kulüp başkanları tutuklanana kadar ne Ergenekon, ne Balyoz soruşturmalarında ordu mensupları, aydınlar, gazeteciler tutuklanırken, kimisi intihar ederken kılını bile kıpırdatmadığını, en azından Fenerbahçe taraftarlığı bilinen kendisine bile sahip çıkmadığını hiç söylemiyor; şike davasına gösterilen tepkinin, haksız ve hukuksuz tutuklamalara, kumpaslara değil, futbol ve takım aşkına yapıldığını, dolayısıyla bunun övünülecek değil, aslında üzerinde uzun uzun tartışılacak bir sosyal sorun olduğunu, konu futbol olunca ayağa kalkan ama hak ve özgürlükler olunca gıkı çıkmayan bir toplumda yaşadığını görmezden geliyor...
*
GEZİ:

Gezi protestoları için “saygı duyulacak bir olaydı” demekle yetiniyor; ama Fenerbahçe taraftarına övgü dizerken, Gezi protestolarında en ön saflarda futbolu değil, hak ve özgürlükleri savunmak için bulunan Beşiktaş kulübünün Çarşı grubunun adını ağzına bile almıyor; Şimdi Çarşı Grubu için açılan darbe yapmaya teşebbüs davasıyla ilgili tek laf etmiyor...
*
Bir dönem MİT ile ilişkilerini de anlatıyor. TSK mensubu subaylarla ilgili her hafta aynı yerden atılan isimsiz ihbar mektupları geldiğini, MİT müsteşarından bu kişinin bulunmasını istediğini, kamera kayıtları getirilirse bu “personelin” bulunacağını belirttiği halde o kamera kayıtlarının kendilerine hiç verilmediğini anlatıyor. Sn Başbakan’a MİT müsteşar yardımcısının asker kökenli olmasında fayda olduğunu söylediğini ama o konjonktürde bunun gerçekleşmediğini belirtiyor...
*
Aslında burada iki da hata ortaya çıkmış oluyor; birincisi, MİT doğrudan başbakana bağlı olduğu için MİT müsteşarına “bu kişiyi bulun” talebini yapmasının hiyerarşiye ve devletin işleyişine aykırı oluyor, ikincisi, Bülent Arınç’a süikast meselesini açıklarken “biz oraya personelimizi bir subayı izlemesi için gönderdik” demesi, gerektiğinde izleme yaptırabildiklerini ortaya koyduğundan, bu mektupları atanı bulmak için kendilerinin de bir çalışma yapabilme imkanına sahip oldukları halde yapmadıkları ortaya çıkıyor...
Tabi bu açıklaması aynı zamanda, bir de MİT’in de mi, o kumpasların içinde olduğu sorusunu gündeme getiriyor...
*
PKK DEĞERLENDİRMESİ:

İlker paşa, kitabında PKK’yı da değerlendiriyor; alıntılardan anlaşıldığı kadarıyla PKK ile ilgili olarak, “artık terörle istediği amaca ulaşamaz” deyip bunu açarak, bugün uluslar arası konjonktürde terör olaylarının eskisi gibi büyük destek bulmadığını,  PKK’nın bugün kuzey Irak’ta sahip olduğu güvenli bölgelere ileride sahip olamayacağını, Irak’ın yeni yapılanmasında ve geleceğinde PKK terör örgütüne yer olmadığını söylüyor...
*
Ama madem ki koşullar bu denli PKK’nın aleyhineyse, AKP iktidarının bu örgütle neden masaya oturup pazarlık yaptığını, Güney Doğu’da kontrolün neden bu terör örgütünde olduğunu, Cizre’de devletin güvenlik güçlerinin görev yapamaz halde bulunduğunu, özerklik açıklamalarının ne anlama geldiğini ABD’nin PKK’dan desteğini çekip çekmediğini açıklamıyor...
Böyle olunca da büyük olasılıkla fiili gerçeği değil, kendi dileklerini dile getirdiği izlenimi yaratıyor...
*
Ertuğrul Özkök, kitabı överken, küçük bilgiler ve istatistikler de söylüyor; İlker paşanın okuduğu ilk gazetenin ne olduğunu, kimin etkisiyle Fenerbahçeli olduğunu, formasını çok sevdiği için Kuleli askeri lisesine gittiğini belirttikten sonra, kitapta kimin adının kaç kez geçtiğine, en çok adı geçen ünlülerin kimler olduğuna dair rakamlar veriyor...
Bunların ne önemi varsa?
*
SONUÇ:

Ve bütün bu yazdıklarımın sonunda, İçinde bulunduğumuz ülke koşullarının yakındığımız gibi olmasında büyük olasılıkla, başlarından önemli deneyimler geçmiş olmasına rağmen kamuda üst görevler yapan insanlarımızın, meselelere yukarıda ifade etmeye çalıştığım üzere yüzeysel bakıyor olmasının, konjonktürle hiç ilgisi olmayan kitaplar yazıp, açıklamalar yapmasının, bunların suçlu olarak gösterdiği bir tarikatın ortağı olan siyasi iktidarın işine yaradığını fark etmemesinin, gazeteci geçinenlerimizin, bu insanları parlatmaya ve günü birlik değerlendirmelerle günü kurtarmaya meraklı olmasının önemli payı olduğu sonucuna ulaşmamak elde olmuyor...

Mustafa Tuğrul Turhan


  



17 Ocak 2015 Cumartesi


Zarrab’ın Bir İmzası Yeter...

AK Partili 4 eski bakan hakkındaki yolsuzluk iddialarını soruşturma komisyonunun, tamamı hukukçu olan AKP’li 9 üyesi, verdikleri, hukuka aykırı siyasi kararla partili arkadaşlarını akladılar...
*
AKP’li komisyon üyelerinin, eski bakan zafer çağlayan’ı aklarken, kendisine Reza Zarrab tarafından “hediye” edildiği iddia edilen saatin bedeli olan 300 bin Frank’ın, elden ödendiğini gösteren, Zarrab imzalı, Conrad otele ait antetli alelade bir kağıdı belge olarak kabul etmesi bana, bakanlık Teftiş Kurulu Başkanıyken yürüttüğümüz bir soruşturmayı hatırlattı...
*
Zamanın bakanı tarafından Teftiş Kurulumuza intikal ettirilen ihbar mektubunda yer alan, bir genel müdür ile ilgili yolsuzluk iddialarının soruşturulması için görevlendirdiğim iki başmüfettiş, gerekli incelemeleri yaptıktan sonra genel müdürün mal varlığına ilişkin kuşkular oluşması üzerine kendisine, bu varlığa nasıl sahip olduğunu sormuştu...
*
Aldıkları yanıt ilginçti...
Genel müdür daha çok küçükken babası hastalanmış ve çaresiz hastalıktan öleceğini anlayınca da, biriktirdiği bir miktar parayı,  o zamanlar ticaretle uğraşan bir akrabalarına vererek işletmesini, kazancıyla çocuklarına ve ailesine bakmasını istemiş, o akrabaları da yıllar yıllar sonra nemalandırdığı bu parayı, toplu olarak bizim genel müdüre iade etmiş ve akrabasıyla ikisi bu iadeyi kayıt altına almak için bir de tutanak düzenleyip imzalamışlardı...
*
Hikaye güzeldi...
Lakin soruşturma yapanların ifadelerde söylenenlere, o ifadeyi doğrulayan belge ve bilgiler olması halinde itibar etmesi gerekirdi ve müfettişler de buna göre davranmışlardı...
*
Genel müdürün artık annesi de hayatta değildi, ama kendisinden başka iki kardeşi daha vardı; öyleyse o akrabaları, kendisine babalarınca işletmesi için emanet edilen parayı, neden sadece genel müdüre iade etmişti ve kendisine belgesiz verilen paranın geri verilmesinde tutanak düzenlemesine neden gerek duyulmuştu...
*
Bu sorulara inandırıcı ve makul yanıtlar verilemiyordu...
Kaldı ki, mal varlığını açıklamakta zorlanan herkesin, bir yakını ile böyle bir tutanak düzenlemesi de pek ala mümkündü...
*
O halde bu açıklamaya ve tutanağa itibar edilmesi hukuken mümkün değildi; müfettişler de öyle yapmışlar ve raporlarında, Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunun ilgili maddesi gereğince genel müdür hakkında cumhuriyet savcılığa suç duyurusunda bulunulmasını önermişlerdi...
Rapor, tarafımca da uygun görülerek, bakana onaylatıldıktan sonra savcılığa gönderilmiş, hukukun gereği neyse, o yapılmıştı...
*
Evet, birisi yolsuzluk yapmakla itham edilen, diğeri onun akrabası olan iki kişi arasında, yolsuzluğu kamufle etmek amacıyla düzenlendiği kuşkusu yaratan ve belge niteliği taşımayan bir imzalı “kağıda” bizim müfettişler hukukun gereğini yaparak itibar etmemiştir...
*
Ama bırakın birisini her ikisi de yolsuzluk iddiasıyla itham edilen iki kişiden birinin, bu yolsuzluğu gizlemek amacıyla düzenlediği şüphesini doğuran bir kağıda ise, meclis soruşturma komisyonunun 9’u da hukukçu olan AK Partili üyesi, bir “belgeymiş” gibi itibar etmiştir...
*
Bu iki örnek arasında ki fark, sadece basit bir tercih meselesi olmayıp, soruşturma yürütenlerin objektif olmaları veya olmamaları halinde hangi sonuçların doğacağının göstergesidir...
Bizim yaptığımızda hukuk temel alınmış, komisyonun kararındaysa, niyet hukuka galip gelmiştir...
Tabiri caizse, Zarrab’ın bir imzası yetmiştir...
*
Bu sonuç, AKP iktidarında ülkenin, hukukun ve vicdanların geldiği noktayı açıkça göstermesi bakımından son derece dikkat çekicidir...

Mustafa Tuğrul Turhan

16 Ocak 2015 Cuma


Charlie Hebdo’nun Karikatürleri Ve Cumhuriyet Gazetesi...

Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, düşünce ve ifade özgürlüğü, inançlarla ilgili olarak kullanılırken son derece özenli davranmak gerekir...
Çünkü sonuçta düşünce ifade edilen alan, tamamen kişinin iç dünyasıyla ilgili olan, inanmak veya inanmamakla ilgili olup, özeldir...
*
Bu nedenledir ki, herhangi bir inançla ilgili düşünce beyan edilirken, o inanca sahip olanların hassasiyetinin, tepkilerinin ne olacağının hesaba katılması, düşünce özgürlüğünün sınırlanmasıyla ilgili olmaktan daha çok, inanç özgürlüğüne saygıyla ilgili bir meseledir...

Ve aynı zamanda, “empati” kabiliyeti ve “duygusal zeka” göstergesidir...
*
İnanç alanıyla ilgili düşünce,  eğer bir kişi değil de topluma hitap eden bir basın organınca ifade edilecekse, bu saygının ve duygusal zekanın çok daha fazla gösterilmesi beklenir...
Zira basın özgürlüğünü dayanarak yazılı veya görsel yayın yapan kurumların, her türlü özgürlüğe, herkesten daha çok sahip çıkması ve içinde yaşanan toplumun değerlerini ve hassasiyetlerini herkesten fazla bilmesi gerekir...

Bu, sadece bir zorunluluk değil, aynı zamanda bir sorumluktur...
*
Cumhuriyet Gazetesinin, Charlie Hebdo Dergisinin Hz. Muhammed ile ilgili karikatürlerini yayımlaması, her türlü siyasal kaygıdan arınarak, bu genel çerçeve içinde değerlendirilmelidir...
*
Bu karikatürlerin yayımlayanların kanlı bir baskınla katledilmeleri, dini referanslar üzerinden siyaset yapan AKP iktidarı tarafından da kınanmak durumunda kalınmış olup, bazı radikal çevrelerden kaynaklanan,“ama öldürülenler de İslam dünyasının peygamberine hakaret ettiler” şeklindeki birkaç cılız sızlanma dışında ciddi bir tepki oluşmamışken,  o karikatürleri Türkiye’de yayınlamak neyin nesidir?

Basın özgürlüğünün müdür; düşünceyi ifade özgürlünün müdür; yoksa özellikle son yıllarda bağnazlığın tavan yaptığı Türkiye’de bu yayının sonuçlarının neler olabileceğini öngöremeyen bir zeka eksikliğinin göstergesi midir?
*

Katolik Hıristiyan dünyasının lideri Papa Francesco’nu bile, Hz. Muhammed ile ilgili karikatürlerin Fransa’da yayımlanmasıyla ilgili olarak, “Eğer iyi arkadaşım anneme küfrederse, bir yumruk yemeyi bekleyebilir.” Diyerek manidar bir değerlendirme yaptığı dikkate alındığında, bu karikatürlerin Türkiye’de yayımlanmasının basın ve düşünce özgürlüğünün değil, toplumun nabzını tutamayan bir zekanın ürünü olduğunu söylemek haksızlık olmasa gerektir...
*
Lafı dolandırmadan söylemek gerekirse; Cumhuriyet Gazetesinin yaptığı, haklıyken haksız duruma düşmenin en somut örneği, çarşafa rozet takan, sağa açıla açıla bir hal olan ana muhalefet partisinin Cumhuriyet Gazetesinin yayınını özgürlük adı altında savunmasıysa, çelişkinin daniskasıdır...

Mustafa Tuğrul Turhan   


10 Ocak 2015 Cumartesi

Baykal'ın Seks Kasetini Cemaat Tek Başına mı Yaptı?..

Uğur Dündar ve Soner yalçın, bugün Sözcü Gazetesindeki yazılarında, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski başkanı Sabri Uzun’un geçtiğimiz günlerde piyasa çıkan “İN” isimli kitabında yer alan, “Baykal’ın Seks Kasetinin”  kimler tarafından nasıl çekildiği, kameranın yatak odasına nasıl yerleştirildiği ve bu işi yapan polislerin nasıl ödüllendirildiği gibi ayrıntılar üzerinde duruyor...
*
Sabri Uzun, kitabında Baykal kasetinin “cemaat” tarafından yapıldığını yazsa da Uğur Dündar, yazısında bu kaset operasyonun gerçekleştiren polislerin “cemaatçi” olduklarına dair bir ifade kullanmıyor...
Ancak Soner Yalçın, Sabri Uzun’un kitabından alıntılar da yaparak, sadece Baykal kasetinin değil,  Mesut Yılmaz hükümetinin düşmesine neden olan Alaadin Çakıcı ile Korkmaz Yigit’in telefon konuşmasına ilişkin ses kaydının ve Hablemitoğlu cinayetinin de “cemaatçi” polislerin işi olduğunu açıkça söylüyor...
*
Uğur Dündar yazısının sonunda, “Ki­ta­bıy­la ha­ki­ka­ti ör­ten es­rar per­de­si­ni kal­dı­ran Sab­ri Uzu­n’­a, hu­ku­kun üs­tün­lü­ğü­ne gö­nül ver­miş bir yurt­taş ola­rak iç­ten­lik­le te­şek­kür edi­yor ve kut­lu­yo­rum.” Demekle yetiniyor...
Soner  Yalçın da,” Sabri Uzun’un kitabından sonra, başta bazı CHP’liler olmak üzere kimileri Cemaat’i savunmaya devam edecekler mi?” diye soruyor...
*
Ama ne Sabri Uzun kitabında ve ne de Uğur Dündar ile Soner Yalçın yazılarında, genel seçimlere 1 yıl kala, cemaatin bu kaseti ne için yaptığı, sonuçta bu kasetten kimin menfaatlendiği, operasyonun kimin işine yaradığı, gerek Baykal’a, gerekse genel seçime çok kısa bir süre kala MHP milletvekillerine yapılan kaset operasyonları ile neyin amaçlandığı, ABD’nin parmağının olup olmadığı hususlarına hiç değinilmiyor...
Oysa doğru tespitler yapmak için bu sorulara yanıt aramak gerekiyor...
*
Bu soruların yanıtları, operasyonlar “cemaatçi” polisler tarafından yapılsa da özünde, CHP ve MHP’ye güç kaybettirtip, ABD’nin Orta Doğu için öngördüğü BOP projesinin uygulayıcısı AKP’nin 2011 seçimlerinde Anayasa’yı tek başına değiştirecek çoğunluğa ulaşmasını sağlamak ve böylece karşı devrimi hızlandırmak için yapıldığını açıkça ortaya koyuyor...
Ve elbette ki,“cemaat” ile AKP’nin ortaklığı da açıkça belgeliyor...
*
Nitekim Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Hala bu medya, bu siyasiler ‘İnsanın özeline karışıyor’ diyorlar. Yahu kendi eşiyle mi bir şey oluyor da özel oluyor. Bu özel değil, bu genel genel.  Bu genel bir ahlaksızlıktır. Eşini aldatanları mağdur olarak göremeyiz. Yahu senin hayatın bu işlerle geçti. Bir kasetle duman oldun. Söylemeyecektim en sonunda konuşturdun. Komplo komplo dedi, böyle bir şey yapmadığını söylemiyor. İsmi geçen diğer kişi de bunu söylemiyor.” Cümlelerini miting meydanlarında büyük bir memnuniyetle sıkça tekrarlayarak, kaset işlerin oya çevirmek için kullanması da, AKP ile cemaatin ortaklığının bir başka belgesi olma niteliğini taşıyor...
*
Hal böyleyken, Baykal’ın seks kaseti operasyonunu veya MHP’li vekillere yönelik benzer operasyonları yapan polisleri o görevlere kimlerin atadığına, siyasi sorumluluğun kimlere ait bulunduğuna, hedefin aslında ne olduğuna ve çapının büyüklüğüne değinilmeden, bütün bu olanların sadece üç beş “cemaatçi polisin” kendi başlarına yaptığı işlermiş gibi sunmak, gerçeklerle bağdaşmıyor...
*
Bununla da kalmıyor; AKP ve cemaat ortaklığının unutturulup, tüm olumsuzlukların “cemaatin” üzerine yıkılıp,  AKP’nin iyi niyetli olduğu ve kandırıldığı şeklinde yürütülen algı operasyonuna ve propagandasına, dolaylı da olsa destek vermek oluyor...
*
Öyleyse, cemaatin ne “dolaplar çevirdiği” sadece bilmek ve/veya söylemekle yetinmeyip, bütün bunları kimin için yaptığını ve suç ortağını da söylemeyi kesinlikle unutmamak, unutturmamak gerekiyor...

Mustafa Tuğrul Turhan


9 Ocak 2015 Cuma

Çalışan Kadına Hak mı Kadını Eve Kapatmak mı?

Devlet, gelişmesi ve niteliği yeterli olmayan alanlarda, teşvik sağlar...
İhracatı teşvik eder, eğitimi teşvik eder, sporu teşvik eder...
Bu hem görevidir, hem de anlaşılır bir uygulamadır...
*
Devletin, teşvik gerektirmeyen bir alanda teşvik uygulaması ise anlaşılır olmaktan oldukça uzaktır...
Mesela nüfus yoğunluğu üst seviyelerde, genç nüfusun büyük bir çoğunluğu işsiz, okullaşma ve yüksek öğretim imkanları mevcut nüfusuna oranla son derece yetersiz olan bizim gibi bir ülkenin en az “üç çocuk” söylemleri ile yola çıkıp, bunu teşvik edici uygulamaları yürürlüğe koymaya kalkması akıl ve mantıkla açıklanabilecek bir durum değildir...
*
Gelin görün ki, Başbakan Davutoğlu, dün düzenlediği basın toplantısında, “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programını” sunmuş ve devletin, aileyi nasıl koruyacağından ziyade, birden fazla çocuğa, özellikle de 3. çocuğa sahip olunması halinde nasıl maddi ve sosyal imkanlar sunacağını ballandıra ballandıra anlatmıştır...
*
Buna göre; çalışan kadın anne olduğunda ücretsiz izin kullanırsa, bu süre borçlanma yapılmaksızın kademe ve derece ilerlemesi süresine sayılacak...
Analık izni bitiminden sonra ilk çocuk için iki ay, ikinci çocuk için dört ay, üç ve üzeri çocuklar için altı ay olmak üzere yarı zamanlı çalışabilecek...
Doğum sonrası ilk çocuk için iki ay, ikinci çocuk için üç ay, dört ve daha fazla çocuk için altı ay yarı zamanlı çalışma hakkı tanınacak ve yarım günlük ücret farkı devlet tarafından karşılanarak ücrette azalma olmayacak...
Çocuk okul çağına gelene, yani 5,5 yaşına kadar ebeveynlere kısmi çalışma hakkı getirilecek; bu 300 saate kadar olacak...
Ebeveyn işinden olmayacak, iş garantisi devam edecek, profesyonel hayattan kopmayacak çocuğunu da hayata hazırlayacak.
Bir iki ay içerisinde bu uygulamalar yasal zemini oluşturulup başlatılacak.
*
Onca teşvik edilecek mesele varken, iki, üç hatta daha fazla çocuk doğurtmayı teşvik etmeye ne gerek var, anlamak zor...
Hadi teşvik ettin diyelim; peki, yarın öbür gün hamile kalır, çocuğu olur, işi aksatır diye işverenin kadına iş vermediği bir toplumda, bu paket hayata geçtiğinde kaç kadın çalışma imkanı bulacak?..
Devlet kurumlarında yandaşlar dışında kimse işe alınmadığına göre, yandaş olmayan kadınlar nerede çalışacak?..
Sn. Başbakan bir de bunu açıklasa da öğrensek...
*
Zaten bu gerçeğin farkında ki, “ebeveyn işinden olmayacak, iş garantisi devam edecek” diyor...
Nasıl devam edecek iş garantisi?..
Pozitif ayrımcılık yapıp, işverene mecburi kadın çalıştırma kotası mı getireceksin?..
Bu hukuken nasıl mümkün olacak?
Madenlerde üç kuruş ücrete hayatlarını tehlikeye atan işçilerin iş garantileri gibiyse, eksik olsun o garanti...
*
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz...
AKP hükümetlerinin bugüne kadar yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının nereye varacağının aynasıdır...
*
Buna göre, bu paketi getirmenizin asıl nedeni, aileyi koruma ve kadına sosyal hak getiriyor görüntüsü altında, Cumhurbaşkanının uzundur dillendirdiği “en az 3 çocuk” ısrarının ve sağlık bakanının ortaya attığı anneliğin “kariyer” olduğu anlayışının, hayata geçirilmesi suretiyle, kadının çalışma hayatından uzaklaştırılmasını ve evinde oturup annelik yapmasını teşvik paketi olabilir...

Mustafa Tuğrul Turhan









8 Ocak 2015 Perşembe

O zaman Niye Öyle Şimdi Niye Böyle?

Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi ülkenin geleceği bakımından çok büyük bir tehlike de 2015 yazında yapılacak seçimlerde, AKP’nin yeniden tek başına iktidar olması, hatta HDP’nin de manevralarıyla TBMM’de Anayasa’yı değiştirecek bir çoğunluğu yakalaması tehlike değil mi?
*
AKP bu seçimden de tek parti iktidarı çıkartırsa, bugün provaları yapılan Başkanlık Sistemi resmen kurulmayacak mı?
*
Hiç uzatmayalım, AKP yine kazanırsa, bu defa “demokrasi tramvayı” son durağa gelmeyecek mi?
*
E öyleyse, nerede Cumhurbaşkanlığı seçiminde parti organlarına danışmadan torbadan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu çıkartıp aday ilan eden ve bunu, ‘yaptımsa ben yaptım risk aldım’ diyerek savunan Kemal Kılıçdaroğlu?...
*
Nerede, Kılıçdaroğlu ile üç dakika görüşüp, Ekmeleddin bey’in CHP ile ortak “çatı” adayları olduğunu açıklayan Devlet Bahçeli?...
*
Sahi neredeler?
2015’te genel seçim yok mu?
*
Mevcut verilere göre, CHP ve MHP’nin, bu seçimde tek başlarına AKP’ iktidarına son verecek bir başarı gösterebileceğine dair hiçbir ışık olmadığına göre, neden şimdi de cumhurbaşkanlığı seçiminde yaptıkları gibi işbirliği yapıp, ortak bir seçim stratejisi oluşturarak, “güç birliği” yapmıyorlar?...
*
Neden, cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi diğer küçük partilerle de görüşüp geniş bir yelpaze ile ittifak aramıyorlar?
*
Neden?..
Asıl birlikte hareket etme zamanı şimdi değilse, ne zaman?
*
Ama sergiledikleri tutum ve davranışlardan anlaşılan o ki, koşullar birlik olmayı gerektirmekteyse de CHP ve MHP’nin, önümüzdeki genel seçimlerde, cumhurbaşkanlığı seçimindeki gibi bir ittifak içine girmesi söz konusu olmayacak...
*
Bu durumda da beklenmedik gelişmeler yaşanıp büyük bir sürpriz olmazsa, AKP bu seçimlerden de galip çıkacak ve var olan bütün sorunlar ikiye üçe katlanacak...
*
Hal böyle olunca da bu tabloya rağmen, önümüzdeki genel seçimlerde “güç birliği” yapmayan CHP ve MHP’nin, cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin bey’in çatı adayı olması konusunda “üç dakikada” anlaşmalarının gerekçesinin ne olduğunu, bu anlaşmanın, kendi özgür iradeleri ile mi, yoksa birilerinin kulaklarına üflemesi neticesinde mi sağlandığını ve tabi, böyle yaparak neden seçmeni sonu belli bir maceraya sürüklediklerini, kamuoyuna açıklamaları tarihi bir zorunluluk olacak...
*
Öyle ya,“bu ne perhiz bu ne lahana turşusu”; o zaman niye ittifak da, esas şimdi ittifak zamanıyken niye ayrı baş, bir planın parçası mısınız diye sormazlar mı adama?..

Mustafa Tuğrul Turhan