26 Mart 2015 Perşembe

İki Kemal Bir Vah!..

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bugün Kemal Derviş ile “başbaşa” görüşmüş ve seçimi kazandıkları takdirde ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevini teklif etmiş, Kemal Derviş’te kabul etmiş...
*
Oh, içimiz rahatladı...
*
İşte ben genel başkan diye buna derim...
*
Ne o öyle, partinin Merkez Karar Yürütmek Kuruluymuş, yetkili organlarıymış, orada görüşmekmiş filan, cumhurbaşkanı seçiminde nasıl Ekmeleddin beyi ortaya attıysa, yerel seçimlerde nasıl Sarıgül’ü İstanbul adayı yaptıysa, şimdi de çağırır Kemal Derviş’i, peşinen verir görevi biter...
*
Millet de “tıpış tıpış” sandığa gidip oyunu atar...
*
Bugüne bugün CHP’nin en güçlü olduğu il olan İzmir’den önseçime girme şovu yapıp, “demokrat” ilan edilmiş bir genel başkanı kim tutabilir...
*
Bu defa da iki dudağının arasından 2001 ekonomik krizi patladığında Dünya Bankasında görev yapmaktayken birden bire Türkiye’ye “davet” edilen, koalisyon ortağı üç partide de ekonomiyi yönetecek bir tek Allah’ın kulu yokmuş gibi tepeden inme biçiminde Ecevit hükümetinde hariçten ekonomiden sorumlu devlet bakanı yapılarak hükümetin kaderi kendisine emanet edilen, sonrasında nasıl olduysa erken seçim lafını telaffuz ederek birden siyasete merak salıp Ecevit’in sağlık durumunu bahane ederek DSP’den ayrılanlarla Yeni Türkiye Partisini kurma çalışmalarına aktif olarak katılan, fakat sonra bu yeni partiden seçilme şansı olmadığını görerek yol arkadaşlarından ayrılıp Baykal’ın CHP’sinden milletvekili seçilen, daha sonra da  Türkiye’deki “görevini tamamlamış olmanın huzuru” içinde bir süre sonra CHP den istifa edip yeni bir yurt dışı göreve atanarak sırra kadem basan, cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde görüştüğün ve bir ara adaylığı gündeme gelen “karanlık adam” Kemal derviş’in ismi çıkabilir, kim karışabilir...
*
Ama şu unutmamalıdır ki, seçime kısa süre kala iktidar iyice yıpranırken, o genel başkanın bu yaptığı, AKP’yi rahatlatacak ve sonucu etkileyecek çok büyük bir hatadır...
*
Belli ki birileri, Kemal Derviş ismini her kritik seçim arifesinde CHP’nin kulağına üflemektedir; ama CHP tanımamış olsa da, üfleyene karşı duramasa da Türk halkı Kemal Derviş’in kim olduğunu, ne olduğunu iyi bilmektedir...
*
Bu sebeple, emperyalizmin mutemet adamı Kemal Dervişi vitrine koyarak seçime giden bir partiye artık kimse “tıpış tıpış” gidip oy vermeyecektir...
*
Bunun nedeni, sadece Kemal Derviş’e güvenmemek değil, aynı zamanda ortada “fol yok yumurta yokken” ona ekonomiyi teslim etmeyi taahhüt eden Kemal Kılıçdaroğlu’ndan da kimse kusura bakmasın “ne köy ne kasaba olacağının” tamamen netlik kazanmasıdır...
*
Hiç uzatmaya gerek yok; Kemal Derviş’i hala umut olarak görüp, partisinde hiç adam yokmuş gibi “dizginleri” ona vermeye hazırlananların, kendi iradeleriyle hareket ettikleri kuşkuludur ve iktidar olmaya muktedir olmadıkları apaçık ortadadır...
*
Yani iki Kemal bir vah’tır...


Mustafa Tuğrul Turhan

23 Mart 2015 Pazartesi

Arınç’lar ve Gökçek’ler...

Sosyal medyayı kullananlar, “Bu memlekette sağcı-solcu, ilerici-gerici yoktur, bu memlekette namuslu ve namussuzlar vardır.” Sözüne mutlaka rastlamıştır...
*
Elbette herkes kendi düşüncesinde özgürdür; ben Bülent Arınç’ın son çıkışlarının ve açıklamalarının, bu sözün doğrulanması olarak görenlerdenim...
*
Bülent Arınç, kendisinin de ifade ettiği gibi, adı akçeli işlere karışmamış, dürüst olmayan işlerde anılmamış ender AKP’lilerdendir...
*
Zaman zaman, toplumun bir kesimini inciten sözleri olmuşsa da bunların, kendi ideolojisinin ve inancının samimi bir ürünü olduğunu kabul etmek gerekir...
*
Arınç’ın ilginç çıkışlarının ve sözlerinin olması, onun dürüst bir siyasetçi olduğu gerçeğini değiştirmemektedir...
*  
“Hadi canım, dürüstü de bugüne kadar neden durdu AKP’nin içinde, şimdi ona kim inanır” diyenler olacaktır...
*
Lakin unutmamak gerekir ki, adı akçeli işlerle anılmamış olan ve geç de olsa bugün dik bir duruş gösteren bir başka Allah'ın kulu da yoktur...
*
Hakkında pek çok akçeli iddia ileri sürülen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, adı yolsuzluk soruşturmasından şimdilik AKP oylarıyla kurtulan eski bakan Egemen Bağış, iyi biat ettiği için milletvekili yapılan Mehmet Metiner ve onlar gibi olanların hepsi, diyet borçlusu oldukları otoriteye ram olmuşken, yerlerinin o otoritenin yanı olduğunu gösterme telaşına düşerek, Bülent Arınç’a saldırırken, Arınç’ın dik duruşunun bir değeri olmadığını söylemek mümkün müdür?
*
Yolsuzluk, hırsızlık iddialarının kapatıldığının konuşulduğu, “hırsız” sözcüğü kullananların başına gelmedik işlerin kalmadığı şu günlerde, Bülent Arınç’ın, üstüne basa basa, “Ben cam gibi bir adamım, önüm arkam bellidir. Kimsenin adamı değilim, kimsenin çantasını taşımadım. Hiçbir akçeli işte benim ismim geçmez, hiçbir dürüst olmayan işte benim ismim geçmez.”

 “8 Haziran'da sokağa çıktığım zaman 'bu adam dürüst bir adamdı, vicdanlı bir adamdı, namuslu bir adamdı, doğru söylerdi, doğru söylediği için de dokuz köyden kovulmuştu. Helal olsun' diyeceklerini biliyorum. Başkaları için teminat veremem. Ama benim için böyle denmesi milyarlara, trilyonlara sahip olmaktan çok daha değerlidir.”

Demesi de çok manidar değil midir?
*
Hiç kuşku yok ki, bazı sözlerin zamanında söylenmemesi, hareketlerin zamanında yapılmaması tartışılabilir...
*
Ama bunların geç de olsa söylenmesinin ve yapılmasının, hiç söylenmemesinden ve hiç yapılmamasından evla olduğu da bir gerçektir...
*
Öyleyse, bu ülkenin namuslu insanlarının, en az namussuzlar kadar güçlü olmak adına, bu gerçeği gözden kaçırmadan tavır almasında yarar vardır...

Mustafa Tuğrul Turhan


21 Mart 2015 Cumartesi

HDP Açısından Seçim Analizi...

Genel seçimlere kısa bir süre kalmışken, önemli bir süreçten geçtiğimize hiç kuşku yok...
*
Davutoğlu başkanlığındaki AKP hükümetinin, cumhurbaşkanı ile zaman zaman belirginleşen ters düşmeleri, özellikle son günlerde” Kürt sorunu” ile ilgili olarak Erdoğan, “böyle bir sorun yoktur” melainde açıklamalar yaparken, başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın bu konuların hükümetlerinin  sorumluluğunda olduğunu ve cumhurbaşkanını sevmekle birlikte, bunları bakanlar kurulu toplantılarında paylaşmak yerine, ekranlarda konuşmasını doğru bulmadıklarını açıklaması, diğer başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan, izleme heyeti oluştururken, Erdoğan’ın istihbarat örgütü varken ayrıca izleme heyeti uygulamasını doğru bulmadığını söylemesi,

Buna karşılık “Kürt sorunu” tartışmasına “Kürt” tarafı olarak katılan, HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, Erdoğan’a “HDP var oldukça seni başkan yaptırmayacağız” demesi,
Ve AKP tarafının da bu açıklamaya karşılık olarak, MİT vasıtasıyla da olsa Erdoğan ile uyum içinde “Çözüm süreci” adı altında belli mesafeler alan Öcalan’ı “cici”, Erdoğan’ı başkan yaptırmayacaklarını söyleyen Demirtaş’ı ise “tu kaka” ilan etmesi,

Bu sürece, HDP’nin barajı geçip geçemeyeceği tartışmaları arasında “Kürt sorununa” hangi siyasi parti veya çizginin nasıl baktığının damga vuracağını göstermektedir.
*
Bir önceki analiz yazımızda, CHP’nin, aslında “çözüm sürecine” karşı olmamakla beraber, bunu klasik seçmenine ve tabanına anlatmakta sıkıntı yaşaması nedeniyle bu konuda net ve açık bir tavır içine giremediğini, barıştan silahsızlanmadan yana olduğunu genel olarak ifade etmekle yetindiğini, bununsa hiçbir tarafa güven vermediğini,

MHP’nin ise baştan beri bu konuda hamasi davrandığını, ancak artık fiili bir durum halini almış olan bu konunun çözümüne dair somut açıklamasının olmadığını,

Belirtmiş ve ABD’nin liderlik yaptığı emperyalizmin BOP projesi kapsamında, Türkiye, İran ve Irak üçgeninde oluşturmak istediği bir Kürt yapılanmasının hayata geçirilmesi için hala en uygun siyasi iktidarın AKP olarak görüldüğünü, dolayısıyla, bu bağlamda ABD emperyalizmine karşı çıkılmadan, yürütülecek milliyetçi duruşların yeterli olmadığını söylemiştik...
*
Bu nedenle bu analizimizde daha çok, seçimlere damga vuracak olan “Kürt sorununun”  Kürt tarafı olarak görünen HDP üzerinde durmakta yarar görmekteyiz...
*
Önce belirtelim ki, HDP’nin barajı geçip, geçemeyeceği sorusu, fala bakar gibi cevaplanacak bir konu değildir.

Bilindiği üzere HDP’nin barajı geçemeyeceğini bile bile, aralarında bulunan gizli bir anlaşma gereğince kendi isteklerini almak ve Öcalan’ın serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla, AKP’nin Anayasa’yı değiştirip Erdoğan’ın başkan olmasına imkan verecek bir çoğunluğu elde etmesi için parti olarak seçime girme kararı aldığını söyleyenler olduğu gibi, HDP’nin, ‘barajı aşamazsam bunu gerekçe yapar ve kendi parlamentomu kurarım’ diyerek bu yola gittiği değerlendirmesinde bulunanlarda vardır...
*
Bu görüşlerden ilki pek de gerçekçi görünmemektedir; çünkü şayet HDP ve AKP’nin aralarında bir anlaşma var da seçimler sonrasında Erdoğan, HDP’nin istedikleri yerine getirilerek başkan yapılacaksa, bunun için HDP’nin baraj altında kalarak, AKP’ye Anayasa’yı değiştirecek bir çoğunluğu kazanması için fırsat vermek yerine, eskisi gibi bağımsızlarla girip mecliste gurup kurarak AKP ile birlikte Anayasa’yı değiştirerek, Erdoğan’ın başkanlığı karşısında istediklerini alması çok daha akılcıdır...

Bu durumda HDP, hem mecliste temsil edilecek ve hem de bütün inisiyatifi AKP’ye bırakmamış olacaktır. AKP’de çoğunluk kendisinde olsa da Anayasa’yı tek başına değiştirmeye uğraşan bir parti değil, mecliste bir partiyle de olsa uzlaşan bir iktidar görüntüsü vermiş olacaktır.
*
İkinci görüş daha çok dillendirilmekteyse de aslında bunun da uygulanabilirliği zayıf ihtimal olarak görülmektedir. Zira güneydoğu da ayır bir parlamento kurulması için uygun bir konjönktür olduğunu söylemek zordur ve HDP de bunu görecek deneyime sahiptir. “ Çözüm süreci” denilen süreç, bir anlamda Türk kamuoyunun ana dilde eğitim ve özerklik gibi radikal konularda ikna edilmesi ve alıştıra alıştıra yapılmasıysa ki, budur; o halde bu süreç devam ederken Türk kamuoyunun kerhen de olsa sesiz kalmasını sağlayacak “silahsızlanma” gibi adımları atmak yerine, tepkisini çekecek ve uzlaşı içinde süreci yürüttüğü AKP iktidarını zora sokacak olan, ayrı parlamento kurulmasının da akılcı bir iş olmayacağı açıktır.
*
HDP’nin seçime parti olarak girmesinin temel gerekçesi, en kuvvetli olasılıkla, Cumhurbaşkanlığı seçiminde yakaladığı 9,5 civarındaki oy oranıdır. HDP kurmayları, bu oy oranının, HDP kurulurken Türkiye’deki bütün ezilen kesimlerin ve “solcuların” da partisi oldukları yolundaki beyanlarının ve Apo’nun, Mahir Çayandan “el aldığı”, onun devamı olduğu yolundaki açıklamalarını sonucunda elde edilmiş olduğunu, bu seçimde de sadece Kürt’lerin değil, sol dahil, diğer kesimlerden oy almaları halinde barajı geçebileceklerini düşünmüş olsa gerektir...

Bu bir risk almadır ve aslına bakılırsa, AKP’ ile “stratejik” ortaklıkları olduğu için parlamentoya girememeleri çok da önemli bir kayıp olmayacaktır. Önemli olan milletvekili olmak değil de Kürt hareketinin belli tavizleri alması ve hedefe yürümesiyle,  AKP iktidarında nasıl olsa çözüm süreci sürdürülecektir. Bunun teminatı zaten parlamentodaki HDP değil, Kandil’deki PKK’dır. Öyleyse parlamentoya girip girememenin pek de önemi bulunmadığı ortadadır...
*
Peki, HDP kurmayları barajı aşacakları yönündeki öngörülerinde ne kadar haklıdır. Yani, Kürt’ler dışında kalan hangi kesimler ve hangi sol HDP ye oy verecektir...
İşte bu sürecin can alıcı sorularının en başta geleni budur. Son günlerde kimi kesimlerce yapılan açıklamalar, HDP’nin, sol dahil diğer kesimlerden de oy beklentisinde haksız olmadığını ortaya koymaktadır.

Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonunun, ardından bir gurup “aydın ve sanatçının” da seçimlerde türlü bahanelerle HDP’ye destek vereceklerini açıklaması bunun göstergesidir.
Ne var ki, esas olan bunların ne denli somutlaşacağı ve oya yansıyacağıdır. Ne Avrupa Alevi Birlikleri federasyonu tüm Alevileri, ne de geçmişte de “demokrasi” getirecek hayaliyle AKP’yi desteklemiş olan sözde aydınlar ve sanatçılar tüm aydın ve sanatçıları temsil etmektedir.

Bunun ötesinde Türkiye de dağınık gruplar halinde de olsa bugüne kadar HDP’ye destek vereceğini resmen açıklayan bir sol harekette olmamıştır.

Elbette bunun çok önemli ve haklı nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenlerin en başta geleni, HDP’nin klasik anlamda “sol” ile daha açık ifadeyle sosyalizmle ne kadar alakası olmadığıdır.
*
Daha önce muhtelif yazılarımızda defalarca belirtmiş olduğumuz üzere, HDP etnik milliyetçilik temelinde silahlı terör örgütü olan PKK’nın legal kolu olması hasebiyle, klasik anlamda sol ile ilgisi bulunmamaktadır. Sosyalist sol, milliyetçi değil, evrenseldir, yoksul ve ezilenlerin sesi olurken “milliyet” temelinde değil, “sınıf” ve evrensellik temelinde hareket eder. Terör ve katliamcılık solun işi değildir, sosyalistler aynı zamanda hümanisttir.  HDP, yoksul, ezilen Kürtleri değil, zengin aşiret reislerini temsil etmektedir. Daha önemlisi, ülkemizdeki yoksulluk meselesi, şu veya bu bölge veya milliyetle sınırlı değildir. O nedenle Kürt hareketi çerçevesinde ele alınması sol bir yaklaşım olamaz.

Sol’ un 1900 lü yıllarda, eski sömürgecilik döneminde savunduğu, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” savı, yeni sömürgecilik döneminde geçerliliğini çoktan yitirmiş, ulus devletlerin yerini, topluluklar almıştır. Bu bağlamda artık ulusçuluk ve kendi kaderini tayin meselesi, anti emperyalist ve ilerici bir duruş değil, emperyalizmin ülkeleri bölmek, parçalamak ve istediği gibi yönetmek için kullanmaya çalıştığı bir modelin kuklası olmaktır.

Apo ne kadar Mahir Çayan’ların devamıyım dese de bunun gerçekle hiçbir ilgisi yoktur; Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş gibi gençlik liderlerinin başını çektiği sol hareketlerin de Kürt milliyetçiliğini ve Kürtlerin ayrı bir yapılanma içinde olmalarını savunmaları da söz konusu değildir. Etnik Kürt milliyetçiliği yapanlar,  meydanı boş bulduklarından onların bıraktığı onurlu mirası sahiplenerek, taban genişletmeye sempati kazanmaya çalışmaktadır. Mahir’lerin Deniz’lerin yazdıklarına, söylediklerine, attıkları sloganlara, en başta geleni bağımsız Türkiye’dir. Onların önceliği, Amerika’nın başını çektiği emperyalizmin sömürüsünden kurtulmuş bütün bir Türkiye’dir; halkların kardeşliğidir. PKK ve uzantılarıysa, Orta Doğunun yeniden dizaynında kullanılmak için emperyalist Amerika ve ortaklarının kucağında büyütülmüştür.

HDP bugün, ne kadar legal görünse de, bütün ezilen kesimleri kucaklama iddiasında olsa da son tahlilde Kandil’de yuvalanan terör örgütü PKK’dan güç alan, onun silah kullanma şantajıyla ve onun liderinden aldığı talimatla siyasete yön veren bir oluşumdur...
Eski BDP neyse HDP de odur...
*
Bu çerçevede, HDP şimdilerde her ne kadar AKP’ye karşı bir cephe oluşturuyormuş imajı yaratmaya çalışsa da bugüne kadar PKK ile mesafesini koruya gelmiş olup geçmişte PKK uzantısı siyasi partilere oy vermeyen “sol” ve “diğer” kesimlerin bugün HDP’ye oy vermesi için geçerli hiçbir neden bulunmamaktadır.
*
İçlerinde sosyal medyanın büyüttüğü, bu kapsamda güç vehmedilen malum isimlerin de bulunduğu bir küçük “sanatçı” gurubun ve dar Alevi örgütlenmelerin HDP’ye destek verecekleri yönündeki açıklamaların, bu partinin barajı geçmesi için yeterli olması da çok kuşkuludur.
*
Şimdilik görünen budur...
*
Tabi, seçimlere kısa süre kalmışsa da, siyasette 24 saatte çok şeyin değişebileceğini unutmamak gerekir...
*
O nedenle, köprülerin altından daha çok suların akacağını söylemek de yanlış olamayacaktır...

Mustafa Tuğrul Turhan






20 Mart 2015 Cuma

Tencere Dibin Kara...

Eskiler, “Sıçan geçer yol olur” der...
*
Küçük ve çok basit de olsa olumsuz bir işin yapılmasına bir kez izin verilmesi, o olumsuzluğun daha sonra da yapılmasına imkan sağlar ve o uygulama giderek gelenek halini alır demektir bu...
*
Recep Tayyip Erdoğan’ın, üniversite rektörlerini atamasına yönelik değerlendirme ve eleştirileri, özellikle de YÖK’ün, İstanbul üniversitesinde yapılan seçimde en yüksek oyu alan adayı cumhurbaşkanlığına sunarken ikinci sırada yazmasının büyük bir olaymış gibi “üniversitede sandık şoku” manşetiyle haber yapıldığını görünce bu söz geldi aklıma...
*
Sanki YÖK ilk kez en fazla oyu alan bir rektör adayını ikinci veya üçüncü sıraya koyuyor...
*
Sanki ilk kez bir cumhurbaşkanı, YÖK’ün ilk sıraya yerleştirerek kendisine sunduğu bir rektör adayını değil de ikinci sırada yer alan bir adayı rektör olarak atıyor...
*
Tamam, çabuk unutuyoruz da bu kadarı da fazla değil mi?
*
Bu yolu, kimimizin yere göğe sığdıramadığı 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer açmadı mı?
*
Önce, “YÖK’e yüksek öğretim kurumlarına atamalara ilişkin yetki verilmesi özelde üniversite özerkliğini, geneldeyse demokratikleşmeyi yaralamaktadır” diyerek, YÖK’ün en fazla oy alan adayları eleyip en az oy alan adayları yazarak kendisine gönderdiği listeyi iade edip, ancak daha sonra bizzat kendisi ikinci sırada sunulan adayları rektör olarak atamadı mı?
*
Hatırlayanlar bilir; Kastamonu Üniversitesinde 15 oy alan birinci sıradaki Mustafa Safran’ın yerine YÖK’ün beşinci sıradayken ikinci sıraya yerleştirerek sunduğu sadece 2 oy alan Bahri Gökçebay’ı atadı...
Yozgat Bozok Üniversitesinde en fazla oy alan Mustafa İlbaş Yerine, sadece 4 oy alan İnci Varinli’yi atadı...
Giresun Üniversitesinde 25 oy alan ilk sıradaki Mehmet Tüfekçi’nin yerine 8 oy alan Osman Metin Öztürk’ü atadı...
Zonguldak Üniversitesinde 164 oyla birinci olan Gamze Mocan Kuzey’in yerine 161 oyla ikinci olan eski rektör Bektaş Açıkgöz’ü atadı...
Dokuz Eylül Üniversitesinde ikinci sıradaki Emin Alıcı’yı atadı...
Gazi Üniversitesinde 1064 oy alan Rıza Ayhan’ın yerine 366 oy alan ve üçüncü sırada olan Kadri Yamaç’ı atadı...
Cumhuriyet Üniversitesinde 136 oy alan Faruk Kocacık’ın yerine 115 oy alan Mehmet bakır’ı atadı...
Erciyes Üniversitesinde 284 oy alan Zeki Yılmaz’ın yerine 236 oy alan Cengiz Utaş’ı atadı...
Trakya Üniversitesinde 126 oy alan Levent Alimgil’in yerine 109 oy alan Enver Duran’ı atadı...
İnönü Üniversitesinde ikinci sırada yer alan Fatih Hilmioğlu’nu atadı...
Samsun 19 Mayıs Üniversitesinde üçüncü sıradaki Ferit Bernay’ı atadı...
*
Ve tabi, bu uygulama "birilerinin" işine geldi “yol oldu”...
*
Abdullah Gül, Sezer’in izinden gitti...
*
Recep Tayyip Erdoğan aynı yolda yürüyor...
*
Kısacası, kimsenin kimseye söyleyecek sözü yok!..
*
“Tencere dibin kara seninki benden kara”...

Mustafa Tuğrul Turhan







18 Mart 2015 Çarşamba

Anonim Şirket mi Dediniz?...

Recep Tayyip Erdoğan’a, bir taraftan suni gündem yaratıyor diye kızacaksın; bir taraftan da ağzından çıkan her lafın üzerine atlayıp, şöyle dedi, böyle dedi diye konuşacaksın...
*
Bunun adı, en hafifinden çelişkidir...
*
Neymiş, Erdoğan, “Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı yürü yürüyebilirsen.” Demiş...
*
Vay efendim sen misin bunu söyleyen, “önce T.C’yi attı şirket yaptı” filan yorumlar havada uçuşuyor...
*
Oysa Erdoğan’ın şirket gibi yönetilmeli derken anlatmak istediği yeni bir model değil, düpedüz başkanlık sitemi...
*
Nitekim şirket gibi yönetilmeli lafı cımbızla alınmadan, konuşmasının, “Yeni Anayasa ve Başkanlık sistemini geçmişten bu yana söyledim yine söylüyorum. Bu sistemde ısrar etmek milletimize haksızlıktır. Yeni Türkiye sizlerin Sivil toplum örgütlerinin işadamlarımızın ellerinde yükselecek. Sizden istirhamım Yeni Türkiye, Başkanlık Sistemi ve yeni anayasayı her fırsatta millete anlatın. Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir.” Şeklinde olduğuna bakıldığında, bunun böyle olduğu görülüyor...
*
Erdoğan çok güçlü olasılıkla, başkanlık sisteminde seçilmiş başkanın kongreye karşı sorumlu olarak hareket etmesini, Sermayesi halka açık bir Anonim Şirketin, ortakların katılıyla yapılan genel kurulunda alınan kararları uygulamakla ve şirketi basiretle yönetmekle görevli olan yönetim kurulunun, bu yönde hareket etmesi için yönetim kurulu başkanına yetkisi vermesini ve başkanın yönetim kuruluna ve genel kurula karşı sorumlu olmasına benzetiyor...
*
Bu benzetmenin içine, Anonim şirketlerin basiretli tüccar sıfatıyla, karlılık ve verimlilik esası çerçevesinde faaliyette bulunduğu gibi, ülke yönetiminin de verimlilik ilkesi gözetilerek yönetilmesi gerektiğini söylemek istediği eklemekte de beis bulunmuyor...
*
Öyleyse nedir mesele?
*
Ülkeyi şirket yapacak değerlendirmeleri ne kadar haklı ve gerçekçi...
*
Bugüne kadar ki tecrübeler gösterdi ki halk, bu tür muhalif söylemleri kale bile almıyor...
*
Öyleyse, muhalefeti daha temel konular üzerinden yapmak için muhalefetin kendisine acilen çeki düzen vermesi gerekiyor...
*
Bu kadar açık ve net!...

Mustafa Tuğrul Turhan



14 Mart 2015 Cumartesi

İmama Uymak Gibi...

Takipsizlik kararıyla birlikte Kozmik Oda üzerine konuşmalar aldı yürüdü yine...
*
En çok da odanın aranmasına izin verildiği dönemde Genel Kurmay Başkanı olan İlker Başbuğ konuşuyor...
*
Bu, bir suçluluk psikolojisi tezahürü olsa gerek...
*
“Aramaya izin verdik, çünkü suikast iddiası çok çirkindi ve TSK’ya yüklenmeye çalışılan şaibeyi, töhmeti engelledik.” Diyor...
*
İyi de zaten TSK’nın kozmik odasına, böylesine bir tezgah kurulmadan, böylesine cin fikir bir plan yapılmadan nasıl girilebilirdi ki...
*
Basit ve tutarsız gerekçelerle bir suikast iddiası ortaya atılıp hemen akabinde kozmik odada arama talep edilince, psikolojiği dahil her türlü saldırı ve savaşa hazırlıklı olması gereken bir kurumun bunu anlaması ve buna göre tavır sergilemesi gerekmez miydi?..
*

Arama talebi geldiğinde, ortada açılmış Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının bulunması ve birçok ordu mensubunun tutuklanmış olması da bunun tezgah olduğunun fark edilmesi için yeterli gerekçe oluşturmuyor muydu?..
*
Belli ki, o günlerde TSK’mız işin bu boyutlarını pek de iyi değerlendirememiş ve işi suikast iddiası ile sınırlı zannetmiş...
*
Bunu yine İlker Başbuğ’un açıklamalarından anlıyoruz...
*
Başbuğ’un “Sözcük ile tarama yaptılar. İlk listede ‘Arınç’, ‘Çukurambar’, ‘Ali Şahin’, ‘Sadullah Ergin’ ve ‘Toyota’ gibi, iddiayla ilgili 37 kelime aradılar. Ancak ikinci bir liste vardı ve listede ‘ Ankara ’da işlenen cinayetler’, ‘Hablemitoğlu’, ‘Ahmet Taner Kışlalı’, ‘Uğur Mumcu’, ‘Danıştay’, ‘Maske Mazereti’ ve ‘Maskeli Görev’, ‘Cami çalışmaları’, ‘Kilise’, ‘Zararlı şahıslar’ gibi ifadeler yer alıyordu. Dijital belgelerde onları da aradılar. Bu liste asıl niyeti ortaya çıkardı. Planlanmış, bir kumpas diyelim, harekat olduğunu gösteriyor. Faili meçhulleri TSK’ya fatura etmek istiyorlardı ve bunun için delil arıyorlardı.” Şeklindeki sözleri, TSK’nın kurulan tezgahı, kozmik odada arama iznini verdikten ve arama başladıktan günler sonra ikinci liste araması yapıldığında fark ettiğinin en somut kanıtı değilse nedir?
*
Hal böyleyken, “kozmik odada aramaya izin verdik, çünkü suikastı ve faili meçhulleri üzerimize yıkacaklardı” demek vicdan rahatlatmadan başka anlam ifade etmemektedir...
*
Mahkeme kararı vardı, başbakan karara uyun dedi, biz de zaten hukuka saygılı olduğumuz için karara uyduk deyin olsun bitsin...
*
Nasıl olsa sonraki Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel’de mahkeme kararına uyup, muhafaza altındaki belgeleri savcıya göndermedi mi?...
*
İşte bu!..
*
Yargı kararlarına “uyduk gitti” deyin bitsin...
*
Tıpkı “imama uymak” gibi yani...

Mustafa Tuğrul Turhan




11 Mart 2015 Çarşamba

Kozmik Oda...

Hatırlarsınız, altı yıl önce Bülent Arınç’a suikast iddiası ortaya atılmış ve bu iddiayı araştırma gerekçesiyle, Genel Kurmay’ın “Kozmik Odası” yirmibeş gün süreyle “aramaya” tabi tutulmuştu...
*
Bu iddiaya ilişkin soruşturma nihayet sonuçlandı ve beklendiği gibi, iddianın sahte belgelere dayanılarak ortaya atıldığı ve dolayısıyla asılsız olduğu ortaya çıktı...
*
Soruşturmanın başlamasında önemli delil sayılan, Arınç’ın Çukurambar semtindeki evine ait olduğu ileri sürülen “krokinin”, Astsubay M.U’nun arızalanan bilgisayarını tamir için görevlendirdiği bir askere bilgisayar tamircisinin adresini kolay bulması için çizdiği kroki olduğu anlaşıldı...
*
Arınç’ın evinin civarında dolaştığı için şüpheli bulunan Albay Erkan Yılmaz B’nin ajandasındaki, Abdullah Gül başlıklı notun, 16 yaşındaki oğlunun kendi el yazısıyla hazırladığı kitap özeti olduğu belirlendi...
*
Albay Erkan’ın, Arınç’ın evinin çevresinde bulunmasının nedeninin de, o mahaldeki mağazalardan alışveriş yapmak olduğu, mağazalardan getirtilen kayıtlarla kanıtlandı...
*
Bu kadar basit mi diye şaşırmayın sakın;  evet bu kadar basit ve uyduruk iddialarla Genel Kurmay’ın Kozmik Odasını aranıyor...
*
Bu aramaya izin veren dönemin Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ, bu izni verdiği için kendisine yöneltilen eleştirilere, "Kozmik odanın aranmasına Başbakan Erdoğan’ın onayı üzerine izin verdim. İyi ki vermişim. Bakın arama yapıldı ve suikast iddiasına dair hiçbir şey bulunamadı. Şayet vermeseydim: 'delilleri yok ettiğimiz' öne sürülecek, başımız daha büyük derde girecek ve beni hiçbir şey, hiçbir kimse kurtaramayacaktı." Diyerek yanıt veriyor...
*
İlker Başbuğ’a, TSK’nın en üst komutanı olarak, ordu içinde olup biten her şeyden haberdar olma konumunda olduğunuz için bu suikast iddiasının doğru olmadığını daha ortaya atıldığında bilmeniz gerekmez mi, hadi  bir an için bilginiz dışında gelişmiş olabileceğini düşündünüz diyelim, bu durumda da, o odada arama yapılmasına izin vermeden önce emniyet yetkililerine, suikast iddiası hangi delillere dayanıyor diye, o ajandanın sahibi Albay’a, Krokiyi çizen Astsubay’a ne iş bu iddialar diye sorsaydınız, Ajandadaki notun o Albay’ın çocuğunun kitap özeti, Krokinin de o Astsubayın çizdiği bilgisayar tamircisinin adresi olduğu daha o gün anlaşılıp, iddianın düzmece olduğu ortaya çıkmaz mıydı diye sormak gerek...
*
Bugün daha iyi anlaşılıyor ki, “İyi ki izin vermişim, bakın arama yapıldı ve suikast iddiasına dair hiçbir şey bulunamadı, izin vermeseydim delilleri yok etiğimiz ileri sürülecek başımız daha büyük belaya girecekti” demenin kabul edilebilir hiçbir yanı bulunmuyor...
*
Daha büyük bela ne gelecekti; TSK’nın üst düzey birçok subayı Ergenekon ve Balyoz kumpasıyla zaten tutuklanmamış mıydı? İzin verilmesi daha sonra kurulan kumpasları ve tutuklamaları engelledi mi?
*
Bir iddiayı ispat külfeti, o iddiayı ortaya atana ait olduğuna göre, iddiayı ortaya atanlar bu düzmece delillerle ne yapabilecekti?..
*
Yılmaz Özdil, "Arınç’a suikast palavra çıktı" başlıklı bugünkü yazısında, bu konuyu ele almış ve Kozmik Odanın TSK için ne denli önemli olduğunu anlattıktan sonra “Kozmik oda…Nefsi müdafaadır. “Kuvayi milliye”dir. Ve, asla unutulmamalıdır...Bülent Arınç, kozmik odanın kapısını kırıp, bu milletin kuvayi milliyesi’ne girmek için kullanılan levyedir!” Demiş...
*
Peki, küçük bir araştırma yapıp kendi personeline sorma basiretini bile göstermeden, “başımıza daha büyük bela gelir” korkusuyla Kozmik Odanın kapılarını o” levyeyle” açılmasına izin verenler neyin nesi?...
*
Nasrettin Hoca misali, “hırsızın hiç mi suçu yok?”...

Mustafa Tuğrul Turhan



 



6 Mart 2015 Cuma

Savarona ve Köşk... (Anla ve Öğren Artık...)

Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Çankaya Köşkünde oturmayacağını söyledi, vay sen misin bunu diyen deyip, demedik laf bırakılmadı...
*
Bekir Coşkun başta olmak üzere bir iki aklı başında ses, Atatürk’ün köşküne oturmamasının oturmasından daha iyi olduğunun bilinciyle, “orada oturmasın zaten” dedi, o kadar çok gürültü çıkartılıyordu ki, bunları kimseler duymadı...
*
Şimdi, Atatürk’ün sağlık durumunun iyice bozulduğu son günlerinde alınan ve 1989 yılında hurdaya çıkarma kararı verilen, ancak armatör Kahraman Sadıkoğlu’nun talebi üzerine kendisine 49 yıllığına kiralanan, bu süreçte, Rus’lara satılacağı ve fuhuş yaptırıldığı iddialarıyla gündeme gelen, bütün bunlardan sonra 2013 yılında başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla, Kültür ve Turizm Bakanlığınca, Sadıkoğlu’ndan geri alınan ve deyim yerindeyse, yeniden “devlet malı” yapılan Savarona yatına bindi, boğazda tur attı diye kıyamet koparılıyor...
*
Köşke oturmadı...
Vay neden oturmadı...
Savarona’ya bindi, Atatürk’ün yaptığı gibi yabancı konuk ağırladı...
Vay neden bindi...
*
Köşke otursaydı, nasıl bir şey demeye hakkın olmayacaktıysa...
Savarona’ya bindi diye de bir şey demeye hakkın yok!...
*
Çünkü Savarona da aynen köşk gibi devletin malı ve cumhurbaşkanının kullanımına tahsis edilmiş durumda...
*
Senin Cumhurbaşkanını sevmiyor olmam bu gerçeği değiştirmiyor...
*
Bunu anla artık!..
*
Savarona’da kadın pazarlanırken aklın neredeydi?..
*
Muhalefeti böyle günübirlik ve yüzeysel meseleler üzerinden yaptığın sürece, hep muhalefette kalmaya mahkumsun...
*
Bunu da öğren artık!..


Mustafa Tuğrul Turhan