30 Aralık 2013 Pazartesi

Yavaş Ne Derse O...

Yeni CHP’nin kendi içinden çıkartacağı bir isim yokmuş gibi matematik hesapla aday ilan ettiği Mansur Yavaş’ın, Kılıçdaroğlu ile yaptığı görüşmede, “Yeni Mahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar ve Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın aday olmalarını istememesi” nedeniyle kriz yaşandığı haberini okuduğumda şaşırdım dersem yalan olur...
Ne demiş Mansur Yavaş...
Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar’ın aday gösterilmesi halinde seçimin kazanılamayacağını ileri sürüp, “Elimde anketler var, bazı bölgelerin Çankaya’ya dahil edilmesi Fethi Yaşar’ın oy oranını düşürdü. Yeni bir adayla seçime girmeliyiz” demiş...
Çankaya İlçesi için Alevi olmayan bir aday gösterilmesi gerektiğini belirtip, “Yeni ve herkesi kucaklayacak adaylarla Çankaya ve Yenimahalle’de halkın karşısına çıkmalıyız. Aksi halde Yenimahalle’yi de, Büyükşehir’i de kazanamayız” diye konuşmuş...
Anlaşılan o ki, Mansur Yavaş, yavaş yavaş koşullarını sıralamaya başlamış...
Dedikleri olmayıp da seçimi kaybederse, “ben demiştim” deme kozunu oynamış...
Bakalım daha neler olacak...
Tabi bundan sonrası zor...
Yeni CHP Yavaş’ı Büyükşehir adayı olarak ilan ettiğine ve geri dönüş yapamayacağına göre koşullarını da kabul etmek zorunda...
Hamama giren terler...
*
Ha, bu haber ne kadar doğru bilinmez...
Ama ateş olmayan yerden de duman tütmez...
Yaşanan son gelişmelere bakılırsa, duman da tütüyor ateş de yanıyor...
CHP geçtiğimiz hafta MYK’da çok sayıda adayın olduğu Çankaya İlçede ön seçim yapma kararı alıyor...
Ardından 26 Aralıkta Mansur Yavaş ile Kılıçdaroğlu’nun görüştüğü ve Yavaş’ın Yenimahalle ve Çankaya adaylarına ilişkin görüşlerini söylediği ve kriz çıktığı haberi gündeme düşüyor...
Bundan üç gün sonra da Çankaya’da ön seçim karardan dönülüyor...
Ne tesadüf değil mi?
*
Anlaşılan o ki, Yeni CHP Mansur Yavaş’ı sadece Ankara Büyükşehir adayı yapmakla kalmamış, Çankaya gibi Yenimahalle gibi CHP’li tabanın ve ilçe örgütlerinin oldukça dinamik olduğu ilçelerde bile kimlerin aday olacağı konusunda söz sahibi de yapmış...
Ötekileri siz düşünün artık...
E açılım olunca tam olmalı zaten...
Yılarca CHP’de siyaset yapmış, emek ve gönül vermiş olan adaya adayları boşa koşturuyorlar...
Adaylık, Mansur Yavaş’ın icazetiyle Kılıçdaroğlu’nun iki dudağı arasında...
Öyle, kapı kapı dolaşmak, binlerce el sıkmak, proje anlatmak da neyin nesi...
Bunlar, aday adaylarının hizmet için yarıştığı demokratik ortamlarda olur...
Var mı?
Yok...
Öyleyse, bunca çaba niye?
Yavaş’ın gözüne girin yeter...
O ne derse O...


Mustafa Tuğrul Turhan

29 Aralık 2013 Pazar

İlkesiz Siyaset Yarışı...

İlkeli siyaset, bu ülkenin her zaman özlemi oldu...
Çünkü siyaset, hep parayla yapıldı, para kazanma aracı olarak görüldü ve böyle olunca da dün başka, bugün başka, yarın başka konuşanlar en önlerde yer aldı...
Kuşkusuz istisnalar vardı, ama bu, genel kural olduğu üzere kaideyi bozmadı...
Hep var olan ilkesizlik, ne yazıktır ki, bugünlerde tavan yaptı...
*
İktidar partisi, muhalefete, “dün Silivri mahkemelerini tanımıyordun, savcıları, hakimleri eleştiriyordun, bugün bırak yargı işlesin diyorsun” mealinde sözlerle eleştiri yöneltiyor...
Muhalefette, iktidar partisine, “dün bırak yargı işini yapsın diyordun, şimdi neden engellemeye çalışıyorsun” şeklinde yükleniyor...
Kavga, gürültü yolsuzluk iddiaları ve yargı üzerinden sürüp gidiyor...
İktidar, yargının devlet içinde örgütlenmiş “çetelerin” elinde olduğunu, yolsuzluk operasyonlarının hükümete yönelik bir komplo olarak tezgahlandığını söylüyor...
Bu bağlamda, Adli Kolluk Yönetmeliği değişikliği idari yargıda görüşülecekken, bir bildiri yayınlayarak, bunun Anayasa’ya aykırı olduğunu söyleyen HSYK’ya ve İstanbul Adliyesi önünde soruşturmanın kendisinden alınmasını bir bildiri yayınlayarak duyuran savcıya ateş püskürüyor...
Suç işlediklerini iddia ediyor...
Muhalefetse, bu “çete” meselesi üzerinde hiç durmayıp, bırak yargı işini yapsın diyor...
HSYK’ya ve savcılara arka çıkıyor...
Mesele yolsuzluk olunca da muhalefetin dediği “bırak yargı işini yapsın” söylemi, kamuoyunda daha çok yankı buluyor...
*
Lakin tam da bu noktada bir kafa karışıklığı olduğu görülüyor...
Günü birlik hesaplarla yapılan siyasetin ilkesizliği adeta sırıtıyor...
İlksizlikte, iktidar ve muhalefet başa baş yarışıyor...
Nasıl mı?
Tamam, iktidarın dün Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturmalar yapılırken takındığı tavır ile bugün yolsuzluk operasyonuyla ibre kendisine dönünce takındığı tavır aynı değildir, bu konuda bir tereddüt yoktur...
Peki, muhalefetin, özellikle de ana muhalefetin dün Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarında takındığı tavırla, bugünkü yolsuzluk soruşturmalarında takındığı tavır aynı mıdır?
Herhalde buna evet demek de mümkün değildir...
*
Daha üç yıl önce AKP’nin hazırladığı Anayasa değişikliği paketinde HSYK ve Anayasa Mahkemesinin üye sayılarının değiştirilmesi de öngörülünce, buna şiddetle karşı çıkan, bu değişikliğin yargının ele geçirilmesi operasyonu olduğu mealinde eleştiriler getiren, hatta bu iddialarla paketin tümden iptali için Anayasa Mahkemesinde dava açan ana muhalefet, bugün, bu yönde iddialarda hiç bulunmamış gibi, yargıda hiç kadrolaşma olmamış gibi HSYK’nın arkasında duran ana muhalefet, aynı  ana muhalefet değil midir?
Paket referanduma sunulmadan kısa bir süre önce HSYK’nın o günkü üyelerinin bir kısmının istifa etmesini vesile yaparak, iktidara, yargıda kadrolaşmak için Anayasa değişikliği yapıldığı eleştirilerini yönelten muhalefet bugünkü HSYK’ya kol kanat geren muhalefet başka mıdır?
*
O halde bu muhalefete sormak gerekir, o gün yargının belli bir kadro tarafından ele geçirileceği yönündeki endişelerinde yanılmışlar mıdır, yargıda kadrolaşma olmamış mıdır?
Eğer böyleyse, Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları ile davalarında neden yargıya güven duyulmamıştır?
Yok, yanılmamışlar kadrolaşma olmuşsa, bugün izledikleri siyasetin ilkeli bir tarafı var mıdır?
Yolsuzlukların üzerine gidilmesini istenirken, gerek AKP’ye gerekse, yargıdaki herkesin bildiği kadrolaşmaya birlikte karşı çıkılması pek ala mümkünken, bunun sadece bir tarafını yapmak ilkesizlik değilse nedir?
Unutulmamalıdır ki, “bugün işime geleni yapayım, yarın yeni duruma göre tavır alırım” anlayışı oportünizmdir ve böyle bir siyasetin uzun dönemde başarılı olduğu görülmemiştir...
İktidarı eleştirirken, aynı yöntemleri uygulayanlar, kendileri iktidar olduklarında geçmişte eleştirdiklerinden farklı olamazlar...
O nedenle, önce iktidarı ele geçireyim sonra ilkelerimi uygularım diyerek, iktidarla ilkesizlik yarışı içinde olmak en büyük yanılgıdır...
Ne yazık ki, muhalefet bugün bu yanılgı içindedir...


Mustafa Tuğrul Turhan
İki Konuya Dikkat!

Aman, yanılmayalım...
Yine alkışa başlamayalım...
AKP’ye gidip, gemi su almaya başlayınca onlara muhalefet ediyormuş ayaklarına yatanları iyi tanıyalım...
Tanıyalım ki, saflarımız sık ve sağlam olsun...
Kim mi onlar?
İşte eski Kültür Bakanı; AKP ye, sol elini yumruk yapıp, göğsüne bastırıp şov yaparak katılan eski solcu arkadaş...
Yine bir başka eski solcu Haluk Özdalga...
Ve İzmir Milletvekili Erdal Kalkan...
Yıllarca oturdular AKP’de...
Başbakan’ın yanında pozlar verdiler...
Şimdi, işler karışınca Başbakan’ı eleştirir oldular aniden...
E yiğidi öldür hakkını yeme, Tayyip Erdoğan’da atın bunları partiden talimatını verdi...
O an üçü de partiden istifa etti...
Şimdi Ertuğrul Günay, "Siz atmadınız, biz yolumuzu ayırdık! Size yol arkadaşlarınızla iyi yolculuklar dileriz" diyor...
Güler misin ağlar mısın?
Yahu, o zaman kesin ihraç talebiyle disipline verilmeden istifa etseydin ya...
İstifa etmezsen zaten atılmayacak mıydın?
O halde istifadan başka yolun mu vardı?
Geçin bunları...
İtibar etmeyin...
Sakın ha, etmeyin!...
Bu ülke ne çektiyse, oraya buraya ihanet ettiği halde baş tacı yapılanlardan çekti...

***
Hani şu BDP den ayrılıp da HDP diye bir parti kurarken, etnik Kürt milliyetçisi değil de solcu görünmeye çalışanlar vardı...
Ertuğrul Kürkçü, Sabahat Tuncel ve Sırrı Süreyya Önder...
Biz ayrı partiyiz diyorlardı...
Biz de, “kim inanır”, bu parti daha doğarken ölmüştür; siz kim, o geçmişte “Bağımsız Türkiye” diyerek, yola çıkan devrimciler kim, sizin onlarla hiçbir ilginiz olamaz diyorduk...
E işte ortaya çıktı...
Gazeteler bugün, “BDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan ve HDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in, Öcalan'ın "çözüm süreci" kapsamında KCK'  ya gönderdiği mektubun cevabını almak üzere Kandil'e gittikleri bildirildi” diye yazdı...
Böylece, HDP’ nin BDP den hiçbir farkının olmadığı, stepne olmak ve bazı manevralar yapmak için kurulduğu, ikisinin de aynı yolun yolcusu olduğu, iplerinin APO’ nun elinde bulunduğunu resmen tescil edildi...
Şapka düştü kel göründü...

Mustafa Tuğrul Turhan



28 Aralık 2013 Cumartesi

O Kafa Hep Aynı...

Yatırımcı bir bakanlıkta uzun yıllar müfettişlik, başmüfettiş görevlerini yürüttükten sonra yedi yıl gibi azımsanmayacak bir süre de Teftiş Kurulu Başkanlığı yapmış birisi olarak, geçtiğimiz günlerde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında görevli bir savcı ile aynı yer başsavcısının basın açıklamalarını izlediğimde bazıları gibi şaşırmadım...
Böyle devlet olur mu demedim?
Çünkü yansız ve objektif olarak yürütülmesi gereken kamu görevlerinin, siyasetin veya cemaat, tarikat gibi grupların etkisinde yapılması halinde, bu gibi çatışmaların ve sürtüşmelerin kaçınılmaz olduğunu, müfettişliğim ve Teftiş Kurulu Başkanlığım sırasında yaşayarak öğrendim...
*
Müfettişlikte, savcılık gibidir, adaleti arar...
Sadece teftiş yapmaz müfettiş, inceleme ve soruşturma da yapar...
Hatta öyle Teftiş Kurulları vardır ki, rutin teftiş yapmaz, salt inceleme ve soruşturma yürütür...
Benim hemen her kademesinde görev aldığım ve başkanı olarak ayrıldığım bakanlık Teftiş Kurulu da böyle bir kuruldur...
O kurulda, çok soruşturma yaptım, çok soruşturma yaptırdım...
Yüzlerce rapor geçti elimden...
Tanıyanlar iyi bilir, görev yaptığım süre içinde dürüstlükten ve hukuktan hiç ayrılmadım...
Siyasi görüşüm olsa da hiçbir zaman işime yansıtmadım...
Lakin bütün müfettişlerin benim gibi olmadığını da üzülerek gördüm...
Özellikle başkanlığım döneminde, belli siyasi görüşe sahip oldukları için görevlendirildikleri soruşturmayı yürütürken, kendi siyasi görüşünden memurlarla içli dışlı olup, onların etkisiyle rapor düzenleyen, kendilerinden olanları himaye edip, olmayanları uyduruk gerekçelerle suçlayan müfettişlerle çok karşılaştım...
Ve onlarla hep mücadele ettim...
Soruşturma sonunda düzenledikleri raporlarında, dayanaktan yoksun bir şekilde suçlama yaptıklarını gördüğümde yazılı olarak, hukuki gerekçelerini belirtmelerini isteyip, konuyu usul ve esas yönlerinden yeniden değerlendirmelerini istedim...
Ciddi suçlar oluştuğu halde görmezden geldiklerinde, yolsuzluğun olmadığını nasıl söyleyebildiklerinin hukuki gerekçesini belirtmeleri için raporlarını yazılı olarak iade ettim...
*
Ve bunları yaptığımda çoğu zaman, dün İstanbul Başsavcılığında ortaya dökülenleri yaşadım...
Raporlar basına sızmadıysa da hakkında soruşturma yapılanlara sızdırıldı...
Bakın, biz sizi suçsuz gördük, ama o başkan var ya o, sizi suçlamamız için raporumuz iade etti denildi...
Veya ben suçluları yakaladım, ama o başkan var ya kurtarmak için raporu yeniden değerlendirmemi istiyor dedikoduları etrafa yayıldı...
Yıpratılmam için elden ne geliyorsa yapıldı...
Siyasete, tarikata bulaşanlar, görevini layıkıyla ve tarafsız yapmak yerine, bu gibi psikolojik savaşlarla uğraştı...
Vicdanına veya hukuka değil, siyaseti veya dini referans alan tercihine göre hareket etmekte hiç beis görmedi...
*
Kısacası, görevlerini objektif olarak yapması, yansız olması, elini vicdanına koyarak hukuk ne diyorsa onun ışığında adaleti araması gerekenlerin, bundan saptıklarında, siyaseti veya dini kendileri için kılavuz aldıklarında adil bir sonuç ortaya koymalarının mümkün olmadığına çok kez tanık oldum...
O nedenle dün İstanbul adliyesinde yaşananları izlerken, bütün bu kötü anılar, gözlerimin önünden bir film şeridi gibi hızla akarak geçti...
“O kafaların” hep aynı olduğunu bir kez daha gördüm...
Geride bıraktığım yıllarda iyiye doğru değişen pek fazla bir şey olmadığı biliyordum, ama çok daha geriye gittiğimizi görünce, ülkem ve hukuk adına derin bir üzüntü duydum...

Mustafa Tuğrul Turhan




27 Aralık 2013 Cuma

İşin Özü...

Kamu görevinin hangi esaslara göre yapılacağının yazılı olarak belirlenmesi, usule ilişkin bir işlemdir...
Yasa, Tüzük ve yönetmelikle düzenlenir...
Buna uyulup uyulmaması, pratikte ne şekilde yapılıyor olmasıysa, esasa ilişkin bir işlemdir...
Uyulmaması halinde, ne gibi sorumlulukların doğacağı ve hangi cezaların söz konusu olacağı da aynı mevzuat hiyerarşisi içinde belirlenir...
Adli Kolluk Yönetmeliğinde değişiklik yapılması ve daha sonra idari yargı tarafından bu değişikliğin yürütmesinin durdurulması meselesine bu gerçeğin ışığında bakıldığında, konuya bugün atfedilen önemin, büyük ölçüde güncel siyasi atmosferin etkisinden kaynaklandığını söylemek mümkündür...
Kuşkusuz bu, söz konusu yönetmelikle ilgili yaşanan gelişmeler önemsiz demek değildir...
Önem derecesinin, bugün abartıldığı kadar olmadığı demektir...
Çünkü bir kuralın yazılı olmasından çok, uygulanması önemlidir...
Bilindiği üzere İngiltere’nin yazılı bir Anayasası yoktur, ama tam olarak uygulanan bir Anayasası vardır...
Bizim yazılı bir Anayasamız vardır, birçok hak ve özgürlük orada detaylı olarak yazılır, ama pratikte çoğu uygulanmamaktadır...
Kanunlarımız vardır, ama ne kadar uyulduğu herkesin malumudur...
İşte, deyim yerindeyse zurnanın zırt dediği yer de burasıdır...
*
Adli Kolluk Yönetmeliğinde değişiklik yapılmadan önce, savcılıklarca yürütülen, yer ve duruma göre polis veya jandarmanın kolluk olarak görev yaptığı soruşturmaların, tamamen yönetmeliğe uygun olarak, gizlilik esaslarına göre yürütüldüğünü, kimsenin üst amirine bilgi vermediğini söylemek ve buna inanmak mümkün müdür?
Bırakın Allah aşkına...
Hepimiz biliyoruz ki, çürümüşlük toplumun her alanında vardır ve yargı da bundan fazlasıyla etkilenen kurumların başında gelmektedir...
Tek tek örnek vermeye, şu soruşturma şöyle, bu soruşturma böyle sızdırılmıştı demeye hiç gerek yoktur...
Güçlü olan, önemli mevkilerde adamı olan, her zaman başına geleceklerden önceden haberdar olmuştur...
Bu ülkenin yasalarında, kanunlar karşısında herkes eşittir hükmü yazılı olsa da, nüfuz sahibi olanlarla, sıradan vatandaşların eşit olmadığını herkes bilmekte, yaşayarak görmektedir...
O halde, bakanların, milletvekillerinin, bunların çocuklarının veya bir yakınlarının hakkında yürütülen soruşturmalarda, himaye edilmeleri bugün ilk kez oluyormuş gibi yapmak ne kadar gerçekçidir ve ne kadar etikdir?
Hatırlayın geçmişi, bunların himaye edilmelerini bırakın, birkaç istisna dışında haklarında soruşturma yapılması bile söz konusu olmamıştır...
Ne yani, geçmişte hepsi çok dürüst olduğu için mi bu böyle olmuştur?
Elbette değil...
*
Öyleyse, şimdi şu soruyu sormanın zamanıdır?
Adli Kolluk Yönetmeliğinde şöyle veya böyle yazılı olması ne kadar önemlidir?
Uygulandığı kadar!
Evet, önemli olan uygulamadır ve uygulamada, kamu görevlilerinin görevlerini layıkıyla, yansız ve objektif olarak yapmalarıdır...
Bunun var olacağı koşulların tam olarak sağlanmasıdır...
Yargının, bir tarikatın veya bir siyasi görüşün vesayeti altında olduğunun ileri sürüldüğü ve dolayısıyla “güven bunalımı” olan bir yerde, yönetmeliklerin, kuralların ne hükmü olabilir...
Adil, tarafsız ve güvenilir bir yargı için öncelikli olan, yazılı kurallardan ziyade o kuralları sadece ve sadece hukuka ve vicdanına dayanarak uygulayacak, kimsenin adamı olmayan özgür kamu görevlilerinin var olmasıdır...
Ne yazık ki bugün, bunun olduğunu söylemek imkansızdır...
İşin özü ve üzerinde durulması gereken esas konu da budur!

Mustafa Tuğrul Turhan


26 Aralık 2013 Perşembe

Tablo...

“Hukuk herkese lazımdır” sözü, nerede çok kullanılıyorsa bilin ki, orada hukuk mumla aranmaktadır...
Son yıllarda ülkece bu sözü sıkça kullanıyor olmamız ve malum durumumuz da bunun en somut kanıtıdır...
Peki, hukuk soyut bir kavram olduğuna göre, bu sözün pratiğe yansıması, ete kemiğe bürünmesi nasıl gerçekleşecektir?
Bağımsız ve özgür yargının, evrensel kurallarla adalet dağıtmasıyla...
Sadece ve sadece insan haklarını ve hukuku ön planda tutarak işlemesiyle...
Peki, yargı kavramı da soyut olduğuna göre, bunun somutlaşması nasıl sağlanacaktır...
İnsan eliyle...
Yani, yargı erkini işletecek olan yargıç ve savcıların yasa ve hukuk çerçevesinde ama nihayetinde vicdanlarıyla verecekleri kararlarla...
İşte bütün mesele budur...
Herkese lazım olan hukuk,  böyle hayata geçirilecektir...
*
Öyleyse, yargının bağımsız olması kadar, yargıç ve savcıların da bağımsız olmaları, herhangi bir siyasi düşüncenin, grubun veya dinin etkisi altında olmamaları gerekir...
Bazı şeyler vardır ki, şuyuu vukuundan beterdir...
Yargıç veya savcıların, bir siyasi çizginin, bir dinin veya grubun savunucusu olduklarının, onların etkisi veya baskısı ile karar verdiklerinin söylentisi bile, gerçekten böyle olmalarından daha kötüdür...
Çünkü orada yargıya güvenden söz edilemez, güven olmayan yerde de hukuk olmaz...
*
Ne yazık ki, şu an yaşadığımız tablo tam da budur...
Yargı erkinin, bir siyasi düşüncenin ve hatta dini referans alan bir tarikat grubunun vesayeti altına girdiği çok konuşulur olmuş ve buna bağlı olarak da yargıya duyulan güven ciddi ölçüde sarsılmıştır...
O nedenledir ki, kamuoyuna mal olmuş davalarda verilen her karar, toplumun bir kesimince alkışlanırken, diğer kesimince siyasi ve yanlı bulunmaktadır...
Balyoz, Ergenekon bunun en somut örnekleridir...
*
İşler öyle bir noktaya varmıştır ki, daha düne kadar, objektif olmaya çaba gösteren savcı ve yargıçların görev yerlerini değiştiren HSYK, birden bire hukukun üstünlüğünü hatırlayarak, hükümetin Adli Kolluk Yönetmeliğini değiştirmesine karşılık bildiri yayınlamış...
Bir savcı, yürütmekte olduğu bir soruşturma kapsamında kolluk olarak polisi görevlendirmek istemiş, polis, savcının talimatlarını yerine getirmemiş ve savcı,  ertesi gün yazılı bir basın açıklaması yaparak, başsavcılıkla yaptığı görüşmenin ayrıntılarını belirtip, polisin, verdiği kolluk görevini yapmayarak suç işlediği ve dosyanın kendisinden alındığını duyurmuş...
Arkasından, başsavcı bir basın açıklaması yaparak, savcının yanlış bilgi verdiğini, dosyanın, biri Terörle Mücadele Kanunu’ndan sorumlu vekil olmak üzere beş savcı tarafından incelendiğini söylemiştir...
Başsavcının açıklamalarında oldukça ilginç bilgiler bulunmaktadır...
Bunların en çarpıcılarıysa, bir savcının kendiliğinden soruşturma başlatamayacak olmasına ve yürüttüğü soruşturmalardan başsavcılığa bilgi vermekle yükümlü bulunmasına rağmen, iki yıldır hiç bilgi verilmeden yürütülen soruşturmaların olduğu, bunların kayıtlara başka isimlerle girilmiş, ya da hiç kaydedilmemiş olduğuna, bir savcının böyle bir soruşturmayı isterse yırtıp yok edebileceğine, isterse de işleme koyabileceğine, bunları bilen gören olmadığına, son olayda, savcıyla görüşüp bilgi alındıktan ve başsavcı vekili ile dosyayı inceleyip daha detaylı bilgi vermesi söylendikten sonra ertesi gün dosyanın basına yansıdığına, gizlice medyaya ve emniyete intikal ettirildiğine, savcının medya gücüyle çalışamayacağına, aslında bu şekilde medyaya sızdırmanın suç olduğuna ve bu gibi hallerde dosyanın o savcıdan alınmasının kural olmasına rağmen, bu yapılmayıp talimata uyması için kendisine yazı yazıldığına dair olanlardır...
*
Bu iki açıklama, içerikleri itibariyle ayrı ayrı önemli olsa da en önemli tarafları, yargı erkinin içinde bulunduğu durumu ortaya koymasıdır...
Belli ki, hukuku ve adaleti sağlamakla yükümlü yargı, bağımsız ve objektif olmaktan çok uzaktır...
Savcı, basın açıklamasını bitirirken “Devletin üç temel erkinden biri olan, bağımsız ve tarafsız bir şekilde görev yapması beklenen yargı erkinin bir mensubu olarak bizlerden beklenen, mevzuatın bize vermiş olduğu yetki çerçevesinden işlenen suçlar ve işleyenler hakkında gereğinin yapılmasıdır. Görevimiz, baskılardan korkarak ve çekinerek milletin hukukunu çiğnetmek değil, milletimizin hukukunu koruma yolunda görevimiz hakkıyla yerine getirmeye çalışmaktır.
Bu zorlu süreçte, en başta meslek büyüklerimiz olmak üzere sütün hukuk camiasından yargı bağımsızlığına sahip çıkmalarını bekliyorum.” Demektedir...
Bu noktada akıllara şu soru gelmektedir: Bu ülkede en temel görevleri cumhuriyeti korumak olduğu için adlarının önünde “cumhuriyet” sözcüğü bulunan cumhuriyet savcıları, o cumhuriyetin altı oyularak ülke bu hale gelirken acaba neredelerdi?
O zaman görevlerini hakkıyla yerine getirmek neden dertleri olmadı da şimdi görev aşkıyla yanıp tutuşur oldular?
Bu sorunun doğru yanıtı, aslında bugün olan bitenlerin de yanıtıdır...
Daha önce de söylediğimiz gibi mesele yolsuzlular değil, iktidar gücünü paylaşma kavgasıdır...
Başsavcının dediğine ve savcının elindeki dosyanın tarihine bakılırsa uzun zamandır elde tutulan dosyalar şimdi bir taraftan işleme konulmakta, bir taraftan da medyaya servis edilmektedir...
Bu, hukuk ve adaletin tecellisinden çok, bir tarafında, bir tarikat yapılanmasının mensubu oldukları iddia edilen ve bu nedenle de “şaibeli” duruma gelmiş olan savcıların, diğer tarafında o tarikatı tasfiye ederek,  yollarını ayırmaya çalışan siyasi iktidarın olduğu bir kirli kavganın göstergesi olabilir...
Bu da kuşkusuz, tuzun koktuğunun karinesidir...
Bu tablodan anlaşılmaktadır ki, “hukuk herkese lazımdır” sözü, bundan sonra eskiye göre daha çok kullanılacaktır...

Mustafa Tuğrul Turhan


Fır Döndüler...

Yaşı yetenler bilirler...
Bu ülke ne çektiyse, kimin atına binerlerse onun türküsünü söyleyenlerden, her sakala tarak vuranlardan çekmiştir...
Dördüncü kuvvet dediğimiz basın bu işin liderliğini yaptığı içindir bugün yaşananlar biraz da...
Zamanında dik durabilse, yapılan yanlışları yazıp, söyleyebilse durum farklı olmaz mıydı?
Ama yok, bakın gazete patronlarına çoğunun esas işi başka, gazetecilik yan işleri...
Asıl işleri nedeniyle hükümetle işleri olanlar gazetelerinde, televizyonlarında gerçeği söyleyebilirler mi?
Elbette söyleyemezler...
Tersine, hükümetin borazanı olurlar...
Şimdiye kadar olduğu gibi...
*
Ama en büyük yetenekleri anında dönebilmeleridir...
Dedik ya, zaten bu, eşyanın tabiatı gereği böyledir...
Güçlüyken iyi ilişkiler içinde olmak için bin bir takla attıkları hükümete yol göründüğünü herkesten önce onlar anlarlar...
Ve hemen, tornistan yapıp, doğruları yazan söyleyen oluverirler...
Hatta, daha da ileri gidip, bir sonrakine yatırım olsun diye gidici hükümetin aleyhine abartılı sansasyonel haberler yaparlar...
*
E bakın gazetelerin bir kısmına bunu görürsünüz...
Bu işin şampiyonları kim anlarsınız...
Birisi var ki, kendini gemiye benzeten...
İşler iyi giderken başköşede oturur, bozulunca gemiyi önce o terk eder...
Şu iktidar cemaat kavgası başlayalı beri, kokuyu almış olmalı, fır diye döndü yine...
Her şeyden kriz yaratma peşinde...
Dün gece kabine değişecek, bunun altında bile Başbakanla Cumhurbaşkanı arasında bir tenakuz varmış izlenimi yaratmak için olsa gerek, başbakan gidecekti ama cumhurbaşkanı köşkten ayrıldı konuta geçti gibi Ankara’ da kriz mealinde bir şeyler yazıyor...
Bugün, bakan değişiminde Sanayi Bakanı Nihat Ergün, “İnsanları neyin yoldan çıkaracağını biliyorum. Servet, şehvet ve şöhret arzusu insanı yoldan çıkarır. Allaha şükür parayla pulla işimiz olmadı.” Diyor, bunu “ser sözler” diye manşet yapıyor...
Neyi sert bu sözlerin?
Hani derler ya, ya sert görmemiş, ya da dayak yememiş...
*
İşte, ne yapıp edip en çok bu gibilere, bindiği veya bineceğini tahmin ettiği atın sahibinin türküsünü çağıranlara dikkat etmek gerek...
Bu ülke ne çektiyse bunlardan çekti...
Bunlar, kimi zaman basın organı, kimi zaman bürokrat, kimi zaman siyasetçi, kimi zaman seçmen oldular...
Ama hiçbir zaman bu milletin yakasından düşmediler...
Hazır temizlik başlamışken, bunları da unutmamalı...

Mustafa Tuğrul Turhan


25 Aralık 2013 Çarşamba

Böyle Saça Böyle Tarak...

Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın, istifa ederken yaptığı açıklamada başbakan da istifa etmeli şeklinde ifadede bulunmasıyla ilgili konuya, söylenecek çok şey olmasına rağmen girmeye hiç niyetim yoktu...
Ta ki, Yeni CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun,"Sayın Erdoğan Bayraktar delikanlı gibi davrandı. İnandığı şeyleri söyledi. 'Başbakan'ın verdiği talimatları yerine getirdim. Eğer o talimatlar yanlışsa, yolsuzluğa kaynaklık yapıyorsa, önce yargılanması gereken, istifa etmesi gereken kişi Erdoğan'dır' dedi. Bir Karadenizli, delikanlı gibi davrandı.” Demesine kadar...
Bu sözleri duyunca birkaç cümleyle de olsa konuya değinmek farz oldu...
Öncelikle belirtmek gerekir ki, hiç delikanlı görmesek, Bayraktar’ı bize delikanlı diye yutturacak Kılıçdaroğlu...
Pes doğrusu!
Yahu Allah aşkına, söylenen her şeyi kuzu kuzu yaptıktan sonra, çocuğun yolsuzluk iddialarıyla gözaltına alınıp, bir sürü şaibeli iş ortaya çıktığı için istifa etmek zorunda kalınca başbakan da istifa etmeli demenin neresi delikanlılık?
Kılıçdaroğlu’nun delikanlılık anlayışı buysa vay halimize...
Delikanlılık, yasal olmayan bir talimat verildiğinde bunu yapmamak, gerekirse o zaman koltuğu bırakmak değil midir?
Yapıp yapıp, sonra o yaptırdı demenin delikanlılıkla zerre kadar ilgisi yoktur.
Bunu delikanlılık olarak ilan etmek, zamanında delikanlılık yapmış bürokratlara ve bakanlara hakarettir...
Kaldı ki, Bayraktarın bunu ne için yaptığı tahmin etmek de güç değildir...
Hakan Şükür’ün, İdris Naim Şahin ve İdris Bal’ın istifaları ne içinse onun için olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek var mıdır?...
Yani mesele, delikanlılık değil, daha çok “bir yerlerden”, daha düne kadar karşısında el pençe divan durdukları başbakanlarına bile posta atacak ölçüde güç ve destek almakla, daha doğrusu talimat almakla ilgili görünmektedir.
O Bayraktar, şu son gelişmeler olmasa, başbakanın dediklerini yapmaya daha ne zamana kadar devam edecekti Allah bilir...
İstifa ederken,“Rüşvet  ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu bir operasyon sebebiyle istifa ediniz ve beni rahatlatacak deklarasyonu yayınlayınız' şeklinde tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum.” Demesi,  her şeye rağmen bakanlığa devam etmek istediğinin ve ayrılması için zorlanmasa istifa etmeyeceğinin kanıtı değil midir?
Öyleyse, kaç gündür bu bakanlar, hatta hükümet istifa etmelidir derken bugün, bütün olan bitene karşılık istifayı düşünmediği anlaşılan bu bakanın delikanlı olduğu nasıl söylenebilir?
Söyleseniz de buna kim inanır?
Suç işlemek için kurulmuş gizli çetelerde bile bir çete mensubu yakalandığında arkadaşlarını ele vermemek için gammazlık yapmaz...
Bu göz önünde bulundurulduğunda, Bayraktarın yaptığının delikanlılıkla ilgisinin olmadığını, tamamen mevcut çatışmada taraf olduğunu söylemek gerekir...
Ana muhalefet liderine düşen de budur!
Birisini değil, ikisini de eleştirmektir...
Kılıçdaroğlu bunu bilip de, siyaset icabı bilmezden geliyorsa bu, “delikanlı” demesinden daha vahimdir...
Çünkü bu, olsa olsa kendisinin de uzun zamandır “o yerlerle” iyi ilişkiler içinde olmaya gayret ettiği iddialarını haklı çıkartır...
Geçenlerde Bekir Coşkun ustanın da yazdığı gibi, galiba bu ülkenin şansızlığı, böyle bir iktidara sahip olmasından daha çok, böyle bir ana muhalefetinin olmasındadır...

Mustafa Tuğrul Turhan


Her Şerde Bir Hayır Vardır...

Siyasi iktidarla, eski ortağı cemaat arasındaki “kirli savaş” bütün hızıyla devam ediyor...
Yolsuzluk iddialarıysa bu savaşın malzemesi durumunda...
Bakmayın siz şimdi savaşın iki tarafının da namus erbabı kesilip, bir birini suçlamasına ve beddua yarışına girmesine...
Onların derdi yolsuzluklara karşı olmak ve önlemek olsaydı, bugün ortaya dökülen kirli işler zaten olmazdı...
Yolsuzluk bahane...
İki taraf da iktidarda kendisinin muktedir olması için çabalıyor...
Biri, diğeri tarafından tasfiye edilmek isteniyor ve buna karşı direniyor...
Bu yolda, her ikisi de zamanında kadrolaştığı kamu organlarını bir birine karşı kullanıyor...
Yargı ve emniyet, kah birlikte hareket ediyor; kah karşı karşıya geliyor...
Devlet çatırdıyor...
Genel tablo budur...
*
Bundan ötesiyse teferruat...
Yok, Fetullah hoca şöyle sert konuşmuş, böyle beddua etmiş...
Yok, başbakan ona şu yanıtı vermiş...
Yok, bakanlar istifa ederken neler demiş...
Yok, Çevre ve Şehircilik bakanı Erdoğan Bayraktar istifa ederken, bütün işleri başbakan’ın talimatıyla yaptığını, o nedenle kendisinin istifası için baskı yapılıyorsa, başbakan’ın da istifa etmesi gerektiğini söylemiş...
Yok, hemen arkasından önceki İç işleri bakanı İdris Naim Şahin zehir zemberek bir açıklama yaparak istifa etmiş...
Yok, savcı operasyon yapacakmış da polis onun emirlerine uymuyormuş...
Yok, filan yok, falan...
Bunlar ve bunlar gibi olan diğer gelişmeler yaşanmakta olan savaşın değişik cephelerinde meydana gelen hadiseler...
Hadi yolsuzluk nedeniyle istifa etmek zorunda kalan bakanların yaptığı açıklamaları ayrı tutalım, İdris Bal, Hakan Şükür ve en son İdris Naim Şahin’in, cemaat tarikat çatışması başlamadan önce tek kelime etmezken, bugün ağır ithamlarda bulunarak istifa etmeleri başka neyle açıklanabilir?
Yukarıda sayılanların her birinin ayrı ayır önemi olsa da, bir bütünün parçası oldukları çok açık...
Bu genel çatışma kıran kırana devam ettikçe, yarın öbür gün, bugünden öngörülemeyen daha ilginç olayların yaşanması da kuvvetli olasılık...
Ancak bundan sonra ne olursa olsun, sürpriz sayılmayacağı da ortada...
*
Bu ortamda, bir tarikat yapılanmasının mensubu oldukları iddia edilen ve bu nedenle “şaibeli” duruma gelmiş olan savcılar ve polisler vasıtasıyla yürütülen yolsuzluk soruşturmalarından hukuki ve sağlıklı bir sonucun çıkacağını ummak zor...
Gerek zamanlaması, gerek en ince ayrıntısına kadar basına servis edilmesi ve gerekse, yürütenler hakkında şaibelerin olması dikkate alındığında bu operasyonların, yolsuzluklar dert edinildiği için değil, intikam almak için yapıldığı izlenimi doğurduğu görüşü giderek ağırlık kazanıyor...
Tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilen üç bakan oğlundan ikisi tutuklanırken, birisinin serbest bırakılması ve onun babası olan Erdoğan Bayraktarın iki gün sonra bakanlıktan istifa ederken başbakanı hedef göstermesi de, bir yandan bu izlenimi kuvvetlendiriyor, diğer yandan yargı içinde gruplar olduğu söylentilerine haklılık kazandırıyor...
*
Velhasıl bu “pilav” daha çok su kaldırır görünüyor...
Kirli savaşın sonunda kim kazanırsa kazansın, bunun büyük kayıplar pahasına kazanılmış bir Pirus zaferi versiyonu olacağına kuşku duyulmuyor...
“İki testi tokuştuğunda biri kırılırsa diğeri de çatlar” özdeyişinin bir kez daha doğrulanacağı anlaşılıyor...
Böyle olmasında, laik cumhuriyetten yana olan yurtseverler açısından hiçbir sakınca olmasa da zaten kör topal olan demokrasimiz ve bıçak sırtındaki ekonomimiz bakımından aynı şeyi söylemek ne yazık ki mümkün olmuyor...
Geriye, “her şerde bir hayır vardır” diyerek, şerden hayır doğmasını, bu kirli savaşın sonunda ülkenin AKP iktidarından da cemaatten de kurtulmasını, gerçek demokrasiyi ve laik cumhuriyeti var olan temelleri üzerinde yeniden inşa edecek bir halk iktidarının kurulmasını umut etmek ve dilemek kalıyor...


Mustafa Tuğrul Turhan

24 Aralık 2013 Salı

Rüzgar Rüzgarı...

Her alanda olduğu gibi toplumun değer yargıları ve ahlak anlayışı da zaman içinde değişiyor...
Mesela “farklı cinsel tercihte” bulunanlar eskiden olduğu gibi çok katı biçimde dışlanmıyor...
Homoseksüelliğe, epeydir cinsel tercih deniliyor...
Cinsel tercihini bu yönde yapanlar, eğlence dünyasında baş tacı ediliyor...
TV’lerde reyting rekorları kırıyor...
Lakin böyle olsa da, farklı cinsel tercihlerin toplumun büyük çoğunluğunca hala pek hoş karşılamadığının da bir gerçek olduğunu söylemek gerekiyor...
*
Cinsel tercihini, aktif veya pasif “farklı” yönde kullanmış olanların büyük çoğunluğu tercih ettiği yolda yürüyor...
Ama bazıları da bununla yetinmeyip, tamamen ilgi duymakta olduğu karşı cinsten olmak için bıçak altına yatıyor ve cinsel tercihini bu yönde kullanıyor...
Böyle yapınca nedense daha bir ilgi görüyor...
Neredeyse göklere çıkartılıyor...
Hürriyet Gazetesi, uzun zamandır bu abartılı tutumun bayraktarlığını yapıyor...
Bir “Rüzgar” rüzgarıdır tutturmuş, yelkenler fora gidiyor...
Birkaç dizide küçük bir iki rol almış olan birisi, cinsel tercihini cerrahi müdahaleyle erkek olma yönünde kullanıp Rüzgar adını alınca, Hürriyette iki de bir manşet oluyor...
Oyuncuyken yakalamadığı şöhreti yakalıyor...
Rüzgar, fırında iş buldu çalışıyor...
Rüzgar, kız arkadaşı için bir başka erkekle kavga ediyor...
Rüzgar fırından ayrıldı, setin arkasına geçti yönetmen yardımcılığı yapıyor...
Rüzgar aşağı rüzgar yukarı, neredeyse attığı her adım fotoğraflarla süslenerek, haber yapılıyor ve manşetten veriliyor...
Böyle bir şey ilk kez bile olsa bu denli peşine düşülerek, pehlivan tefrikası misali gündeme neden sürekli taşınıyor...
Nedir, ne yapılmaya çalışılıyor?
Bu mesele haberse, neden hiç güncelliğin yitirmiyor...
Yok, magazin olarak kullanılıyorsa, bu iş neden magazin malzemesi yapılıyor?
Anlamak zor...
*
Ne var bunda diyenler olabilir...
Bu soruyu soranların her şeyden önce, Rüzgar cinsel tercih yaparak erkek olmayı seçen birisi olmasa sürekli manşetten haber olur muydu sorusuna yanıt vermeleri gerekiyor...
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, Rüzgar’ın salt bu tercihi nedeniyle magazin sayfalarına taşınarak haber yapıldığı ve bunun da aslında son derece yanlış olduğu apaçık görülüyor...
Aslında, çocukların cinsel istismarının, işyerlerinde, okullarda mobbing’in her yıl katlanarak arttığı bir toplumda cinsel konulara çok daha ciddi ve sorumluluk bilinciyle yaklaşılması icap ediyor...
Bu tür hassas ve istisna sayılacak örneklerin, beğenirsiniz, beğenmezsiniz değer yargıları malum olan toplumun önüne ikide bir servis edilmesinin bu ciddiyet ve sorumlulukla ne kadar bağdaştığıysa, çok daha önemli bir soru olarak ortaya çıkıyor...

Mustafa Tuğrul Turhan


23 Aralık 2013 Pazartesi

Gözden Kaçanlar...

AKP’li bakanların çocuklarının da karıştığı yolsuzluk operasyonu ortalığı öylesine karıştırdı ki, gündemde olan diğer önemli meseleler gözden kaçırılıyor...
Muhalefet partileri, çoğunlukla olduğu gibi bir işe bakarken diğerine yetişemiyor...
Hükümetin her alandaki faaliyetlerini mercek altına alıp, halkın ve ülkenin menfaatlerini gözeterek politika üretmeleri gerekirken ne yazık ki, birçok alanda gündemi yakalayamıyor...
*
Türkiye’nin uzun yıllardır başını ağrıtan Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin yaşanan son sıcak gelişmeler de bu yakalanamayan gündemlerden...
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İsviçre’nin Ermeni soykırımının inkârının cezalandırılmasına ilişkin kararını protesto ederek, bu soykırım iddiasının uluslararası bir yalan olduğunu söyleyen İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek’e, bu ülkenin yargı mercilerince verilen tazminat cezasını, üzerinde konsensüs sağlanmamış ve henüz açıklığa kavuşturulmamış konularda farklı düşünenlerin korunarak yapıcı tartışma ortamına katkı sağlanmasının, dolayısıyla bu konularda fikir beyan edilmesinin ifade özgürlüğünün temel unsurlarından olduğunu karar altına alarak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. Maddesi gereğince İsviçre yargısının kararını bozuyor, ancak Türkiye için son derece önem ifade eden bu karar üzerinde yeterince durulmuyor...
Birkaç gazete küçük bir haber olarak yer alıyor...
Ne muhalefetten ne de hükümet kanadından AHİM kararının, Ermeni soykırımının üzerinde konsensüs sağlanmamış bir iddiadan ibaret olduğunu ortaya koyması nedeniyle son derece önemli olduğuna dair ciddi ve elle tutulur bir yorum duyulmuyor...
Dış İşleri bakanlığından yapılan kısa açıklamada, sadece ifade özgürlüğü boyutu öne çıkartılarak, “AİHM'nin kararı; Özgür, demokratik ve hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı toplumların temel unsuru olan ifade özgürlüğünün korunması bakımından bir ‘Milat’ teşkil etmektedir... Türk tarihini tahrife ve Ermeni iddialarını ‘gerçek' olarak kabul ederek sorgulanmasını engellemeye yönelik özellikle Avrupa'da süregelen ‘inkârcılık' yasama faaliyetlerine gerekli cevabı da vermektedir. Ümit ederiz ki bundan sonra insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne aykırı bu tür girişimler son bulur.” Deniliyor...
*
AHİM kararının açıklanmasından beş gün önce Ermenistan’a resmi bir ziyarette bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun burada yaptığı, “Tehciri, o dönemde yaşananları tamamıyla yanlış bir uygulama olarak görüyorum. İttihatçıların yaptığı şey doğru bir olay da değil, gayri insanidir. Tehciri hiçbir zaman benimsemiyoruz.” şeklindeki açıklaması hatırlandığında, Dış İşleri bakanlığından böyle bir yorumun gelmiş olması aslında bir sürpriz de olmuyor...
Asıl sürpriz, Anadolu’da yaşanan zorunlu Ermeni göçünün yüzüncü yılını dolduracağı 2015 yılına az bir sürenin kaldığı şu günlerde soykırım iddiaları artarken Türkiye’nin Dış İşleri Bakanının 1915-1923 yılları arasında yaşananlara ilişkin eleştirel bir değerlendirmede bulunması oluyor...
Bu açıklama, Ermeni Diasporasınca mutlulukla karşılanıyor...
Diasporanın önemli isimlerinden Fransa’da yaşayan Samson Özararat, bugün Hürriyet Gazetesinde yayımlanan röportajında, “Geçen hafta Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Erivan’a giderken söyledikleri çok önemli. Belki çok normal tehcirin tasvip edilemez olduğunu söylemek. Ama bugüne kadar hiçbir resmi ağızdan duymamıştık. Bunu söylemiş olması bence büyük bir adım.” Diyerek, Davutoğlunun açıklaması karşısında duyduğu şaşkınlığı ve memnuniyeti açıkça ifade ediyor...  
Buna karşılık Türkiye’deyse, özellikle muhalefet çevrelerinden elle tutulur bir tepki gelmiyor...
Bir Türk Dış İşleri Bakanı Osmanlı’nın bir taraftan birinci dünya savaşı içinde hayat memat mücadelesi verirken, diğer taraftan batılı emperyalist devletler ve Çarlık Rusya’sının mühendisliğinde Anadolu’da başlatılan Ermeni milliyetçiliğinin giderek ikinci bir cephe haline gelmesi üzerine çaresizlikten mecbur kaldığı için bu yola başvurduğunu görmezden, bilmezden gelerek, “tehcir tasvip edilemez” diyor...
Bu açıklamanın, Osmanlı arşivlerinde bulunan 1915-1923 yılarından yaşananlara ilişkin birçok belge karşısında kabul edilebilir bir tarafı yokken ve Ermeni soykırımını iddia edenler, yeri ve zamanı geldiğinde bu sözleri de iddialarının bir kanıtı olarak kullanabilecekken, muhalefetin Davutoğlu’na bu "gafı" nedeniyle tepki vermemesini anlamak mümkün olmuyor...
Şayet bu sessizlik, yolsuzluk meselelerinin gündemi işgal etmesi nedeniyle bir gözden kaçırmanın sonucu değil de, Davutoğlu ile “hemfikir” olmanın eseriyse, durum sanıldığından çok daha vahim görünüyor...

Mustafa Tuğrul Turhan


22 Aralık 2013 Pazar

Ayıkla Pirincin Taşını...

Yeni CHP’de Mustafa Sarıgül’ün İstanbul ve Mansur Yavaş’ın Ankara için adaylıkları nihayet kesinleşti...
Hiç beklenmiyordu doğrusu, bayağı bir sürpriz oldu (!)
Şaka bir tarafa, aslına bakılırsa bu son gelişme, başkalarını eleştiren CHP’nin içinde de demokrasi olmadığını, genel başkan ve yanındakiler ne derse, parti meclisinin ve merkez yürütme kurulunun aynen onayladığını da bir kez daha ortaya koymuş oldu...
Sarıgül’ün partiye dönüş sürecinde, çiçeklerle ayağına gidildi, Ankara’ya gelince genel başkan otelde kahvaltı vererek dilekçesini aldı ve parti meclisi de ne oluyor demeden bu dönüşü onayladı...
Benzer girişimler ve aynı onaylama biçimi, Mansur Yavaş’ın adaylığı sürecinde de yaşandı...
Bu durumda o parti meclisi, “aferin takım” denilmeyi hak etti...
Bu işlerde, yükselen bir iki aykırı ses değil, sonuç önemli olduğuna göre demek ki Yeni CHP, “cemaat” destekli Sarıgül’ü ve MHP kökenli Mansur Yavaş’ı can simidi olarak gördü...
E ne diyelim memlekete hayırlı uğurlu olsun (!)
*
Yeni CHP böylece yeni yüzü de açıkça ilan etmiş oluyor...
Sağın oylarına göz diktiğini, bunu başarmak için de taktik adı altında dümeni sağa ve cemaate doğru kırdığını, ABD ile sıkı fıkı olup, ılımlı CHP olduğunu gösteriyor...
Dikkat edilirse, şu son yolsuzluk operasyonunda bile cemaate tek laf edilmiyor...
Daha düne kadar, vesayet altında olduğunu söyledikleri yargıya ve savcılara şimdi toz kondurulmuyor...
AKP’yi eleştirirken, yargıda bir vesayet yokmuş, başbakan’ın tabiriyle bir “paralel yapı” yokmuş gibi yapılıyor...
Birilerini ürkütmemeye çalışılıyor...
*
Bu tablo da başbakana, demagoji yapma ve içinde bulunduğu zor durumu, propagandaya çevirme fırsatı veriyor...
Ne diyor başbakan?..
Bir zamanlar “o yollarda beraber yürüdükleri” can yoldaşı tarikata, AKP’nin Türkiye’yi dini referanslara göre yönetmeye çalıştığını söyleyip, laik cumhuriyete sahip çıkma iddiasında olanların bile diyemedikleri ağır ifadelerle yükleniyor...
"Dindar kisvesi altında bazı zavallı örgütleri taşeron olarak kullanıp, maşa olarak kullanıp, benim bu güzel ülkemde kaos oluşturmak istiyorlar. Millet bu ittifakı da bozar. Bu kirli ittifakları defalarca bozdunuz, bundan sonra da bozacağınıza inanıyorum. Biz sizin hükümetiniz olarak, milletin hükümeti olarak, bu uluslararası karanlık çevrelere karşı, devletimizin içine sızmış paralel devlet arayışındaki örgüt ve çetelere karşı mücadele vermeye devam edeceğiz"
"Şimdi de devlet için de paralel devlet kurma gayreti içerisine girenlerin çabasını da görüyoruz. Paralel devlete izin vermeyeceğiz.
"Devlet içine sirayet eden çetelere hem de onların efendilerine bu millet cevabını çok sert bir şekilde verecek.”
"İstedikleri kadar tehditler savursunlar, istedikleri kadar şantaja, provokasyona başvursunlar asla bu tehditlere, bu şantajlara boyun eğmeyeceğiz"
“Artık ahlak sınırlarını aşmış tipler türedi bu ülkede. Bu çeteler bu tür örgütler nasıl mafyayı çökerttiysek bu çeteleri de çökertmiştik ama bunların şekli farklı. Şimdi bunlara geldi sıra, bunları da çökerteceğiz. Artık nereden gelirse gelsin, rengi ne olursa olsun asla bu konularda taviz yok.” Diyor...
Esas olan, devletin içindeki o paralel yapıyı kendilerinin oluşturduğu gerçeği olsa da, her zamanki pişkinlikle, üste çıkmaya çalışıyor ve görünen o ki, kendi tabanında başarılı da oluyor...
Hemen arkasından Yeni CHP’yi ve muhtemelen bir büyükşehir adayını kastederek, “CHP, eğer yolsuzluk arıyorsa geçmişine baksın. CHP yolsuzluk görmek istiyorsa yanı başındakilere baksın. CHP genel müdürü, yolsuzluk görmek istiyorsa dosyasını raftan indirdiği şimdi de aday yapmaya gayret ettikleri kişilere baksın." Diyor...
Ve "Nerede çete varsa, nerede kirli örgüt varsa CHP'yi onun yanında bulursunuz. Onun arkasında bulursunuz. Şu anda da yıllardır hakaret ettikleri bu çetenin arkasında saf tuttular. Şimdi bu kirli örgütün arkasında vagon oldu. Benim milletim bu fırsatçılığı affetmez. Benim milletim bu kirli ittifaka geçit vermez" diye ekleyerek, demagojiyle siyasi manevra yapıyor...
Muhalefetin, çok çok “okyanus ötesi” sözleriyle güya eleştirmeye çalıştığı birilerine, başbakan “çete” diyebiliyor...
Ve Yeni CHP’yi bu “çete” ile ittifak içinde olmakla suçluyor...
Tabanının çok hassas olduğu ve bir süredir endişeyle izlediği bir konuda CHP’yi zora sokmaya çalışıyor...
Ve ne yazık ki, ona bu fırsatı CHP fazlasıyla veriyor...
Hal böyle olunca da ister istemez akıllara “söyleyene değil, söyletene bak” özdeyişi geliyor...

Mustafa Tuğrul Turhan