20 Aralık 2017 Çarşamba


ATİLLA AĞABEY...

Bir zamanlar Cebeci, Ankara’nın daha çok orta halli insanlarının yaşadığı gözde semtlerinin başında gelirdi.
Siyasal Bilgiler, Hukuk, Basın yayın ve İletişim fakültelerinin ve öğrenci bu okullara ait öğrenci yurtlarının semtin tam ortasında olması ve Tıp fakültesinin hemen yanı başında bulunması nedeniyle olsa gerek, kahvehaneleri bile, entelektüel seviyesi yüksek öğrenci gençlerle dolar taşardı...

Ben ve arkadaşlarımın yaş itibariyle, sokak guruplarından sıyrılıp daha kalabalık guruplara karıştığı ve bu dönemsel gelişmenin doğal bir sonucu olarak, yeni yeni semt kahvehanelerine gitmeye başladığı yıllarda, henüz ülkemin insanlarını sağcı-solcu olarak ikiye bölen siyasal kutuplaşma iyice keskinleşmediğinden, o kahvehanelere, her yaş gurubundan insanlar da gelir, emekliler, kah okey oynar, kah sadece çaylarını içip sohbet eder, biz gençlerse, hararetle Kanlı King, Maça Kızı, eşli tavla veya Bilardo oynamayı tercih ederdik. Briç’i, öğrendikten sonra ise King ve Maça Kızının pabucunu dama atan da yine bizler olmuştuk...
Kahvehanelerde, “kabadayı” ağabeylerimiz de vardı. Mesela Cebeci’de bizim kuşaktan olanların tanımaması, en azından adını duymamış olması mümkün olmayan, Ayı Zafer, Sarı Tahir, Bozkurt ağabey bunların önde gelenleriydi. Yaşıtımız olup bizim gurubun bir elemanı olan Muzo da gözünü budaktan esirgemeyen bir delikanlı olarak en az bu kabadayılar kadar nam salmıştı...

 Kimseye zararları dokunmazdı kendilerinden başka; öyle kirli işleri de olmazdı şimdiki siyah giyinip, camları koyu renk filmli Mercedes minibüslerle gezen çakmaları gibi. Sarı Tahir, en fazla çok tutulan filmlerin oynadığı haftalarda İnci sineması civarında karaborsa bilet satar, bayramlarda da Ece Pastanesi önünde kartpostal tezgahı açardı. Sonradan devamlı gittiğimiz Albayrak kahvehanesinin işletmecisi, “Parmaksız” lakaplı Ahmet ağabey bizimle baş edemez hale gelince, Sarı Tahir’i kahvehaneye müdür yapmıştı...
Ayı Zafer, taksi şoförlüğüyle geçinirdi, Bozkurt ağabey, ailesinden aldığı destekle...

Sonra, sağ-sol siyaset çatışması alevlendikçe ünlü “solcu” liderlerimiz de oldu; İzmir’de o zamanın parasıyla 4 milyonluk büyük banka soygununu yapanlardan Aktan İnce, mahallemizin ağabeylerindendi. Kalın camlı gözlüklerinden dolayı “Optik” lakabıyla anılan Altan ise yakın arkadaşımızdı. Yine, bir zamanlar Devrimci Yol hareketinin önde gelenlerinden Taner Akçam ve ağabeyi Alper Akçam’da mahallemizin çocuklarındandı...
Önceleri siyasetle pek ilgilenmeyen bizim gurubu yanlarına almak için büyük çaba göstermelerine rağmen, bir türlü ısınamayarak, karşılarına geçip solcu olduğumuz ülkücüler de vardı etrafta. Bunların içinden Sami, sonraları Ülkü Ocakları Başkanlığına kadar yükselmişti...
*
Bizim gurubun daha çok briç oynayıp tabiri caizse “bitirimlik” yaptığı delikanlılık döneminde Albayrak kahvehanesine zaman zaman takılan ilginç simalardan birisi de Atilla ağabeydi...

Zaman zaman diyorum, çünkü Atilla ağabey, tıpkı serap misali bir ortaya çıkar, sonra uzun bir süre kaybolur giderdi.  Genellikle sonbahardan kışa geçilen dönemde kahvehaneye gelip gitmeye başladığında üzerinde kırık beyaz renkte belini kemeriyle sıktırmış siyah düğmeleri olan bir pardesüsü olur, jöle veya benzeri herhangi bir madde kullanmadığı halde kısa kesilmiş siyah saçları daima parlak görünür ve Atilla ağabeyi olduğundan daha genç gösterirdi.
Kaportası, bağaj bölümünden itibaren bir insan kaşını andıran arka stop lambalarının üzerine bir kuşun kanadı gibi uzayan 1959 model beyaz renkli Chevrolet marka bir de arabası vardı...

Diyebilirim ki, o dönemde karşımıza çıkan en gizemli insandı...

Ancak, gizemli olmasının nedeni bu söylediklerim değil, her ortaya çıkışında yanına bizim gurubu da alıp pavyonlarda hesapsız para harcamasıydı. Ne iş yapar, o kadar çok parayı nereden bulurdu hiç birimiz bilmezdik ve kendisine de sormaz, soramazdık. Aramızda yaptığımız konuşmalarda,  ya o yıllarda çok revaçta olan kaçakçılıkla uğraştığına, ya uyuşturucu işinde olduğuna veya kadın ticareti yaptığına dair tahminlerde bulunur, ama bu hiç birisinde karar kılamaz sonra da konuyu unutur giderdik. Bizi ilgilendiren, ortaya çıktığı kısa süre içinde hepimizi krallar gibi yedirip içirip gezdirmesiydi. Gerisinden bize neydi...
Haftanın iki ya da üç günü, orası benim burası senin masa donatmadığımız, şampanya patlatmadığımız pavyon kalmazdı. Bu mekanlara bizim gurupla gitmesinin nedeninin, kendisini etrafında genç korumaları olan bir kabadayı gibi göstermek istemesi olduğunu, ilk bir iki gidişten sonra öğrenmiştik...

Atilla ağabeyin bu “kabadayı” rolü, pavyon girişinde paltolarımızı veya montlarımızı vestiyere vermemiz sırasında başlar, içerde arkasını mümkünse duvara verip, bu mümkün değilse bizlere arkamı “kesin”, yani arkamda ne olup biterse göz kulak olun demesiyle ve şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın şeklinde talimatlar yağdırmasıyla devam ederdi...
Pavyon “turu” yapılacağı günlerde, gündüzden Albayrak kahvehanesine uğrar, akşama hazır olmamızı söyleyip gider, akşam sekiz sekiz otuz civarı tekrar gelir, hepimizi toplar, bir kısmımız onun arabasına bir kısmımız da arkasında onun takip eden bir taksiye kurulup yola koyulurduk...

Bir gecede tek bir pavyonla yetinmeyip bazen üç, bazen dört pavyon gezip, hepsinde mükellef masalar kurdurduktan sonra, sipariş ettiğimiz yiyecek ve içecekleri bitirmeden öylece bırakıp kalkmamızın sebebi, Atilla ağabeyimizin “sevgilisi” olduğunu söylediği şarkıcı Neslihan’ın, bir gecede yaklaşık birer saat arayla üç dört pavyonda sahneye çıkmasıydı...
Genellikle önce Meşrutiyet caddesinde bir pavyona gidilir, sonra Neslihan’ın programı hangi pavyondaysa sırasıyla hepsine takılırdık. Masamız sahneye en yakın yerde daha önce ayrılmış olur, Atilla ağabey önümüzde bir arkasında etrafa keskin bakışlar atarak, yol gösteren garsonun teşrifatında gider masamıza otururduk...

Ekip çok ender değişse de genel olarak,  Muzo, Firuz, Mako Mehmet, Tırsıdı Hilmi, Sirke Necmi ve bendenizden oluşurdu...
Uzun boylu, ince narin yapılı bir esmer güzeli olan Neslihan sahne alana kadar, yanardönerli kuruyemişler, meyveler, kebaplar, rakılar, mezeler, biralar birbiri ardına gelir, masada bir santim boş yer kalmaz, Tırsıdı Hilmi, gelen “alevli” Antep fıstıklarını ceplerine doldurur, bitti diye bir daha bir daha fıstık ister, ertesi gün için hepimiz adına stok yapardı...

Neslihan sahneye çıktığında, başta Atilla ağabey, hepimiz gardımızı ona göre alır, ciddi ağır delikanlı pozlarına bürünürdük. Atilla ağabeyin gönderdiği şampanya sahnede patlatılıp Neslihan bizim masaya doğru başıyla hafifçe selam verdiğinde bile, alkış malkış yapılmaz, o “ağır hava” bozulmazdı...
Neslihan şarkılarını bitirip sahneden ayrılı ayrılmaz, hızla hesap ödenip kalkılır, arabalara doluşup doğruca sahneye çıkacağı diğer pavyona gidilir, aynı zengin masa orada donatılırdı...

Ve çoğunlukla son durak, sabaha karşı Dikimevindeki Lale İşkembecisi olurdu...
*
Bu gecelerden birisinde yine her zamanki gibi, birkaç pavyon gezilmiş, Neslihan’ın en son çıkacağı pavyona gelinmişti. Oraya her gittiğimizde karşıma denk gelen köşe masalardan birisine oturup sürekli bana bakan minyon yapılı, beyaz tenli esmer kız yine bakışlarını üzerimden çekmiyor, üstelik ara sıra gülümseyerek, başıyla selam gönderiyordu. E ne de olsa serde erkeklik vardı, dayanamamış, garsonu çağırıp, kızı işaret ederek, yanıma gelmesini söylemesini istemiştim...

Az sonra sağ yanımdaki Tırsıdı Hilmi bir boş sandalyeye kayarak yer açmış ve kızda yanıma oturmuştu...
Bu esmer güzeli için sipariş verdiğim içki birkaç dakika içinde gelmiş ve sohbete henüz başlamıştık ki, Tırsıdı Hilmi, kulağıma eğilip Atilla ağabeyin kızı göndermemi istediğini söylemiş, birden başımdan kaynar sular dökülmüştü...

Bu kadar zamandır, yanında gezip kabadayı pozu atmasını sağlamış olmamızın karşılığım bu olmamalıydı diye düşünmüş ve ben de Tırsıdı Hilmi’den Atilla ağabeye kızı göndermeyeceğimi söylemesini istemiştim. Hilmi’den istemiştim, çünkü masanın öbür başına yakın oturan Atilla ağabey, delikanlılık yapıp kıza ayıp olmasın diye talebini kulaktan kulağa fısıldama yoluyla bana iletmişti. Ben de kıza ayıp olmasın aynı yolla cevap göndermiştim...
Bu kulaktan kulağa konuşmalar birkaç kez tekrarlanıp da ben kızı göndermemekte ısrar edince, Atilla ağabey sinirlenip Neslihan’ın sahneye çıkmasını beklemeden hesabı isteyip “hadi gidiyoruz” diyerek masadan kalkmış, bizim ekip de onu izlemişti. Bu davranışı, kendime ve yanımdaki kıza karşı kaba bir davranış olarak yorumladığım için ben yerimden kalmamış, siz gidin ben gelmiyorum diyerek postamı koymuştum...

*
Atilla ağabey, beni bırakıp gitmemiş, gidememişti; bir süre daha, kızı bırakıp gelsin diye dışarıdan içeriye haber göndermiş, ben de bir süre daha direnmiştim, lakin sonunda işin tadı kaçmıştı. Kıza, “hoşça kal geleceğim yine, görüşürüz” deyip pavyonu tek ettiğimde, Atilla ağabey ve bizimkiler arabalara binmiş bekliyorlardı.

Hiçbir şey söylemeden Atilla ağabeyin arabasının arkasındaki taksiye binmiştim ve hep olduğu gibi, doğruca Lale işkembecisine gelmiştik...
*
Ben o esmer minyon kızın ilgisine tepkisiz kalmamış, kısa süreliğine olsa da yanıt vermiştim. Ama Atilla ağabeyin parayı nereden nasıl kazandığından başka, Neslihan’la ilişkisinin ne olduğunu ise hiçbir zaman çözememiştik. Bu konu da Atilla ağabey’in bir başka gizemli yönü olarak içimizde kalmıştı hep...

Neslihan’ın uğruna her gece birkaç pavyonda şampanyalar patlatıyordu, ama sonra, her gece bizimle Lale işkembecisine gelip oradan da evine gidiyordu...
Neydi bu ilişki?..

Atilla ağabey, şarkıcı Neslihan’a platonik bir aşk mı besliyordu?..
Şampanyaları patlatıp patlatıp bir süre sonra, patlatacağı yeni şampanyaların ve pavyon hesaplarının parasını kazanmak için ortalıktan kaybolup kirli işler mi çeviriyordu?..

Bunları hiçbir zaman öğrenemedik; kendi aramızda çok konuşup da bir sonuca ulaşamayınca, da üzerinde durmamaya karar verdik...
*

Ve delikanlılık dönemimizin sonlarına doğru ülke meseleleriyle yakından ilgilenir olup siyasete girdik, dünyaya bakışımız, çevremiz, arkadaşlarımız değişti; daha önceleri hayatımızda olan birçok insan gibi, Atilla ağabeyi de bir daha görmedik...
Geçen zaman içinde Tırsıdı Hilmi’yi, Firuz’u ve Sirke Necmi’yi kaybettik. Şimdi o dönemi yaşayan veya bilenlerden iki üç arkadaş bir araya gelebilirsek, o günleri ve Atilla ağabey’i bir “hoş seda” olarak anıyoruz...

M.T.T