26 Şubat 2017 Pazar





SUBJEKTİF - OBJEKTİF


Uzun bir süre Teftiş Kurulu Başkanlığına vekalet ettikten sonra görevden alınarak, yeniden başmüfettişliğe döndürülmemden sonra, soruşturmam için uhdeme verilen ilk iş, bir soruşturma nedeniyle başkan vekili iken görevden uzaklaştırdığım ve daha sonra da görevden alınmış olan TEDAŞ eski Genel Müdürü Mehmet Bozdemir’in, Genel Müdürlük döneminde, İstanbul Boğaziçi Elektrik Dağıtım Müessesesi Müdürlüğü ve TEDAŞ’ın diğer bazı elektrik dağıtım müesseselerinin ihtiyacı için yapılan yeraltı kablosu ihalesi ile ilgiliydi.

Şikayet mektubunda,  Siemens, Surtel ve Türk kablo v.s gibi büyük ve ünlü kablo firmalarının katıldığı ihalenin, Sakarya menşeli Kandıra Kablo isimli firmaya verildiği, anılan firmaca teknik olarak standartların altında ve şartnamede öngörülen değerleri taşımayan son derece kalitesiz üretilen kabloların alınması suretiyle TEDAŞ’ın zarar sokulduğu ve dolayısıyla, bu ihaleyi yapanlarca görevin kötüye kullanıldığı ileri sürülmekteydi.

Bu şikayet mektubu, daha önce bir çok örneğini gördüğümüz ve daha sonra da bir çok örneğini görecek olduğumuz şekilde, önce TEDAŞ Genel Müdürlüğüne gönderilmiş olup TEDAŞ Teftiş Kurulunca incelenmiş ve konunun ilgililerinin, TEDAŞ’ın üst yöneticileri olduğu tespit edildikten sonra, TEDAŞ Teftiş Kurulunun, ortak kararnameyle atanan kendi üst yöneticileri hakkında soruşturma yapma yetkileri bulunmadığından, yetkisizlik nedeniyle soruşturulmak üzere Enerji Bakanlığa gönderilmişti.

Daha önce örneğini gördüğümüz ve sonra da göreceğimiz şekilde diyorum, zira önce incelemeye alıp sonra yetkimizi aşıyor denilerek bakanlığa gönderilme işi, TEDAŞ Genel Müdürlüğünce çok yapıyordu. Kurum içerisinde çeşitli gurupların genel müdürün kendilerinden olması için yaptığı çekişmelere Teftiş Kurulu da katılıyor, çoğu zaman isimsiz şikayet mektupları bile işleme konulup, yapılan incelemelerin ardından, yetkimizi aşıyor gerekçesiyle bakanlığa gönderiliyordu.

Söz konusu soruşturmanın başmüfettişliğime verilmesi üzerine mahallinde dosya tetkikinde bulunmak için TEDAŞ Genel Müdürlüğünde bakanlık müfettişlerine tahsis edilmiş olan odalardan birisine yerleşmiş ve incelemelere başlamıştım. O tarihlerde TEDAŞ Genel Müdürü, daha önce Müessese Müdürlüğü de yapmış olan Mustafa Öztürk’tü. Soruşturmaya başlamış olmam nedeniyle nezaketen görüşmek istediğimde Ankara dışında olması nedeniyle kendisi ile temas kuramamış, yerine yardımcısı konumunda olan Osman Nuri Doğan ile görüşmüştüm.

                                                ***
Dosya üzerinde yaptığım ilk incelemeler neticesinde, şikayete esas teşkil ettiği anlaşılan Kandıra Kablo firmasınca üretilen kabloların, şartnamedeki değerleri taşımadığını gösteren laboratuar raporunun, Siemens firmasınca yaptırıldığını, yani ihaleye girerek, ihaleyi kazanan firmaya rakip olan bu firmanın kendi laboratuarında, kendi elemanlarınca yapılan testlere dayanılarak şikayette bulunulduğunu görmüş ve bunun ne kadar ciddiye alınabileceğini düşünerek, bu noktada konuyu daha önce tetkik edip TEDAŞ yöneticilerini sorumlu görmekle birlikte, soruşturmanın yetkisizlik nedeniyle bakanlığa gönderilmesini öneren TEDAŞ müfettişi Aslan Karlıdağ ile görüşmeye gerek duymuştum. Zira düzenlediği raporda, Kandıra kablonun ürettiği kabloların şartnameye uygun olmadığını rakip firmanın söylüyor olması konusunda tek kelime olmadığı gibi, Kandıra Kablo firmasının üretimi olan kabloların teknik yetersizliğine dair, kendisince yapılmış hiçbir çalışma da yoktu. Acaba, bu konu dikkatini çekmemiş miydi? Üstünde neden durmamıştı?

Davetim üzerine yaptığımız görüşmede, TEDAŞ müfettişinin, benim dikkatimi çeken ve dolayısıyla kuşku ile yaklaşılması gerektiğine inandığım konuyu hiç önemsemediğini hayretle görmüştüm. Konuştukça meseleye afaki yaklaşımları, duyumlara dayanarak kanaat ediniyor olması, bir kişi hakkında müfettiş arkadaşlarının kendisine verdiği bilgiye göre değerlendirme yapmakta sakınca görmediğini açıklaması, bir konuda soruşturma geçirip de suçlu bulunan kişiyi her konuda peşinen suçlu gören yaklaşımı daha çok dikkatimi çekmişti. Bu bakış açısı açıkçası bana çok, ama çok yabancıydı. Bir insan, bir konuda suçlu olabilir, ama bir başka konuda masum hatta dürüst davranmış da olabilirdi. Bir müfettiş arkadaşımın verdiği herhangi bir bilgi, belgelenmeden, bir başka bilgi ile doğrulanmadan nasıl gerçek muamelesi görebilirdi. Bunları sorup, küçük çaplı bir tartışma yapmış, bu fikirlerin sadece kendisine değil, TEDAŞ müfettişlerinin çoğuna ait olduğunu ifade etmesine de hayretle tanık olmuştum. Demek ki, TEDAŞ’ tan bakanlığa sık sık üst yöneticilerini suçlayan, ama incelendiğinde kayda değer hiç bir şey çıkmayan raporların gönderilmesinin altında yatan neden bu sakat anlayıştı.

Bu görüşmeye, biraz geç gelmiş olan ve bakanlığa gönderilen raporda Aslan Karlıdağ ile birlikte imzası bulunan Akın isimli TEDAŞ müfettişinin de benzer şeyleri tekrarlaması bu kanaatimi daha da güçlendirmişti.

Ben, kendi disiplinim içinde yol alacak ve kendi üstatlarımdan görüp yıllarca içime sindirdiğim objektif verilere dayanarak hareket etme yolundan ayrılmadan, kimin hangi siyasi çizgide olduğuna bakmadan soruşturmamı yapacaktım. Eski Genel Müdür Mehmet Bozdemir’in, MHP eğilimli bir adam olması beni hiç ama hiç ilgilendirmezdi. Daha önce görevden uzaklaştırmış olmamız, birkaç konuda küçük sorumluklarını tespit edip, disiplin cezası ile tecziye etmemiz bu soruşturmada bana referans olamaz, ışık tutamazdı.

                                           ***
Öncelikle Siemens firmasınca yaptırıldığı anlaşılan laboratuar testlerinin doğru olup olmadığı ve böylece ileri sürülen iddiaların en temel enstrümanını aydınlığa kavuşturmanın zorunlu olduğu düşüncesinden hareketle, Kandıra Kablo Firmasından alınan kabloların hangi müessese müdürlüklerine gönderildiği ve nerelerde kullanıldığını tespit etmiş ve kullanımdan arta kalan ve depolarda tutulan kablo varsa bunlardan belli miktarda numune gönderilmesini ve bunun yanı sıra, kullanılmış kablolarda yaşanmış arızalar varsa kayıtlarının bildirilmesini resmi bir yazı ile ilgili mercilerden talep etmiştim.

Müesseselerde kullanımdan arta kalan numune kabloların var olması halinde, bunlar bana ulaştırılır ulaştırılmaz derhal tarafsız bir laboratuarda test ettirip, neticeyi bizzat görecektim.

Elektrik Dağıtım Müesseselerine gönderdiğim resmi yazılarımın yanıtını beklerken zaman kazanmak için bir yandan TADAŞ Genel Müdürlüğünden, incelemelerimde bana yardımcı olacak mühendisler ve teknik elemanlar talep ederek, kablo işinden anlayan bir teknik bilirkişi heyeti kurmuş, bir yandan da kabloları test ettireceğim tam donanımlı bir laboratuar aramaya başlamıştım.

Bu amaçla önce Ankara’daki teknik üniversitelerle temasa geçmiş, ODTÜ gibi en gelişmiş olanın da bile kablo testinin yapılması için gerekli olan aparatların bulunmadığını hayretle öğrenmiş, Türk Standartlar Enstitüsü ile görüşüp burada da yapılamayacağını görünce hayretim daha da artmıştı. Sonra buralardan aldığım tavsiye doğrultusunda İstanbul’a yönelmiş, İTÜ ile görüşmüş ancak gerek bu üniversitede, gerekse diğerlerinde de kabloları test ettiremeyeceğimi üzülerek anlamıştım.

Bu gelişmeler bana çok ilginç gelmişti. Bir kablo testini, bilimsel bir kuruluşa yaptıramamıştık. Daha sonra teknik heyet ile birlikte yaptığımız sıkı araştırmalar neticesinde, istediğimiz testlerin ancak bir kablo fabrikasının laboratuarında yapılabileceği sonucuna varmış ve yetkilileri ile temasa geçerek testleri İstanbul Sefaköy’de yerleşik Surtel kablo fabrikasında yaptırmaya karar vermiştik.

                                                ***
Birkaç gün sonra Boğaziçi ve Gaziantep ve şu an hatırlamadığım birkaç müesseseden, üzerinde üretim tarihi, tip numarası ve Kandıra Kablo fabrikasında üretildiğini gösteren, firmanın adının yazılı olduğu kablo numuneleri bana ulaşmıştı.

Numuneleri yüklenip İstanbul Surtel fabrikasına gittiğimizde mevsim kıştı. Kablo numuneleri, sıcak ve soğuktaki genleşme katsayısı olarak bilinen hot-sat testi başta olmak üzere kopmaya, kırılmaya dayanıklılık, kalınlık, esneklik ve şartnamesinde istenilen diğer değerlere uygunluk yönlerinden birçok teste tabi tutulacaktı. Ben ve teknik ekibim, yapılan bu testlerin hepsine fabrikanın laboratuarında bizzat refakat etmiş, sonuçları gözlerimizle görmüş ve gerek testi yapan fabrika elemanları, gerekse tüm teknik ekip birlikte imza ederek sonuçları bir rapora bağlamıştık.

Ortaya çıkan netice, kuşkularımda haklı olduğumu göstermişti. Test sonuçlarının Siemens laboratuarında yapıldığı söylenen ve kandıra kablo firmasının ürettiği kabloların şartnameye uygun olmadığı iddiasına dayanak yapılan sonuçlarla hiç ilgisi yoktu. Kandıra Kablonun kabloları ihale şartnamesinde istenilen kalitedeydi. Tabii bu netice, aslında soruşturmayı da bitirmişti.

Ardından, bu Kandıra Kablo üretimi kabloları kullanan müesseselerden gelen yazılardan, kabloların yeraltına döşenmesinden sonra cevap yazıları yazılana kadar herhangi bir arızanın yaşanmadığının bildirilmesi de son noktayı koymuştu.
                                                         ***
Bir müfettiş, bir teftiş heyeti böyle bir çalışma yapmadan, rakip firma tarafından hazırlanan, hangi kabloların teste tabii tutulduğu belli olmayan, doğruluğu şüpheli bir rapora istinaden üst yönetimini suçlu ilan edip bakanlığa nasıl suç duyurusunda bulunabilirdi? Bunu olsa olsa yukarıda izah etmeye çalıştığım sakat bir yaklaşım yapabilirdi. 

TEDAŞ Teftiş Kuruluna hakim olan bu kafa yapısı ile benim bakış açım arasındaki fark, aslında basit bir görüş farkı değil, mesleğe ve kendimize duyduğumuz saygının göstergesiydi. Ve bu fark, ileride çok başka olaylarda da ortaya çıkacak, hayati öneme sahip olacaktı.

                                             ***
Türkiye Elektrik Kurumunun ikiye bölünüp, TEDAŞ, TEAŞ olarak iki kurum halinde yeniden yapılanmasından önce TEK’in Teftiş Kurulu Başkanı olan Atilla bey, bu bölünmeden sonra, TEAŞ Teftiş Kurulunun Başkanlığını yapmış, bir sohbetimiz sırasında, TEK ikiyeye bölünürken TEAŞ’ta kalmayı tercih ettiğini ve TEK Teftiş Kurulundan objektif çalışan müfettişleri seçtiğini, problemlileri ve siyasi davrananları ise TEDAŞ’a bıraktığını söylemişti. O an, bir anlam veremediysem de yaşadığım bu olaydan sonra Atilla bey’in ne demek istediğini daha iyi anlamıştım.

                                               ***
Sonuçta, İstanbul’a birlikte giderek testleri de birlikte yaptığımız teknik heyetin bana sunduğu teknik rapora dayanarak, konuya ilişkin raporumu düzenlediğimde, teknik değerlendirmelerin yanı sıra, mali yönden de Genel Müdürlüğünü Mehmet Bozdemir’in yaptığı TEDAŞ üst yönetiminin kusurlu bir hareketinin olmadığını, tersine kurumun repo v.s gibi imkanları kullanarak karlı duruma geçirildiğini belgeleriyle ortaya koymuştum.

Bu rapor, benim sıkıntılı, ama olgun dönemimde ortaya koyduğum, önemli ve övünülecek raporlarımdan biri olmuştu.


                                              --0--



25 Şubat 2017 Cumartesi



BİZİM SOL...




İşçi iken memur yapılmaya karşı çıktığım için işten atıldıktan bir süre sonra Ankara Belediyesine bağlı Elektrik Gaz Otobüs (EGO) işletmesinin açtığı sınavı kazanıp memur olarak burada işe başlamıştım.

Ülkenin o günkü koşullarında EGO, bir işletmeden daha çok, sol siyasi fraksiyonların kol gezdiği bir platform gibiydi.

Ben de kısa süre içinde, sempatizanı olduğum Kurtuluş gurubunun EGO sorumlusu olma noktasına gelmiştim. Eski bir sendikalı işçi olarak, çoğunlukla, işletmedeki işçilere yönelik bildiriler hazırlıyor, işçileri sosyalist hareketimize kazanmak için uğraşıyordum.

İşte tam da bu günlerde, Ankara Yenidoğan semtinde silah taşıması ve bıçkınlığıyla ünlenmiş Aslan adında bir genç arkadaş nasıl olduysa EGO da memur olarak göreve başlamış ve Kurtuluşçu olduğu için de, bizlerin onca zamanlık çabalarına karşılık bir anda gurubun işyerindeki lideri olmuştu.

Biz onun ne yaptığını takip bile edemiyorduk. Bir sabah işe geldiğimizde, Aslan ve tanımadığımız arkadaşlarının EGO’nun etrafındaki duvarları slogan yazıları ile donattığının görüyor, bir başka sabah başka bir sürprizle karşılaşıyorduk. Aslında bu arkadaşın teoriyle, sosyalizmin bilimsel tarafıyla, işçi sınıfı örgütlenmesiyle falan bir ilgisi de yoktu. Ama ne yazık ki,  bizim içinde olmaya çalıştığımız, sempati duyduğumuz siyasi gruplarda bu tip arkadaşlar nedense ilgi görüyor, revaçta oluyordu.

Ben ve benim gibi düşünen birkaç kişi, bu durumu garip karşılamış, yaptığımız çalışmalarda şevkimiz kalmamıştı. Bu gidişin nereye varacağını bilemiyorduk.

                                               ***

Bir gün öğleden sonra, Aslan çalıştığı birimden dahili telefonla beni aramış ve yanıma gelmek istediğini söyleyerek, odamın nerede olduğunu sormuştu. Tarifime göre yanıma geldiğinde, heyecanlı olduğunu, hatta paniklediğini fark etmiştim. Neler olduğunu sorduğumda cevap vermemiş, İnşaat Mühendisleri Odası lokalinden Ümit’i aramak istediğini söyleyip, EGO’ dan çıkabileceği bir arka kapı olup olmadığının sormuş ve beni de telaşlandırmıştı.

Bütün bunlara rağmen ben, başka soru sormadan, kendisini almış yan servisteki müdür yardımcısı Ergün bey’in odasına götürmüş ve özel bir mesele için telefonunu kısa bir süre kullanmak üzere rica da bulunmuştum.

Ergün bey, nazikçe odasını terk etmiş ve ben de aynı biçimde davranarak dışarıda beklemiştim. Aslan, telefon görüşmesini yaptıktan sonra, odadan çıkar çıkmaz EGO’nun arka çıkışını tekrar sormuştu.

Bu işte bir gariplik vardı, ama bizim bu siyasi işlerde herkesin her şeyi bilmesi gerekmediği temel bir prensip olduğundan, bana söylenmediğine göre, bilmem gerekmeyen bir iştir diye düşünerek, hiç bir şey sormadan, beni takip etmesini söylemiş ve çoğu EGO’lunun bilemediği, Maltepe tarafındaki Bomonti kapısına yönelmiştim.

Kapıdaki bekçiye, selam verip acil bir işimiz olduğu için bu kapıyı kullanmak zorunda kaldığımızı söyleyerek, Aslan ile birlikte dışarı çıktıktan sonra hızlı adımlarla Maltepe caddesine yürümüş ve oradan bir taksiye atlayarak, İnşaat Mühendisleri Odasının lokaline gelmiştik. En üst kattaki lokal bölümünün zilini çaldığımızda kapıyı Ümit açmış ve Aslan, lokalden içeri girerken, ben EGO ya dönmek üzere oradan ayrılmıştım.

                                                ***

Ertesi gün, Aslan’ı polisin aradığının ve aranma nedeninin de İsmet paşa olarak bilinen dışkapı yakınındaki mahallede bir kahvehanenin taranması neticesinde iki kişinin hayatını kaybetmesi olduğunu öğrendiğimde de şok olmuştum.

Neler oluyor, ben neler yapıyordum? Ya polis, Aslan’ı izlemeye alıp bizi arka kapıdan çıkarken yakalasa ve beni de alsa, ne yapabilir, bu olayla hiç bir şekilde ilgim olmadığı konusunda kime ne anlatabilirdim?.

Eğer, Aslanın yaptığı doğru ve bu bir örgüt işiyse, bu işin hiç hesabı kitabı yok muydu? Adam, elini kolunu sallayarak beni nasıl tehlikeye atabilirdi? Bu bir sorumsuzluk değil miydi? Şayet bu olup bitenler bir örgüt işi değilse, bu adama ve bunun gibilere neden sahip çıkılıyordu? Bunlar aslında düpedüz provokatif ve ortalığı karıştıran adamlar değil miydi? İyi niyetli, ülkesinin ve halkının menfaatleri için mücadele etmeyi benimsemiş olan bizlerin bu gibi adamlarla ne işi olabilirdi?

Bu olay, uzun süredir devam eden tereddütlerime son noktayı koymuş, ikinci ve önemli kırılma noktası olmuştu. Artık yol ayrımına gelinmişti. Bu çok belliydi.

Ertesi gün, bu yol ayrımının gerekçelerinin belirtildiği bir metin kaleme almış ve sorumluluğum gereği, kaçmadan, kaytarmadan, ciddi bir tavır sergileyerek, Kurtuluş gurubundan ayrıldığımı yakın çevremdekilere ilan etmiştim.

Artık, daha doğru ve tutarlı olup legal bir harekete yelken açmaya niyet etmiştim.

EGO’da düşünmeden hareket ettiğine inandığım, belli adamların haksız ve tutarsız eleştirilerine maruz kaldıysam da hiç dikkate almamıştım. Zira bu noktadan sonra o eleştirilerin hiçbir kıymeti yoktu. Ben, küçük hesapların değil, aklın yolunu seçmiştim.

                                                ***

Ve bu olaydan kısa süre sonra 12 Eylül 1980 askeri darbesi olmuş ve ben, aradan yıllar geçtikten sonra, Aslan’ın itirafçı olduğunu, yüz ameliyatı yapılarak gizlendiğini basından öğrenmiştim...

                                                                         --0--






18 Şubat 2017 Cumartesi


Bu anı öykümüsiyasi mücadeleleri nedeniyle maddi manevi kayıplar yaşayanlara ithaf          ediyorum...


NURTEN VE SİYASET


Lise yıllarımdaki sevgililerimden birisi de Nurten’di. Nurten, en uzun süren ve en derinden bağlı olduğum gönül meselemdi. Evleri, bizim mahalleye çok yakın olduğu için, geceleri anneleri eşe dosta misafirliğe falan gittiğinde benim genellikle arkadaşlarımla birlikte orada vakit geçirdiğimi bildiğinden doğrudan Karaoğlan bakkalının olduğu köşeye gelip beni bulur, sokak, sokak gezerdik. El ele, sarmaş dolaş. Ufak, tefek, minyon tipli ve esmer güzeli bir kızdı Nurten.

Mahalleden Akif isminde bir genç arkadaşımız da çok peşinden koşmuşsa da ona hiç yüz vermemiş, beni tercih etmişti. Oysa ki, Akiflerin, Saman Pazarında ve Ulus halinde pastırma, sucuk attıkları bir şarküteri dükkanı, Amerikan Chevrolet arabaları vardı. Kısacası, zenginlerdi ve bu da herkes tarafından bilinirdi. Ama, gönül işte, Nurten bunların hiç birisine değer vermemişti.

Nurten’in, zengin lüks arabası olan bir erkeği değil de hiç tereddütsüz bir kendi halinde bir memur ailesinin çocuğu olan beni seçmesi, aslında olağan işlerden sayılırdı. Bu davranış biçimi, bizim gençlik dönemi kızlarının büyük çoğunluğunun ortak özelliğinin tipik bir örneğiydi. O zamanın kızları, paradan, maldan, mülkten çok, sevginin, aşkın peşinden giderlerdi. Gönüllerini kaptırmaları için erkeğin paralı pullu değil, düzgün, mümkünse yakışıklı, ama mutlaka adam gibi adam olması gerekirdi. Gerisi boştu. Ha o zamanlarda da parayı, malı mülkü tercih edenler yok muydu? Elbette vardı, ama bu tipler çok azınlıktaydı ve sanıyorum bizim etrafımızda hiç yoktu, varsa da bunu belli etmekten utandıkları için olsa gerek bizimle temaslar olmazdı, olamazdı.

Keza, o zamanın erkekleri de para, mal, mülk gibi maddi değerlerden çok kendilerine güvenir, sevgilerini sunarlardı. Bir kızı maddi değerleriyle elde etmektense, hiç etmemeyi yeğlerlerdi. Aileleri zengin olan bazı arkadaşlarımız, kız arkadaşları onları gerçekten sevse de acaba gerçekten seviyor mu, yoksa malım mülküm için mi yanımda endişesini yaşardı.

***

İşte Nurten, bu değerlerin egemen olduğu, sevgiye değer veren, hesapsız kitapsız, o meşhur deyimle delikanlı bir kuşağın kızlarındandı. Mertti, lafını dolandırmadan söyler ve yaptığı ve yaşadıklarının arkasında dururdu.

Biz de sevdiğimiz kızları, deyim yerindeyse namusumuz olarak görür, uğurlarına her şeyi göze alırdık. Mahalledeki bütün gençler de hangi kızın kimin sevgisi olduğunu bilir ve ona göre davranırdı. Arkadaşlarımızdan birisinin sevgilisi olan kız, artık bizim dünya ahret kardeşimiz sayılırdı. Ona birisi yan gözle bakacak olursa karşısında bizi bulurdu. Racon böyleydi.

Yaz günleri akşam güneşin batma saatlerinde, yanıma bir iki arkadaşımı alır, Köylüler sokağa gider ve birkaç kez Nurten’lerin evinin önünden geçerdim. O da geleceğim saatleri bilir ve pencereye çıkardı.

Bir doğum günümde bana elleriyle örüp hediye ettiği, önünde ismimin baş harfi bulunan kırmızı süveter, arkadaşlarımın arasında dillere destan olmuştu.

***

Gençlik dönemimizin başlarında ülkede siyaset başka boyutlar kazanmış, gençlik öncesinde hiç olmadığı kadar ülke meseleleriyle ilgilenmeye başlamıştı. Ben ve yakın arkadaş çevrem siyasete pek yakın değildik, ama bir gün kendilerine ülkücü diyen bir gurubun saldırısına uğradıktan sonra, neler olduğunu anlamaya çalıştık. Firuz, Ali, ben ve birkaç arkadaşımla kitaplar okuduk, analizler yaptık. Sabit gelirli ailelerin çocukları olarak, mevcut siyasi iktidarı savunan gurupların karşısında olan sol gruplar içinde yerimizi aldık.


Kısa süre içinde siyaset bizim her şeyimiz oldu. Artık, dünyaya ve olaylara çok daha farklı bakıyorduk. Bu çevredeki arkadaşların büyük çoğunluğunca, ezilen ve sömürülenler için kavga verirken, aşkla meşkle uğraşmaya çok gereksiz ve anlamsız bir iş olarak bakılıyor, hatta ayıp sayılıyordu.

Bu süreç içinde Nurten’le görüşmelerimiz aksamaya, giderek seyrekleşmeye başladı. Her geçen gün birbirimizden uzaklaşıyorduk. Bunda, benim Nurten’e eskisi kadar vakit ayırmamanın ötesinde neredeyse ilgilenmememin olduğu kadar, Nurten’in de benim gecemi gündüzümü siyasete vermek istememe karşı çıkmasının, bu yeni durumun bana zarar vereceğinden endişe duymasının da önemli payı vardı.

Siyasi mücadele, adeta Nurten’le aramıza bir kara kedi gibi girmiş, ilişkimiz soğumuş birbirimizi görmez olmuştuk.

Artık bizim kız arkadaşlarımız, sırtında asker parkası, ayağında postal olan, süslenmeyen, makyajsız devrimci kızlardı. Ne aşk ne sevgi, ne de cinsellik. Düşünmek bile davaya ihanetti.

***
  
Tabi işsiz güçsüz olup aileye yük olmak da devrimciliğe yakışmıyordu. Bizimkilerin yakın ahbapları olup, SSK’da personel dairesi başkanı olan bir ağabeyimiz vasıtasıyla bu kurumda işçi olarak işe başladım ve üyesi olduğum sendikada siyasete hız verdim. O dünya içinde ne Nurten vardı ne de başkası. Artık işçi sınıfı için mücadele ediyor, işten arta kalan zamanlarımda sendikanın yayın organı olan aylık gazetenin mizanpajının yapılmasında Türkiye İşçi Partili İlhan Akalın abiye yardım ediyordum.

Sonra bir gün, zamanın hükümeti, belli iş kollarındaki işçileri memur yapma kararı aldı. Benim çalıştığım kurum da bu kapsamda olunca, sendikamızın genel başkanı Türkiye İşçi Partili Özcan Kesgeç’in önderliğinde yönetim kurulunca alınan karar doğrultusunda, hükümetin kararını protesto direnişine başladık. Büyük baskılara rağmen direndiysek de sonunda içinde içi temsilcisi ağabeylerimizin de olduğu küçük bir gurupla işten atıldık.

İşsiz kaldığım sürede hep sendikada oldum. Bir gurup arkadaşımla sendika yönetimini almak için mücadele verdiysek de başarılı olamadık ve sonunda EGO işletmesinin açtığı sınavı kazanarak, memur olarak burada yeniden işe başladım. Hayat işte böyle garip çelişkilerle doluydu. Memur olmamak için direnip işten atılmıştım, ama sonunda sınava girip memur olmuştum.

EGO’daki günlerimde de 1980 askeri darbesi olana kadar siyasetin içinde olmuş, sol siyasetin, gençlik hareketi olmaktan kurtulup gerçekten işçi sınıfına mal olması için ciddi uğraşlar vermiştim. Ve bu uğraşlarımın, içinde yer aldığım siyasi hareket tarafından kale bile alınmadığını, onlar için, geceleri duvarlara slogan yazmanın, belinde silahla dolaşmanın çok daha kıymetli eylemler olduğunu üzülerek görmüş, siyaseti çok daha dar bir çevrede yürütmeye başlamış, yaşadıklarımı sorgulamaya başlamıştım.

***

Kafamın karışık olduğu bu günlerde, uzundur görmediğim, ilişkimizin devam edip etmediği bile belli olmayan Nurten, EGO’ya beni ziyarete gelip, daha çok askerlerin çalıştığı Harita Müdürlüğünde işe girdiğini, çalıştığı yerde kendisine ilgi duyan bir asteğmen olduğunu, onunla ciddi görüşmeyi düşündüğünü söylemişti.

Sanıyorum, kendi açısından son kez üzerine düşeni yapmaya çalışıyordu. Çok da haklıydı. Elbette başka dünyalara yelken açıp aniden ortalardan kaybolan beni, cumbanın arkasında rastık çekerek, yastık dikerek bekleyecek değildi.  

Nurten’e mutluluklar dilemekten başka hiçbir şey söyleyememiştim. Hayat devam ediyordu...


                                                          -0-