ATİLLA
AĞABEY...
Bir zamanlar Cebeci, Ankara’nın daha çok orta halli
insanlarının yaşadığı gözde semtlerinin başında gelirdi.
Siyasal Bilgiler, Hukuk, Basın yayın ve İletişim
fakültelerinin ve öğrenci bu okullara ait öğrenci yurtlarının semtin tam
ortasında olması ve Tıp fakültesinin hemen yanı başında bulunması nedeniyle
olsa gerek, kahvehaneleri bile, entelektüel seviyesi yüksek öğrenci gençlerle
dolar taşardı...
Ben ve arkadaşlarımın yaş itibariyle, sokak
guruplarından sıyrılıp daha kalabalık guruplara karıştığı ve bu dönemsel
gelişmenin doğal bir sonucu olarak, yeni yeni semt kahvehanelerine gitmeye başladığı
yıllarda, henüz ülkemin insanlarını sağcı-solcu olarak ikiye bölen siyasal
kutuplaşma iyice keskinleşmediğinden, o kahvehanelere, her yaş gurubundan
insanlar da gelir, emekliler, kah okey oynar, kah sadece çaylarını içip sohbet eder,
biz gençlerse, hararetle Kanlı King, Maça Kızı, eşli tavla veya Bilardo
oynamayı tercih ederdik. Briç’i, öğrendikten sonra ise King ve Maça Kızının pabucunu
dama atan da yine bizler olmuştuk...
Kahvehanelerde, “kabadayı” ağabeylerimiz de vardı. Mesela
Cebeci’de bizim kuşaktan olanların tanımaması, en azından adını duymamış olması
mümkün olmayan, Ayı Zafer, Sarı Tahir, Bozkurt ağabey bunların önde
gelenleriydi. Yaşıtımız olup bizim gurubun bir elemanı olan Muzo da gözünü
budaktan esirgemeyen bir delikanlı olarak en az bu kabadayılar kadar nam
salmıştı...
Kimseye
zararları dokunmazdı kendilerinden başka; öyle kirli işleri de olmazdı şimdiki
siyah giyinip, camları koyu renk filmli Mercedes minibüslerle gezen çakmaları
gibi. Sarı Tahir, en fazla çok tutulan filmlerin oynadığı haftalarda İnci
sineması civarında karaborsa bilet satar, bayramlarda da Ece Pastanesi önünde kartpostal
tezgahı açardı. Sonradan devamlı gittiğimiz Albayrak kahvehanesinin işletmecisi,
“Parmaksız” lakaplı Ahmet ağabey bizimle baş edemez hale gelince, Sarı Tahir’i kahvehaneye
müdür yapmıştı...
Ayı Zafer, taksi şoförlüğüyle geçinirdi, Bozkurt
ağabey, ailesinden aldığı destekle...
Sonra, sağ-sol siyaset çatışması alevlendikçe ünlü “solcu”
liderlerimiz de oldu; İzmir’de o zamanın parasıyla 4 milyonluk büyük banka
soygununu yapanlardan Aktan İnce, mahallemizin ağabeylerindendi. Kalın camlı
gözlüklerinden dolayı “Optik” lakabıyla anılan Altan ise yakın arkadaşımızdı.
Yine, bir zamanlar Devrimci Yol hareketinin önde gelenlerinden Taner Akçam ve
ağabeyi Alper Akçam’da mahallemizin çocuklarındandı...
Önceleri siyasetle pek ilgilenmeyen bizim gurubu
yanlarına almak için büyük çaba göstermelerine rağmen, bir türlü ısınamayarak,
karşılarına geçip solcu olduğumuz ülkücüler de vardı etrafta. Bunların içinden
Sami, sonraları Ülkü Ocakları Başkanlığına kadar yükselmişti...*
Bizim gurubun daha çok briç oynayıp tabiri caizse “bitirimlik” yaptığı delikanlılık döneminde Albayrak kahvehanesine zaman zaman takılan ilginç simalardan birisi de Atilla ağabeydi...
Zaman zaman diyorum, çünkü Atilla ağabey, tıpkı
serap misali bir ortaya çıkar, sonra uzun bir süre kaybolur giderdi. Genellikle sonbahardan kışa geçilen dönemde
kahvehaneye gelip gitmeye başladığında üzerinde kırık beyaz renkte belini
kemeriyle sıktırmış siyah düğmeleri olan bir pardesüsü olur, jöle veya benzeri
herhangi bir madde kullanmadığı halde kısa kesilmiş siyah saçları daima parlak
görünür ve Atilla ağabeyi olduğundan daha genç gösterirdi.
Kaportası, bağaj bölümünden itibaren bir insan
kaşını andıran arka stop lambalarının üzerine bir kuşun kanadı gibi uzayan 1959
model beyaz renkli Chevrolet marka bir de arabası vardı...Diyebilirim ki, o dönemde karşımıza çıkan en gizemli insandı...
Ancak,
gizemli olmasının nedeni bu söylediklerim değil, her ortaya çıkışında yanına
bizim gurubu da alıp pavyonlarda hesapsız para harcamasıydı. Ne iş yapar, o
kadar çok parayı nereden bulurdu hiç birimiz bilmezdik ve kendisine de sormaz,
soramazdık. Aramızda yaptığımız konuşmalarda,
ya o yıllarda çok revaçta olan kaçakçılıkla uğraştığına, ya uyuşturucu
işinde olduğuna veya kadın ticareti yaptığına dair tahminlerde bulunur, ama bu hiç
birisinde karar kılamaz sonra da konuyu unutur giderdik. Bizi ilgilendiren,
ortaya çıktığı kısa süre içinde hepimizi krallar gibi yedirip içirip
gezdirmesiydi. Gerisinden bize neydi...
Haftanın iki ya da üç günü, orası benim burası senin
masa donatmadığımız, şampanya patlatmadığımız pavyon kalmazdı. Bu mekanlara
bizim gurupla gitmesinin nedeninin, kendisini etrafında genç korumaları olan
bir kabadayı gibi göstermek istemesi olduğunu, ilk bir iki gidişten sonra
öğrenmiştik...
Atilla ağabeyin bu “kabadayı” rolü, pavyon girişinde
paltolarımızı veya montlarımızı vestiyere vermemiz sırasında başlar, içerde
arkasını mümkünse duvara verip, bu mümkün değilse bizlere arkamı “kesin”, yani
arkamda ne olup biterse göz kulak olun demesiyle ve şunu şöyle yapın, bunu
böyle yapın şeklinde talimatlar yağdırmasıyla devam ederdi...
Pavyon “turu” yapılacağı günlerde, gündüzden
Albayrak kahvehanesine uğrar, akşama hazır olmamızı söyleyip gider, akşam sekiz
sekiz otuz civarı tekrar gelir, hepimizi toplar, bir kısmımız onun arabasına
bir kısmımız da arkasında onun takip eden bir taksiye kurulup yola
koyulurduk...
Bir gecede tek bir pavyonla yetinmeyip bazen üç,
bazen dört pavyon gezip, hepsinde mükellef masalar kurdurduktan sonra, sipariş
ettiğimiz yiyecek ve içecekleri bitirmeden öylece bırakıp kalkmamızın sebebi,
Atilla ağabeyimizin “sevgilisi” olduğunu söylediği şarkıcı Neslihan’ın, bir
gecede yaklaşık birer saat arayla üç dört pavyonda sahneye çıkmasıydı...
Genellikle önce Meşrutiyet caddesinde bir pavyona
gidilir, sonra Neslihan’ın programı hangi pavyondaysa sırasıyla hepsine
takılırdık. Masamız sahneye en yakın yerde daha önce ayrılmış olur, Atilla
ağabey önümüzde bir arkasında etrafa keskin bakışlar atarak, yol gösteren
garsonun teşrifatında gider masamıza otururduk...
Ekip çok ender değişse de genel olarak, Muzo, Firuz, Mako Mehmet, Tırsıdı Hilmi,
Sirke Necmi ve bendenizden oluşurdu...
Uzun boylu, ince narin yapılı bir esmer güzeli olan
Neslihan sahne alana kadar, yanardönerli kuruyemişler, meyveler, kebaplar,
rakılar, mezeler, biralar birbiri ardına gelir, masada bir santim boş yer
kalmaz, Tırsıdı Hilmi, gelen “alevli” Antep fıstıklarını ceplerine doldurur,
bitti diye bir daha bir daha fıstık ister, ertesi gün için hepimiz adına stok
yapardı...
Neslihan sahneye çıktığında, başta Atilla ağabey,
hepimiz gardımızı ona göre alır, ciddi ağır delikanlı pozlarına bürünürdük.
Atilla ağabeyin gönderdiği şampanya sahnede patlatılıp Neslihan bizim masaya
doğru başıyla hafifçe selam verdiğinde bile, alkış malkış yapılmaz, o “ağır hava”
bozulmazdı...
Neslihan şarkılarını bitirip sahneden ayrılı
ayrılmaz, hızla hesap ödenip kalkılır, arabalara doluşup doğruca sahneye
çıkacağı diğer pavyona gidilir, aynı zengin masa orada donatılırdı...
Ve çoğunlukla son durak, sabaha karşı Dikimevindeki
Lale İşkembecisi olurdu...
*Bu gecelerden birisinde yine her zamanki gibi, birkaç pavyon gezilmiş, Neslihan’ın en son çıkacağı pavyona gelinmişti. Oraya her gittiğimizde karşıma denk gelen köşe masalardan birisine oturup sürekli bana bakan minyon yapılı, beyaz tenli esmer kız yine bakışlarını üzerimden çekmiyor, üstelik ara sıra gülümseyerek, başıyla selam gönderiyordu. E ne de olsa serde erkeklik vardı, dayanamamış, garsonu çağırıp, kızı işaret ederek, yanıma gelmesini söylemesini istemiştim...
Az sonra sağ
yanımdaki Tırsıdı Hilmi bir boş sandalyeye kayarak yer açmış ve kızda yanıma
oturmuştu...
Bu esmer güzeli için sipariş verdiğim içki birkaç
dakika içinde gelmiş ve sohbete henüz başlamıştık ki, Tırsıdı Hilmi, kulağıma
eğilip Atilla ağabeyin kızı göndermemi istediğini söylemiş, birden başımdan
kaynar sular dökülmüştü...
Bu kadar zamandır, yanında gezip kabadayı pozu
atmasını sağlamış olmamızın karşılığım bu olmamalıydı diye düşünmüş ve ben de Tırsıdı
Hilmi’den Atilla ağabeye kızı göndermeyeceğimi söylemesini istemiştim.
Hilmi’den istemiştim, çünkü masanın öbür başına yakın oturan Atilla ağabey,
delikanlılık yapıp kıza ayıp olmasın diye talebini kulaktan kulağa fısıldama
yoluyla bana iletmişti. Ben de kıza ayıp olmasın aynı yolla cevap
göndermiştim...
Bu kulaktan kulağa konuşmalar birkaç kez tekrarlanıp
da ben kızı göndermemekte ısrar edince, Atilla ağabey sinirlenip Neslihan’ın
sahneye çıkmasını beklemeden hesabı isteyip “hadi gidiyoruz” diyerek masadan
kalkmış, bizim ekip de onu izlemişti. Bu davranışı, kendime ve yanımdaki kıza
karşı kaba bir davranış olarak yorumladığım için ben yerimden kalmamış, siz
gidin ben gelmiyorum diyerek postamı koymuştum...
*
Atilla ağabey, beni bırakıp gitmemiş, gidememişti;
bir süre daha, kızı bırakıp gelsin diye dışarıdan içeriye haber göndermiş, ben
de bir süre daha direnmiştim, lakin sonunda işin tadı kaçmıştı. Kıza, “hoşça
kal geleceğim yine, görüşürüz” deyip pavyonu tek ettiğimde, Atilla ağabey ve
bizimkiler arabalara binmiş bekliyorlardı.
Hiçbir şey söylemeden Atilla ağabeyin arabasının
arkasındaki taksiye binmiştim ve hep olduğu gibi, doğruca Lale işkembecisine
gelmiştik...
*Ben o esmer minyon kızın ilgisine tepkisiz kalmamış, kısa süreliğine olsa da yanıt vermiştim. Ama Atilla ağabeyin parayı nereden nasıl kazandığından başka, Neslihan’la ilişkisinin ne olduğunu ise hiçbir zaman çözememiştik. Bu konu da Atilla ağabey’in bir başka gizemli yönü olarak içimizde kalmıştı hep...
Neslihan’ın uğruna her gece birkaç pavyonda şampanyalar
patlatıyordu, ama sonra, her gece bizimle Lale işkembecisine gelip oradan da
evine gidiyordu...
Neydi bu ilişki?..
Atilla ağabey, şarkıcı Neslihan’a platonik bir aşk
mı besliyordu?..
Şampanyaları patlatıp patlatıp bir süre sonra,
patlatacağı yeni şampanyaların ve pavyon hesaplarının parasını kazanmak için
ortalıktan kaybolup kirli işler mi çeviriyordu?..
Bunları hiçbir zaman öğrenemedik; kendi aramızda çok
konuşup da bir sonuca ulaşamayınca, da üzerinde durmamaya karar verdik...
*
Ve delikanlılık dönemimizin sonlarına doğru ülke
meseleleriyle yakından ilgilenir olup siyasete girdik, dünyaya bakışımız,
çevremiz, arkadaşlarımız değişti; daha önceleri hayatımızda olan birçok insan
gibi, Atilla ağabeyi de bir daha görmedik...
Geçen zaman içinde Tırsıdı Hilmi’yi, Firuz’u ve
Sirke Necmi’yi kaybettik. Şimdi o dönemi yaşayan veya bilenlerden iki üç arkadaş
bir araya gelebilirsek, o günleri ve Atilla ağabey’i bir “hoş seda” olarak
anıyoruz...
M.T.T
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder