Ayşe Kulin ve
Yıkılan İmajı...
Birisi
için “roman yazarı” denildiğinde kafalarda
oluşacak ilk düşünce, tabiri caizse ve eskilerin deyimiyle o kişinin “mürekkep yalamış“, “aydın” birisi olduğudur...
Bir
başka ifadeyle, birçok konuda bilgi sahibi, ülkesinin meselelerine en azından “genel kültür” düzeyinde de olsa vakıf
olandır...Hele bizim gibi cehaletin yüksek, okuma yazma oranının çok düşük olduğu bir ülkede bu, daha fazla böyledir...
Zira yazmak, üstelik uzun soluklu bir edebiyat eseri ortaya koymak, belli bir kültürel donanıma sahip olmayı gerektirir.
Nitekim şöyle bir bakıldığında, Türk edebiyatında ismi bilinen yazarların bu tanımlamayı doğruladıkları görülür...
Bir zamanların ünlü tartışma konusu olan “sanat, sanat için midir, yoksa toplum için midir?” perspektifinden bakıldığında ve edebiyat da bir anlamda sanat olarak değerlendirildiğinde, edebiyat eserlerinin, salt edebi kaygıyla değil, içinde yaşanılan toplumu tanıyarak, insanların sorunlarını, dertlerini bilerek yazılmaları halinde değer taşıyacağına kuşku yoktur...
Yazar “sıfatının”, aydın olmak, topluma yol gösterici olmak olarak algılanmasının nedeni de bu olsa gerektir.
Hal böyleyken, sevdiğiniz ve zevkle okuduğunuz bir yazar’ın, başta ülke sorunlarından olmak üzere dünyada olup bitenden hayli uzak olup, bunları salt roman yazma aşamasında yaptığı araştırmalar sırasında fark ettiğini öğrendiğinizde şaşırmanız ve o yazarın kafanızdaki imajının yerle bir olması da kaçınılmazdır...
*
İşte, bugünkü Hürriyet gazetesinde, “Perşembe Söyleşileri” adı altında yayımlanan, ünlü yazarımız Ayşe Kulin’le yapılan röportajı okuduğumda yaşadığım duygu tam da bu olmuştur...
Neden mi?
Gazetedeki söyleşinin bir bölümünü aynen aktardığımda nedeni sanırım anlaşılacaktır...
Şöyle anlatıyor Ayşe Kulin;
“ Adı: Aylin’in yayımlandığı ve ses getirdiği yıllardı. Kitabın getirdiği başarı vesilesiyle, aynı zamanda okul yılarından da arkadaşım olan Ayşe Özgün’ün televizyon programına davet edilmiştim. Benim haricimde iki kadın yazar daha vardı. Birini tanıyordum, ama üçüncü isim Nalan Türkali isimli bir yazardı ve ismini ilk defa duyuyordum. “Varoşta Kadın Olmak” diye incecik bir kitabı yayımlanmıştı ve tek kitabıydı bu. Biraz daha araştırdığım zaman bu yazarın ilkokul terk olduğunu öğrendim. Hayli enteresan gelmişti ve hemen kitabını alıp o gece okumaya karar verdim. Aynı programa konuk olacağımız için onu tanımak istiyordum. 57 yaşındaydım ve hayata biraz farklı bakıyordum. O yıllarda da İstanbul’da çöp toplayanlar vardı. Sözünü ettiğim yıllarda bugünkü gibi el arabaları yoktu ve organize bir düzen içinde değillerdi. Çöpleri eşelerken etrafa saçılıyordu. Ben de arabamla yanlarından geçerken camı açıp, bağırarak onlara hakaretler ediyor, azarlıyordum. “Varoşta Kadın Olmak” adlı kitabın yazarı, bu çöp toplama meselesini anlatıyordu tüm detaylarıyla. O kitaptan öğrenmiştim, otel çöplerini karıştırırlarsa o akşam sofraya belki ısırılmamış bir elma, soyulmamış bir muz ve yenebilecek bir pasta bulabildiklerini. Şehrin çöp haritasını çıkarmışlardı aslında ve bu onların tek geçim kaynağıydı. Kitabı okurken ve bitirdikten sonra saatlerce ağladım. Daha sonra çöpleri eşeleyenleri gördüğümde yine bağırıyordum. Ama bu sefer arabamın camları kapalıydı ve onları bu hale getiren siteme isyan ediyor, bunun sorumlularına lanet okuyordum. Hayatın gerçeklerinin kitaplarda gizli olduğunu yaşayarak, okuyarak öğrenenlerdenim.”
Ben şaşırdım ve Sn. Kulin’in kafamdaki imajı yıkıldı...
Düşünebiliyor musunuz, onca kitabın yazarı Kulin, çöp toplayarak hayatını kazanan insanların olduğunu 57 yaşındayken, ilkokuldan terk bir başka yazarın kitabını okuduğunda öğreniyor...
O saate kadar, ülkesindeki diz boyu yoksulluktan haberi yok...
Kitaptan öğrendiği de sınırlı, sadece insanların akşam sofraya bir şeyler götürebilmek için çöp karıştırdığını sanıyor...
Oysa o insanlar çöplerden, kağıt, teneke v.s gibi satıp paraya çevirebilecekleri metaları topluyor ve de çoğunlukla bu işi bir ücret karşılığında, çöplükleri parsellemiş “işverenleri” adına yapıyor...
Kulin, çöp toplayanlardan öylesine etkilenmiş ki, kitabı okurken ve bitirdikten sonra saatlerce ağladığını söylüyor...
Hayret, yoksulluk gerçeğini yeni anlıyor; halbuki onun ağladığı olay, çoğumuz için ne kadar da tanıdık...
*
Kafamdaki Kulin imajının yıkılmasının tek nedeni bu çöp toplayıcılar meselesi değil...
Sevdalinka isimli romanını anlatırken söyledikleri de var...
Bunları yazıyı uzatmamak için aynen aktarmayı gereksiz buluyorum...
O nedenle özet geçiyorum...
Sevdalinka romanını yazmaya karar verdiğinde Bosna Hersek’te yaşananları detayıyla öğrendiğini, aslen Boşnak göçmeni olması nedeniyle bunu romanında yazmak istediğini söylüyor...
Ve devamla, kitabı yazmak istediği zamanda Bosna Hersek savaşının yeni bittiğini, yaptığı araştırmalarda, acı gerçeklerle karşılaştığını, Avrupa’nın ortasında 4 yıl boyunca çocuk, kadın, yaşlı denilmeden bütün Müslümanların öldürüldüğünü ve bugün mangalda kül bırakmayan batı ülkelerinin buna seyirci kaldığını öğrendiğini, bunu asla affedemeyeceğini söylüyor...
İlginç değil mi?
Şunun şurasında, on beş yıl öncesinde bütün dünyanın gözü önünde yaşanan, ünlü Srebrenica katliamıyla doruk yapan savaşta Müslümanların öldürüldüğünü ve batının seyrettiğini bilmek için roman yazmak için araştırma mı yapmak gerekiyor?
Kitap yazarken derinlemesine bir araştırma yapılması normal olsa da, o araştırmanın herkesin bildiği şeylerin değil daha özel ve önemli bilgilerin elde edilmesi için yapılması gerekmez mi?...
*
İmaj yıkan bir diğer konu da, Köprü ve Türkan kitaplarını yazarken Türkiye’nin bilinmeyen yönlerini gördüğünü, ama gerçek Türkiye’yi, Kardelenler isimli kitabını yazarken tanıdığını söylemesi oluyor...
Oysa, Anadolu köylüsünün, özellikle de doğu insanının töreye teslim olduğu ve Türkan Saylan’ın çağdaş eğitim için verdiği mücadeleyi ve Anadolu’nun yoksu kızlarının umuda yolculuğunu bilmek için de roman yazmak amacıyla araştırmaya yapmaya gerek duyulmaması gerekiyor...
Nitekim söyleşinin sonunda Kulin’in, “hayatın gerçeklerinin kitaplarda gizli olduğunu, okuyarak, yaşayarak öğrenenlerdenim” diyerek, bütün bunları okuyarak ve yazmak için araştırma yaparak öğrendiğini söylemesi benim için son damla oluyor...
Çünkü normalde, ortalama bir aydın’dan bütün bunları, yazmak için araştırma yapmadan bilmesi bekleniyor...
Sanırım, özellikle Rus edebiyatının, Dostoyevski, Gogol gibi yazarlarının sadece kendi ülkelerinde değil, tüm dünyada tanınıyor olmalarının en temel sırrı, sıradan, “küçük” insanların günlük sorunlarını, onların hayatlarının zorluklarını, yakından bilip romanlarına ustalıkla aktarmış olmalarında yatıyor...
Mustafa Tuğrul Turhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder