Tablo...
“Hukuk herkese
lazımdır”
sözü, nerede çok kullanılıyorsa bilin ki, orada hukuk mumla aranmaktadır...
Son
yıllarda ülkece bu sözü sıkça kullanıyor olmamız ve malum durumumuz da bunun en
somut kanıtıdır...
Peki,
hukuk soyut bir kavram olduğuna göre, bu sözün pratiğe yansıması, ete kemiğe bürünmesi
nasıl gerçekleşecektir?
Bağımsız
ve özgür yargının, evrensel kurallarla adalet dağıtmasıyla...
Sadece
ve sadece insan haklarını ve hukuku ön planda tutarak işlemesiyle...
Peki,
yargı kavramı da soyut olduğuna göre, bunun somutlaşması nasıl sağlanacaktır...
İnsan
eliyle...
Yani,
yargı erkini işletecek olan yargıç ve savcıların yasa ve hukuk çerçevesinde ama
nihayetinde vicdanlarıyla verecekleri kararlarla...
İşte
bütün mesele budur...
Herkese
lazım olan hukuk, böyle hayata
geçirilecektir...
*
Öyleyse,
yargının bağımsız olması kadar, yargıç ve savcıların da bağımsız olmaları,
herhangi bir siyasi düşüncenin, grubun veya dinin etkisi altında olmamaları
gerekir...
Bazı
şeyler vardır ki, şuyuu vukuundan beterdir...
Yargıç
veya savcıların, bir siyasi çizginin, bir dinin veya grubun savunucusu
olduklarının, onların etkisi veya baskısı ile karar verdiklerinin söylentisi bile,
gerçekten böyle olmalarından daha kötüdür...
Çünkü
orada yargıya güvenden söz edilemez, güven olmayan yerde de hukuk olmaz...
*
Ne
yazık ki, şu an yaşadığımız tablo tam da budur...
Yargı
erkinin, bir siyasi düşüncenin ve hatta dini referans alan bir tarikat grubunun
vesayeti altına girdiği çok konuşulur olmuş ve buna bağlı olarak da yargıya
duyulan güven ciddi ölçüde sarsılmıştır...
O
nedenledir ki, kamuoyuna mal olmuş davalarda verilen her karar, toplumun bir
kesimince alkışlanırken, diğer kesimince siyasi ve yanlı bulunmaktadır...
Balyoz,
Ergenekon bunun en somut örnekleridir...
*
İşler
öyle bir noktaya varmıştır ki, daha düne kadar, objektif olmaya çaba gösteren
savcı ve yargıçların görev yerlerini değiştiren HSYK, birden bire hukukun
üstünlüğünü hatırlayarak, hükümetin Adli Kolluk Yönetmeliğini değiştirmesine
karşılık bildiri yayınlamış...
Bir
savcı, yürütmekte olduğu bir soruşturma kapsamında kolluk olarak polisi
görevlendirmek istemiş, polis, savcının talimatlarını yerine getirmemiş ve
savcı, ertesi gün yazılı bir basın
açıklaması yaparak, başsavcılıkla yaptığı görüşmenin ayrıntılarını belirtip, polisin,
verdiği kolluk görevini yapmayarak suç işlediği ve dosyanın kendisinden
alındığını duyurmuş...
Arkasından,
başsavcı bir basın açıklaması yaparak, savcının yanlış bilgi verdiğini,
dosyanın, biri Terörle Mücadele Kanunu’ndan sorumlu vekil olmak üzere beş savcı
tarafından incelendiğini söylemiştir...
Başsavcının
açıklamalarında oldukça ilginç bilgiler bulunmaktadır...
Bunların
en çarpıcılarıysa, bir savcının kendiliğinden soruşturma başlatamayacak
olmasına ve yürüttüğü soruşturmalardan başsavcılığa bilgi vermekle yükümlü
bulunmasına rağmen, iki yıldır hiç bilgi verilmeden yürütülen soruşturmaların
olduğu, bunların kayıtlara başka isimlerle girilmiş, ya da hiç kaydedilmemiş
olduğuna, bir savcının böyle bir soruşturmayı isterse yırtıp yok edebileceğine,
isterse de işleme koyabileceğine, bunları bilen gören olmadığına, son olayda,
savcıyla görüşüp bilgi alındıktan ve başsavcı vekili ile dosyayı inceleyip daha
detaylı bilgi vermesi söylendikten sonra ertesi gün dosyanın basına
yansıdığına, gizlice medyaya ve emniyete intikal ettirildiğine, savcının medya
gücüyle çalışamayacağına, aslında bu şekilde medyaya sızdırmanın suç olduğuna
ve bu gibi hallerde dosyanın o savcıdan alınmasının kural olmasına rağmen, bu
yapılmayıp talimata uyması için kendisine yazı yazıldığına dair olanlardır...
*
Bu
iki açıklama, içerikleri itibariyle ayrı ayrı önemli olsa da en önemli
tarafları, yargı erkinin içinde bulunduğu durumu ortaya koymasıdır...
Belli
ki, hukuku ve adaleti sağlamakla yükümlü yargı, bağımsız ve objektif olmaktan
çok uzaktır...
Savcı,
basın açıklamasını bitirirken “Devletin
üç temel erkinden biri olan, bağımsız ve tarafsız bir şekilde görev yapması
beklenen yargı erkinin bir mensubu olarak bizlerden beklenen, mevzuatın bize
vermiş olduğu yetki çerçevesinden işlenen suçlar ve işleyenler hakkında
gereğinin yapılmasıdır. Görevimiz, baskılardan korkarak ve çekinerek milletin
hukukunu çiğnetmek değil, milletimizin hukukunu koruma yolunda görevimiz
hakkıyla yerine getirmeye çalışmaktır.
Bu zorlu
süreçte, en başta meslek büyüklerimiz olmak üzere sütün hukuk camiasından yargı
bağımsızlığına sahip çıkmalarını bekliyorum.” Demektedir...
Bu
noktada akıllara şu soru gelmektedir: Bu ülkede en temel görevleri cumhuriyeti
korumak olduğu için adlarının önünde “cumhuriyet”
sözcüğü bulunan cumhuriyet savcıları, o cumhuriyetin altı oyularak ülke bu hale
gelirken acaba neredelerdi?
O
zaman görevlerini hakkıyla yerine getirmek neden dertleri olmadı da şimdi görev
aşkıyla yanıp tutuşur oldular?
Bu
sorunun doğru yanıtı, aslında bugün olan bitenlerin de yanıtıdır...
Daha
önce de söylediğimiz gibi mesele yolsuzlular değil, iktidar gücünü paylaşma
kavgasıdır...
Başsavcının
dediğine ve savcının elindeki dosyanın tarihine bakılırsa uzun zamandır elde
tutulan dosyalar şimdi bir taraftan işleme konulmakta, bir taraftan da medyaya
servis edilmektedir...
Bu,
hukuk ve adaletin tecellisinden çok, bir tarafında, bir tarikat yapılanmasının
mensubu oldukları iddia edilen ve bu nedenle de “şaibeli” duruma gelmiş olan savcıların, diğer tarafında o tarikatı
tasfiye ederek, yollarını ayırmaya
çalışan siyasi iktidarın olduğu bir kirli kavganın göstergesi olabilir...
Bu
da kuşkusuz, tuzun koktuğunun karinesidir...
Bu
tablodan anlaşılmaktadır ki, “hukuk
herkese lazımdır” sözü, bundan sonra eskiye göre daha çok
kullanılacaktır...
Mustafa Tuğrul
Turhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder