17 Ocak 2014 Cuma

HOŞGÖRÜ

Tatvan’dan Van kara yoluyla geçmişti Mesut. Bahar döneminin ikinci durağıydı Van. Bir hafta sonra başlayacak olan Ramazan’ın hemen, hemen yarısını burada geçirecek, yine tozlu dosyalardaki evrakları inceleyecek ve sonunda bir rapor düzenleyecekti. Bu teftişi de bitirip Ankara’ya döndükten sonra eşi ve çocuklarıyla Ramazan Bayramını da içine alacak bir tatile çıkmayı planlıyordu.

Fakat önce, yaklaşık üç hafta sürecek şu gurbet günlerini bitirmeliydi.

Dışarıdan bakıldığında topu topu üç hafta, göz açıp kapayıncaya kadar geçer denilse de öyle kolay değildi günlerin geçmesi. Hadi, gündüzleri iyi kötü dosyalarla haşır neşir olarak akşam edilirdi de akşamlar, özellikle de geceler uzar gider, bir türlü bitmezdi gurbette.

Teftişi çabuk bitirmek için akşam yemeğinden sonra da çalışmazsa eğer, biraz gecelerin uzunluğunu ve yalnızlığını azaltmak, biraz da sevdiği için olsa gerek, gün batıp da hava hafiften kararmaya başlayınca rakıya oturur, muhabbet edecek birisi olsun olmasın geç saatlere kadar demlenir, sonra alkolün verdiği mahmurlukla kafayı vurur yatardı.

Van’daki ilk gününün akşamında da içinden çalışmak gelmemiş, doğrudan lokale geçerek bir ufak açtırmış, yanına da meze olarak, sadece Van’ın ünlü otlu peynirinden istemiş, ilk yudumunu pencerenin tam karşısındaki çiçeklerle bezenmiş ağacın güzelliği için almıştı.

Birkaç dakika sonra fonda hiç rahatsız etmeyecek bir ses seviyesiyle, derinden, derinden İbrahim Tatlıses’in son kaseti çalmaya başladığında, lokal görevlisinin halden anlayan veya işini iyi yapan birisi olduğunu düşünmüştü.

İbo’nun türküleriyle düşüncelere dalıp dubleyi henüz yarılamıştı ki, iki yardımcısıyla birlikte yanına kadar geldiğini hiç fark etmediği kurum müdürünün, “afiyet olsun müfettiş bey, müsaade var mı oturabilir miyiz” diyen sesiyle irkilmişti.“Estağfurullah, o nasıl söz, buyurun şeref verirsiniz.” Diye yanıtlamasının ardından gelenler saygılı hareketlerle masaya oturduklarında, “siz misafirimizsiniz, yalnız bırakmak istemedik, umarız rahatsız etmiyoruz.” Diye tekrar nezaket göstermişlerdi.

Müdür, hemen garsonu çağırarak, “evladım müfettiş beyin masasını neden donatmadınız?” diye sormuş, “efendim kendileri öyle istediler” cevabını alınca da öyle, bir kuru peynirle içtiğine şaşırmıştı.
                                                      ***
Mesut’a kalırsa, masanın ilk oturanı o olduğuna ve müdürle yardımcıları onun masasına geldiğine göre raconda, onlar misafir sayılırlardı. Öyleyse, kendisinin onlara bir şeyler ikram etmesi gerekirdi. Hazır garson gelmişken müdür ve yardımcılarına, “asıl sizler benim masama şeref verdiniz, ben size bir şeyler ikram etmek isterim, ne içersiniz?” diye sorduğunda, “olur mu öyle şey müfettiş bey” demişlerdi. Mesut biraz ısrar edince de, sanki oyun bozanlık yapıyorlarmış da ondan dolayı utanıp sıkılıyorlarmış gibi kendisi ve diğerleri adına müdür,“ biz rakı içmesek, kola veya meyve suyu alsak ayıp olmaz değil mi müfettiş bey” demişti, yüzü hafiften kızararak.

Müdür, bunu söylerken sanki Mesut ayıp olur dese, hatır için ona eşlik edecek kadar saygılı davranmış, birden Mesut’un içinde ona karşı bir sevgi doğmuştu. Anadolu misafirperverliği bu olsa gerekti.

O gece geç vakitlere kadar oturulmuş, dereden, tepeden konuşulmuş, Mesut masadan kalkana kadar hiç birisi kalkmamıştı.

Mesut, lokalin kapısında müdür ve yardımcısından ayrılıp, serin bahar gecesinde misafirhaneye kadar yavaş, yavaş yürüyerek, temiz havayı içine çektikten sonra odasına çekildiğinde saat gece yarısını çoktan geçmişti.
                                                   ***
Ertesi gün mesai saati bittikten sonra bir süre daha yoğun çalışmış, teftiş planını oluşturmuş, ikinci gün olmasına rağmen hiç de fena sayılmayacak bir mesafe almıştı Mesut. Artık akşam yemekten sonra çalışacak hali kalmamış, doğruca lokalin yolunu tutmuştu. Aslında çalışmaktan yorulmazdı; bahar havası mı çarpmıştı nedir? Çalışmak gelmiyordu içinden. Dosyalardan uzaklaşmak, öyle amaçsız vakit geçirmek isteği duyuyordu.

Lokale girdiğinde, çoktan gelmiş ve önceki gün oturduğu masaya yerleşmiş olan müdür ve yardımcıları hemen ayağa kalkarak, onu nazik bir şekilde karşılamış, müdür hemen garsonu çağırıp, “müfettiş beyin rakısını ve peynirini getirin evladım” talimatını vermişti.

Hoş adamdı müdür Derviş bey, gündüz rahat çalışması için gerekli ortamı sağlıyor, ikide bir gelip gidip hiç rahatsız etmiyor, geceleri de hiç yalnız bırakmıyor, hürmet ediyordu. Yaşı, Mesut’tan oldukça büyük olmasına karşılık, hiç yüksünmeden saygı gösteriyordu. Sonuçta, memuriyette yaş değil, deruhte edilen görevlerin hiyerarşisi önemliydi ve Derviş bey bunun bilincinde olan bir müdürdü. Onu ayrıcalıklı yapan bir başka özelliği de, gösterdiği saygının yapmacık, salt Mesut’un görev unvanına dayalı değil, içten gelen, sevgi de içeren bir saygı olduğunu hissettirmesiydi.

İlk haftanın bütün geceleri böyle geçmiş, bazen yardımcılarından biri eksik olsa da Derviş bey, Mesut’u hiçbir gece yalnız bırakmamış, o rakısını içerken Derviş bey de meyve suyuyla ona eşlik etmişti.
                                                      ***
Mesut, ikinci haftanın ilk akşamı lokale gittiğinde, diğer günlerden farklı olarak masaların çoğu doluydu. Müdür ve iki yardımcısıyla, diğer üst yöneticiler, birkaç masanın birleştirilmesiyle u harfi şeklinde oluşturulan büyük bir masaya oturmuştu. Mesut’u görünce ayağa kalkmışlar, müdür, derhal öne çıkarak, kendisi sandalyesinin yanında onun için ayrıldığı anlaşılan boş sandalyeye oturmasına yardım etmiş, sonra da kendisi oturmuştu.

Masaya zeytinyağlı soğuk yemeklerin ve salataların servis edilmesine rağmen hiç kimsenin elini bile sürmemesinden ve önlerindeki büyük servis tabaklarının boş olmasından, birkaç gün önce imsakiyelerini gördüğü Ramazan’ın başladığını ve masadakilerin oruçlu olup iftar ezanının okunmasını beklediklerini anlamıştı Mesut.

            Derviş bey, masanın biraz uzağında ezan okunur okunmaz servis yapmak üzere bekleyen garsonlardan birisini eliyle işaret ederek çağırmış ve koşar adımlarla gelip buyurun efendim dediğinde, her zamanki gibi “müfettiş beyin rakısını getir evladım” talimatını vermişti.

            Şaşırmak sırası şimdi Mesut’taydı. Van gibi muhafazakar bir şehirde, her gün rakı sofrasına eşlik etmesi yetmezmiş gibi şimdi de Ramazanın ilk günü, müfettiş beyin rakısını getirin diyordu müdür. Masadakilerin meraklı bakışları karşısında kendisini rahatsız hisseden Mesut’un şaşkınlığı kısa sürmüş, derhal toparlayarak, hemen rakısını getirmek için seyirten garsonun arkasından, “yo yo hayır, bugün içmeyeceğim” diye bağırmıştı.

            Müdür, yine son derece samimi bir ifadeyle, “müfettiş bey, siz seferi sayılırsınız, oruç tutamıyorsunuz biliyorum. Rakınızı içmenizin bizim için mahsuru yoktur. O ayrı iştir, bizimkisi ayrı iştir” demişse de Mesut,“olur mu öyle müdür bey, siz bana günlerdir saygı gösterdiniz, rakı içmeseniz de her akşam nezaketle eşlik ettiniz, ben alkolik değilim, akşamları yalnızlıktan içiyorum. Ama gördüğünüz gibi artık daha kalabalığız ve yalnız da değilim. Şimdi nezaket gösterme sırası bende. Bundan sonra oruç tutmasam da ben size eşlik edeceğim” yanıtını vermişti.

O an, masada bulunanların yüzlerinde her ikisini de takdir eden bir ifade oluşmuştu. Bu Mesut’u son derece mutlu etmiş, bir anda önceki güne göre onlarla daha fazla kaynaşmış olduğunu hissetmişti. Az önceki rahatsızlık yerini derin bir mutluluğa bırakmıştı.

            O gün ve sonraki günler lokalde oruçlularla birlikte iftarda beraber olmuş, oruç tutmasa da o manevi havayı onlarla birlikte solumuş, teftişini, planladığı gibi Ramazanın ortalarında tamamlamıştı.

Uçağı, Van’ın masmavi gölünü yalayarak Ankara’ya havalandığında, insanların birbirlerine saygılı oldukları, hoşgörülü davrandıkları sürece her şeyin iyi gideceğini, sorun yaşanmayacağını, tersine daha da kaynaşılacağını ve mutlu olunacağını, Derviş müdürle birlikte bir kez daha kanıtlamış olmanın huzuru içindeydi.  

           Mustafa Tuğrul Turhan                                                         05.01.2013 Ankara     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder