HOŞGÖRÜ
Tatvan’dan Van kara yoluyla
geçmişti Mesut. Bahar döneminin ikinci durağıydı Van. Bir hafta sonra
başlayacak olan Ramazan’ın hemen, hemen yarısını burada geçirecek, yine tozlu
dosyalardaki evrakları inceleyecek ve sonunda bir rapor düzenleyecekti. Bu
teftişi de bitirip Ankara’ya döndükten sonra eşi ve çocuklarıyla Ramazan
Bayramını da içine alacak bir tatile çıkmayı planlıyordu.
Fakat önce, yaklaşık üç hafta
sürecek şu gurbet günlerini bitirmeliydi.
Dışarıdan bakıldığında topu topu
üç hafta, göz açıp kapayıncaya kadar geçer denilse de öyle kolay değildi
günlerin geçmesi. Hadi, gündüzleri iyi kötü dosyalarla haşır neşir olarak akşam
edilirdi de akşamlar, özellikle de geceler uzar gider, bir türlü bitmezdi
gurbette.
Teftişi çabuk bitirmek için akşam
yemeğinden sonra da çalışmazsa eğer, biraz gecelerin uzunluğunu ve yalnızlığını
azaltmak, biraz da sevdiği için olsa gerek, gün batıp da hava hafiften
kararmaya başlayınca rakıya oturur, muhabbet edecek birisi olsun olmasın geç
saatlere kadar demlenir, sonra alkolün verdiği mahmurlukla kafayı vurur yatardı.
Van’daki ilk gününün akşamında da
içinden çalışmak gelmemiş, doğrudan lokale geçerek bir ufak açtırmış, yanına da
meze olarak, sadece Van’ın ünlü otlu peynirinden istemiş, ilk yudumunu
pencerenin tam karşısındaki çiçeklerle bezenmiş ağacın güzelliği için almıştı.
Birkaç dakika sonra fonda hiç
rahatsız etmeyecek bir ses seviyesiyle, derinden, derinden İbrahim Tatlıses’in son
kaseti çalmaya başladığında, lokal görevlisinin halden anlayan veya işini iyi yapan
birisi olduğunu düşünmüştü.
İbo’nun türküleriyle düşüncelere
dalıp dubleyi henüz yarılamıştı ki, iki yardımcısıyla birlikte yanına kadar
geldiğini hiç fark etmediği kurum müdürünün, “afiyet olsun müfettiş bey,
müsaade var mı oturabilir miyiz” diyen sesiyle irkilmişti.“Estağfurullah, o
nasıl söz, buyurun şeref verirsiniz.” Diye yanıtlamasının ardından gelenler saygılı
hareketlerle masaya oturduklarında, “siz misafirimizsiniz, yalnız bırakmak
istemedik, umarız rahatsız etmiyoruz.” Diye tekrar nezaket göstermişlerdi.
Müdür, hemen garsonu çağırarak,
“evladım müfettiş beyin masasını neden donatmadınız?” diye sormuş, “efendim
kendileri öyle istediler” cevabını alınca da öyle, bir kuru peynirle içtiğine
şaşırmıştı.
***
Mesut’a kalırsa, masanın ilk
oturanı o olduğuna ve müdürle yardımcıları onun masasına geldiğine göre raconda,
onlar misafir sayılırlardı. Öyleyse, kendisinin onlara bir şeyler ikram etmesi
gerekirdi. Hazır garson gelmişken müdür ve yardımcılarına, “asıl sizler benim
masama şeref verdiniz, ben size bir şeyler ikram etmek isterim, ne içersiniz?”
diye sorduğunda, “olur mu öyle şey müfettiş bey” demişlerdi. Mesut biraz ısrar
edince de, sanki oyun bozanlık yapıyorlarmış da ondan dolayı utanıp
sıkılıyorlarmış gibi kendisi ve diğerleri adına müdür,“ biz rakı içmesek, kola
veya meyve suyu alsak ayıp olmaz değil mi müfettiş bey” demişti, yüzü hafiften
kızararak.
Müdür, bunu söylerken sanki Mesut
ayıp olur dese, hatır için ona eşlik edecek kadar saygılı davranmış, birden Mesut’un
içinde ona karşı bir sevgi doğmuştu. Anadolu misafirperverliği bu olsa gerekti.
O gece geç vakitlere kadar
oturulmuş, dereden, tepeden konuşulmuş, Mesut masadan kalkana kadar hiç birisi kalkmamıştı.
Mesut, lokalin kapısında müdür ve
yardımcısından ayrılıp, serin bahar gecesinde misafirhaneye kadar yavaş, yavaş
yürüyerek, temiz havayı içine çektikten sonra odasına çekildiğinde saat gece
yarısını çoktan geçmişti.
***
Ertesi gün mesai saati bittikten
sonra bir süre daha yoğun çalışmış, teftiş planını oluşturmuş, ikinci gün
olmasına rağmen hiç de fena sayılmayacak bir mesafe almıştı Mesut. Artık akşam yemekten
sonra çalışacak hali kalmamış, doğruca lokalin yolunu tutmuştu. Aslında
çalışmaktan yorulmazdı; bahar havası mı çarpmıştı nedir? Çalışmak gelmiyordu
içinden. Dosyalardan uzaklaşmak, öyle amaçsız vakit geçirmek isteği duyuyordu.
Lokale girdiğinde, çoktan gelmiş
ve önceki gün oturduğu masaya yerleşmiş olan müdür ve yardımcıları hemen ayağa
kalkarak, onu nazik bir şekilde karşılamış, müdür hemen garsonu çağırıp,
“müfettiş beyin rakısını ve peynirini getirin evladım” talimatını vermişti.
Hoş adamdı müdür Derviş bey,
gündüz rahat çalışması için gerekli ortamı sağlıyor, ikide bir gelip gidip hiç
rahatsız etmiyor, geceleri de hiç yalnız bırakmıyor, hürmet ediyordu. Yaşı,
Mesut’tan oldukça büyük olmasına karşılık, hiç yüksünmeden saygı gösteriyordu.
Sonuçta, memuriyette yaş değil, deruhte edilen görevlerin hiyerarşisi önemliydi
ve Derviş bey bunun bilincinde olan bir müdürdü. Onu ayrıcalıklı yapan bir
başka özelliği de, gösterdiği saygının yapmacık, salt Mesut’un görev unvanına
dayalı değil, içten gelen, sevgi de içeren bir saygı olduğunu hissettirmesiydi.
İlk haftanın bütün geceleri böyle
geçmiş, bazen yardımcılarından biri eksik olsa da Derviş bey, Mesut’u hiçbir
gece yalnız bırakmamış, o rakısını içerken Derviş bey de meyve suyuyla ona eşlik
etmişti.
***
Mesut, ikinci haftanın ilk akşamı
lokale gittiğinde, diğer günlerden farklı olarak masaların çoğu doluydu. Müdür
ve iki yardımcısıyla, diğer üst yöneticiler, birkaç masanın birleştirilmesiyle
u harfi şeklinde oluşturulan büyük bir masaya oturmuştu. Mesut’u görünce ayağa
kalkmışlar, müdür, derhal öne çıkarak, kendisi sandalyesinin yanında onun için
ayrıldığı anlaşılan boş sandalyeye oturmasına yardım etmiş, sonra da kendisi
oturmuştu.
Masaya zeytinyağlı soğuk yemeklerin
ve salataların servis edilmesine rağmen hiç kimsenin elini bile sürmemesinden
ve önlerindeki büyük servis tabaklarının boş olmasından, birkaç gün önce
imsakiyelerini gördüğü Ramazan’ın başladığını ve masadakilerin oruçlu olup
iftar ezanının okunmasını beklediklerini anlamıştı Mesut.
Derviş bey,
masanın biraz uzağında ezan okunur okunmaz servis yapmak üzere bekleyen
garsonlardan birisini eliyle işaret ederek çağırmış ve koşar adımlarla gelip
buyurun efendim dediğinde, her zamanki gibi “müfettiş beyin rakısını getir
evladım” talimatını vermişti.
Şaşırmak
sırası şimdi Mesut’taydı. Van gibi muhafazakar bir şehirde, her gün rakı
sofrasına eşlik etmesi yetmezmiş gibi şimdi de Ramazanın ilk günü, müfettiş
beyin rakısını getirin diyordu müdür. Masadakilerin meraklı bakışları
karşısında kendisini rahatsız hisseden Mesut’un şaşkınlığı kısa sürmüş, derhal
toparlayarak, hemen rakısını getirmek için seyirten garsonun arkasından, “yo yo hayır, bugün içmeyeceğim” diye bağırmıştı.
Müdür, yine
son derece samimi bir ifadeyle, “müfettiş bey, siz seferi sayılırsınız, oruç
tutamıyorsunuz biliyorum. Rakınızı içmenizin bizim için mahsuru yoktur. O ayrı
iştir, bizimkisi ayrı iştir” demişse de Mesut,“olur mu öyle müdür bey, siz bana
günlerdir saygı gösterdiniz, rakı içmeseniz de her akşam nezaketle eşlik
ettiniz, ben alkolik değilim, akşamları yalnızlıktan içiyorum. Ama gördüğünüz
gibi artık daha kalabalığız ve yalnız da değilim. Şimdi nezaket gösterme sırası
bende. Bundan sonra oruç tutmasam da ben size eşlik edeceğim” yanıtını vermişti.
O an, masada bulunanların
yüzlerinde her ikisini de takdir eden bir ifade oluşmuştu. Bu Mesut’u son
derece mutlu etmiş, bir anda önceki güne göre onlarla daha fazla kaynaşmış
olduğunu hissetmişti. Az önceki rahatsızlık yerini derin bir mutluluğa
bırakmıştı.
O gün ve
sonraki günler lokalde oruçlularla birlikte iftarda beraber olmuş, oruç tutmasa
da o manevi havayı onlarla birlikte solumuş, teftişini, planladığı gibi
Ramazanın ortalarında tamamlamıştı.
Uçağı, Van’ın masmavi gölünü yalayarak
Ankara’ya havalandığında, insanların birbirlerine saygılı oldukları, hoşgörülü
davrandıkları sürece her şeyin iyi gideceğini, sorun yaşanmayacağını, tersine
daha da kaynaşılacağını ve mutlu olunacağını, Derviş müdürle birlikte bir kez
daha kanıtlamış olmanın huzuru içindeydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder