26 Kasım 2015 Perşembe



Türkmen Meselesi Üzerine...

Türkmenler, Osmanlıdan sonra yıllardır Suriye devleti sınırları içinde yaşamışlar...
Yerleşik oldukları bölge Suriye toprakları...
*
ABD’nin Suriye’yi hedef haline getirmesinden ve ülke içinde muhalif güçler oluşturulup silahlanmalarının sağlanmasından sonra iç savaş yaşayan Suriye’de devletin ordusu, bir süredir kontrolü kaybettiği topraklardan olan Türkmenlerin bulunduğu Kızıldağ’da inisiyatifi tekrar ele alıp üstünlük sağlıyor, bu durum, Türkmenlerin kaybı olarak değerlendiriliyor ve Türkiye bundan rahatsızlık duyuyor...
*
Hiç lafı dolandırmadan söyleyelim, bundan bize ne?
Suriye devleti halen var mı var!...
Ülkesinin toprak bütünlüğünü korumak ve bunun için savaşmak hakkı mı hakkı!..
E sorun ne öyleyse...
Ne yani, Suriye’yi bölmek, kendisine göre egemenlik kurmak isteyenlerden gruplardan birisi de Türkmenler ise devletin ordusu bunlara karşı savaşmayacak mı?
*
Sen kendi ülkenin toprak bütünlüğünü korumak ve egemenliğini sağlamak için PKK ile savaşırken haklı olacaksın, ama Suriye ordusu ve güvenlik güçleri kendi toprak bütünlüğünü korumak için uluslar arası desteklerle isyan bayrağı açan gruplara karşı savaşırsa bu suç olacak...
Bunun haklı ve mantıklı bir tarafı var mı?...
*
Bütün devletler, başka bir devletin sınırları içinde yaşayagelmiş soydaşlarını şu veya bu gerekçeyle himaye etmek adına o ülkenin iç işlerine müdahale edecek olurlarsa bunun sonu gelir mi?..
*
Hangi ülke içinde hangi ulusa karşı yapılırsa yapılsın katliam varsa, birleşmiş milletler var, bütün dünya var...
*
Bunlar dururken, bölgenin “efesi” rolünde gerekirse müdahale ederiz türünden açıklamalar yapmak da neyin nesi?...
*
Türkiye olarak, Osmanlı İmparatorluğu zamanında birlikte yaşadıklarımıza soydaş diye sahip çıkacak olursak, Rusya, Balkanlar ve Ortadoğu’da her işe maydanoz olmak zorunda kalmaz mıyız?
*
Unutulmamalıdır ki, Türkiye cumhuriyeti, misak-ı milli sınırları içinde yeni bir ülkedir ve gerek etrafındaki komşuları, gerekse diğer dünya ülkeleriyle uluslar arası hukuk kurallarına uygun ilişkiler kurmak durumundadır...
*
"Soydaşlarımızı koruyoruz" hamasetiyle, Türkiye’nin savaşa ve maceraya sürüklenmesi, sadece uluslararası hukuka değil, aklıselime ve sağduyuya da aykırıdır...

Mustafa Tuğrul Turhan




18 Kasım 2015 Çarşamba

Eğitim Şart!...

İsmet Berkan, sıklıkla yaptığı gibi bugünkü yazısında yine eğitim sorununa değinmiş...
Yazısının tamamı Hürriyet Gazetesinde var, ben buraya sadece önemli gördüğüm bölümlerini aktarmakla yetineceğim...
***
İsmet Berkan “Hükümetin en önemli ev ödevi” başlıklı o yazısında;

“Sorunumuzun ne olduğu belli: maalesef 12 yıllık zorunlu eğitim, olması gereken kalitede öğrenci yetiştiremiyor.

Kabaca, her yıl İlkokula başlayan 1 milyon öğrenciden sadece 100 bin kadar 12 yıl sonra dünyadaki akranlarıyla yarışabilmelerine izin verecek seviyede bir eğitim alabiliyor. O 1 milyonun 250-300 bin kadarı, “Türkiye için iyi” diyebileceğimiz bir seviye mezun oluyor. Geri kalan 600-650 bin çocuğumuz ise bırakın dünyayla yarışmayı Türkiye’de bile yarışamayacakları seviyede bir eğitime ancak sahip olabiliyor.

Bu durumun yarattığı kalıcı eşitsizlikler bir yana, eğitimin çıktısı Türkiye’nin dünyayla rekabet edebilme şansını çok zorluyor.

Eğitimdeki eşitsizlik’ten tam olarak kasıt bu. O yüzden yapılması gereken, dünyayla rekabet edebilecek eğitim seviyesini sadece 100 bin çocuğumuzla değil, en azından 800 bin çocuğumuza verebilmeliyiz. Ancak o zaman eşitlikçi eğitimden söz edebiliriz.” Diyor...
*
Peki, bunu nasıl yapabiliriz diye sorduktan sonra, Milli Eğitim Bakanlığının yapması gereken hususları sayıyor...

Ve bu saydıklarından bazılarının öncelikli olduğunu şu sözlerle ifade ediyor;

“En önce üç temel beceri alanında, yani çocuklarımızın ana dillerinde yazılanı okuyup anlamasını ve kendilerini yazarak ifade edebilmeleri, matematik ve fen alanında merkezi sınavlarda ortalama başarıyı yüzde 50’nin üzerine taşıyabilmeliyiz.”
***
Berkan’ın söylediklerini, özellikle “ana dil” ile eğitim konusunda söylediklerini, “Anaokullarının ilk sınıflarında”  bile yabancı dil öğretiyoruz diye öne çıkıp, daha çok “müşteri” çekmeye çalışan özel okullara, bunu marifet zanneden özeldeki,  kamudaki her türlü eğitimciye ithaf ediyorum...
*
Ama ne yalan söyleyeyim, para kazanma hırsı ve milli eğitimdeki toz duman içinde bunları anlayacaklarını da hiç zannetmiyorum...

Mustafa Tuğrul Turhan





 
Futbol Olsa Ne Olmasa Ne!...
 
Bir başka ulusun milli marşına saygı göstermeyenin, kendi ulusunun değerlerine saygı beklemeye hakkı yoktur...
*
Dün oynanan Türkiye – Yunanistan özel maçı öncesinde Yunanistan milli marşı çalınırken tribünlerin ıslıklarla protesto da bulunmasının, akılla mantıkla açıklanacak hiçbir gerekçesi olamaz...
*
Bu çirkin olayların, önce Konya’da oynanan İzlanda maçında yaşanması, ardından da dünkü Yunanistan maçında tekrar edilmesi, tesadüf olmayıp, son derece tehlikeli bir ırkçılığın topluma egemen olduğunun göstergesidir...
*
IŞİD’in Paris saldırısından sonra Hannover'da oynanacak olan Almanya – Hollanda hazırlık maçının, terör nedeniyle iptal edilmesine karşılık, Türkiye’nin Avrupa ülkelerine göre çok daha büyük risk altında olduğu halde Paris’te bombaların patladığı gün Katar, dün gece de Yunanistan ile hiçbir şey yokmuş gibi özel maçlar oynaması, boğaz köprüsünden geçen kıtalararası Avrasya maratonu düzenlemesi, olsa olsa ciddi bir sorumsuzluk örneğidir...
*
Her şey tamam da bir futbolumuz mu eksik...
Türkiye futbol takımı Avrupa 2016 kupasına gitse ne gitmese ne Allah aşkına...
Futbol, milletin dertlerine çare mi?
Olsa ne yazar olmasa ne yazar...
*
Hal böyleyken, terör ortalıkta kol gezerken, 2016 Avrupa Kupası’nın iptali konuşulurken, bu turnuvaya hazırlık için üst üste yapılan özel milli maçların ne anlamı var...
 
Mustafa Tuğrul Turhan
 
 
Ver Oyu Bildiğin Gibi Yaşa...

Hadi gözümüz aydın; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, gürültü yönetmeliğinde değişiklik yapmış ve mahalle aralarında ve meskenlerde yapılan düğün, asker uğurlamaları ve benzeri kutlamaları 'gürültü yasağı' kapsamından çıkarmış...
*
Bununla yetinmemiş, seçim dönemlerinde kullanılan ses sistemleri ile propaganda otobüsleri yasağını kaldırılmış...

Havai fişek gösterilerini de yasak kapsamından çıkartıp serbest bırakmış...
*
Hani, “alem gider Mersin’e biz gideriz tersine” diye bir deyim vardır Çevre Bakanlığının yaptığı yönetmelik değişikliği, bu söze cuk oturuyor...
*
Londra ve Roma gibi Avrupa’nın ünlü başkentlerinde, doğal hayata zarar verdiği ve kuşların ölümüne neden olduğu için havai fişek atılması tamamen yasaklanıp, bırakın davul zurnayı, korna çalınması bile gürültü kapsamına alınırken, bizimkiler var olan yasakları kaldırarak, zaten ciddi boyutlarda olan gürültüyü daha da artıracak uygulamaların önünü açıyor...
*
Hangi çağda yaşıyoruz, “sokak düğünü de ne demek” diye düşünmeyin; taşradan büyük kentlere göçüp gelen ve değişmek, kent yaşamına uymak yerine alışkanlıklarını aynen yaşamaya devam etmek isteyen bir kesim düğününü sokakta davul zurnayla yapıyor, üç aşağı beş yukarı aynı kafaya sahip olan AKP siyaseti de bu işlerin önünü açmakta hiçbir beis görmüyor...
*
Yani, normaldir; tencere kapak misali...
Böyle saça böyle tarak...
*
Sosyokültürel yapının uzundur hızla geriye gitti dikkate alınırsa şaşılacak bir durum yok, seviye buraya geldi demek ki...
Ver oyunu bildiğin gibi yaşa...
İstersen davul zurna çal, istersen havai fişek at...
*
Gürültü yönetmeliğinde yapılan, Avrupa Birliği son İlerleme Raporunda en olumlu görülen ‘gürültü kirliliğiyle mücadele” başlığından geri adım niteliğinde olan bu değişiklikleri, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, 'gürültü kirliliği artarak devam edecek' şeklinde değerlendirse de dinleyen kim...
*
AKP iktidarının yönettiği devlet, hemen her konuda olduğu gibi, gürültü konusunda da kabul görmüş belli standartlara uyulmasını sağlamak yerine, çağdışı uygulamalara prim veriyor...
*
Çevre Sorunları Araştırma Merkezi Başkanı Baran Bozoğlu’nun dediği gibi “yazanı uygulatan değil, uygulananı yazılı hale getiren bir düzenlemeyi” hayata geçiriyor...
*
Kısacası, herkes kendisine yakışanı yapıyor...
Ülkeyse, her geçen gün biraz daha geriye gidiyor...

Mustafa Tuğrul Turhan





17 Kasım 2015 Salı


 
Yarası Olan Gocunsun...

 
G20 “zirvesi” bitti, katılan yabancı ülke başkanları, başbakanları ülkelerine gitti...
Kaldık biz bize...
İşin gösteriş, tantana kısmını bir taraf koyarsak, elde var sıfır...
Ve bizim malum muhalefetten zirveye ilişkin tek laf yok...
*
Akılarda kalan, daha doğrusu kalması gereken gerçekçi tek açıklama var, o da Putin’den...
*
Putin, son gün yaptığı konuşmada;

“Dünyanın birinci gündem maddesi haline gelen terörist örgüt IŞİD’in 40 ülke tarafından finanse edildiğini biz biliyoruz. Üstelik finans kaynağı sağlayanlar arasında bugün G20 zirvesine katılan ülkelerde var.  Burada, meslektaşlarıma, teröristlerin yasa dışı petrol ticaretinin boyutlarını ortaya koyan, uzaydan ve uçakla çekilen fotoğrafları gösterdim.  Petrol yüklü konvoyların uzunluğu onlarca kilometreyi buluyor.  IŞİD’in işgal ettiği Irak ve Suriye topraklarında ele geçirdiği tarihi eserleri sattığını da biliyoruz. Bu finans kaynağının da önüne geçilmesi lazım.” Diyor...

Suriye’de ilk yapılması gereken şeyin, IŞİD’i yenmek olduğunu vurguladıktan sonra,  sözlerini, “ancak bundan sonra Suriye’de yapılması gereken reformları tartışabiliriz.” Diyerek tamamlıyor...
*
Daha ne desin?...
*
Yarası olan gocunsun...
*
Ve tabi, Türkiye’deki PKK sorununa ilişkin olarak, terör örgütü silah bırakmadan, hiçbir konuda görüşme yapmayız diyenler,  IŞİD yok edilmeden Esad’ın girmeyeceği bir seçimin yapılmasından ne yüzle söz edebiliyorlar acaba, oturup bunu bir daha gözden geçirsin...
*
Putin’den ders alsın...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

16 Kasım 2015 Pazartesi


 
Ahmet Kaya Şarkıları Dinlemek, Sevmek veya Sevmemek...

 
Ahmet Kaya, siyasi ve toplumsal içerikli lirik yapısı ile muhalif bir görüşü dile getiren müzik türü olan protest müziğin öde gelen temsilcisiydi.
*
Etkileyici sesi ve yorumuyla, müzik dünyasında farklı bir yeri vardı.
*
Zaman içinde, belli etnik gruplara yakın bir duruş sergilemiş, hassas bir dönemde, "Kürtçe" şarkı söyleyeceğini ilan edince de bir kesimin tepkisini çekmişti.
*
Böyle olunca da sadece müzisyen olarak değil, aynı zamanda "siyaset yapan" birisi olarak görülmeye başlanmıştı.
*
Kürtçe şarkı söylemesi, "siyaset yapmak" olmasa da, Kürt milliyetçiliği üzerinden siyaset yapanlara "iltifat" etmesi onun imajının böyle algılanmasında önemli rol oynamıştı.
*
Dolayısıyla, sevenleri olduğu kadar, sevmeyenleri de oldu.
*
Bunu anlayışla karşılamak gerekirdi.
*
Ancak, giderek öyle bir noktaya gelindi ki, onu dinliyor olmak, etnik ayrımcılık yapılmasına destek vermekle eş anlamda görülmeye başlandı.
*
İşte bu son derece yanlış ve tehlikeliydi.
Sonuçta o bir müzisyendi, sesi ve söyleyişi güzeldi, beğenilmesi çok normaldi.
*
Dolayısıyla, onun türkülerini, şarkılarını dinlemek başka, aynı veya farklı düşüncele sahip olmak, destek vermek başkaydı.
*
Ama hiç böyle bakılmadı…
*
Türkülerini, şarkılarını beğenip, salt etnik Kürt milliyetçilerine destek verdiğini düşünerek, dinlememek aslında iradeye ipotek koymaktı…
Ve birçok insan bunu yaptı…
*
Oysa eğer onaylanmıyorsa, bir yandan onun siyasi duruşunu eleştirip, diğer yandan müziğini dinlemek pek ala mümkündü.
Doğru olan da buydu…
*
Tersi, örneğin Rusları, Amerikalıları, İngilizleri, Yunanistanlıları, İranlıları "düşman" görüp, edebiyatçılarının romanlarını, şairlerinin şiirlerini okumamaktan, müzisyenlerinin şarkılarını dinlememekten farksız sayılırdı.
*
Ki, bunun yanlış olduğu çok açıktı.

Mustafa Tuğrul Turhan  / 18 Kasım 2013

 

15 Kasım 2015 Pazar

Fakiri Tahrik Etmeyelim...

Cumhurbaşkanı Erdoğan G 20 zirvesinin İş ve Emek Oturumunda yaptığı konuşmada, “Bana verilen rakamlar yanlış değilse Avrupa’da asgari ücret 200 Euro. Bu durum da Avrupa’nın nereden nereye geldiğini gösterir. Şu anda Türkiye’de konuşulan ise 1300-1500 hatta daha ileri gidenler de var. “ Demiş...
Oysa Avrupa'da en düşük asgari ücret aşağıdaki tabloda görüleceği üzere, birkaç ülke dışında 400 Euro'nun üzerindeymiş; yani bizim parayla 1200 TL. nin üstündeymiş ve birçok ülkede de 1500 Euro'dan da yüksekmiş...
Ve işin ilginç yanı, Avrupa'da fiili durum buyken, bizdeki 1300-1500 TL sadece "konuşulanmış"...
*
Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasının devamında;
“Ancak asgari ücret malum bir taban belirlemedir. Herhangi bir işveren kalkıp da 3 bin lira maaş verdiği zaman kimse ona sen neden veriyorsun demez. 4 bin lira verdiği zaman, niye veriyorsun demez. E ne olur? Biraz az kazanmış olur. Ben de işverenlere tavsiye ediyorum. Biraz az kazanın, kazandıklarınızı dar gelirli insanlarla paylaşın. Bunu bir defa başarmamız lazım. Neden? Fakiri tahrik etmeyelim.”
“Ve paylaşımcı anlayışı hayatımıza egemen kılalım. Buradan bir şeyi vurgulamak isterim. Hepimiz ölüp gidiyoruz, paraları beraber götürüyor muyuz? Beraber gelmiyor. Onlar bu dünyada kalıyor. Beraber gelmiyor. Onlar bu dünyada kalıyor. Arkada varisler bunu paylaşacak. Gel bunu işçinle bir kısmını paylaş, ondan sonra da gök kubbede hoş bir seda bırak. Öldükten sonra da “sorma, bizim öyle bir patronumuz vardı ki gerçekten işçisinin hakkını çok ciddi manada gözetir, maaşını da iyi bir konumda verirdi” desin... Diyerek, aslında AKP’nin seçim vaadi olan asgari ücret artışına itiraz eden işverenlere mesaj göndermiş...
*
Gülelim mi, ağlayalım mı?...
*
Emeğin sömürüsü üzerine inşa edilmiş olan kapitalizmin “mistik” açıklaması bu olsa gerek...
*
“Hepimiz ölüp gidiyoruz ama paraları beraber götüremiyoruz...”
“Fakiri tahrik etmeyelim...”
*
Ne kadar etkileyici (!)...
Af edersiniz, argo deyimle “kerizi uyandırmayalım” der gibi...
*
Bakın görün, yarından tezi yok, bütün işverenler paylaşımcı olup, kubbede hoş bir seda bırakmak için birbiriyle yarışarak asgari ücreti nasıl da artırır; şaşırıp kalırsınız... (!)

Mustafa Tuğrul Turhan


PAZAR MUHABBETİ... (İSTERSENİZ GEYİĞİ DE DİYEBİLİRSİNİZ)

Posta Gazetesi’nden Canan Danyıldız’a konuşan Kaya Çilingiroğlu,

“Evli ve mutlu olman imkânsız bir şey. Hele bir de çocuk doğunca kadın başka bir kadın oluyor. Erkek aynı erkek ama kadın acayip bir şey oluyor. Çocuk erkeğin önüne geçiyor. Mesela Zehra 15 – 20 günlüktü, kucağımda tutarken Hülya, ‘Sen bırak’ dedi. Düşünsene ben babayım ve anne olarak babaya bile itimat edemiyorsun. Sonra o kadın gidiyor ve başka kadın geliyor. O başka kadın da senin aşık olduğun kadın olmuyor.
Son iki evliliğimde aşk bitip çocuk olunca her iki tarafta kendini bıraktı. Eşlerim anne olunca evliliklerim bitti.
Büyük konuşmayayım ama bir daha asla evlenmem! Hele Hülya ile bir daha asla evlenmem.  Hülya’yla aramızda başka bir şey var. En nihayetinde bir de kızımız var. Birlikte büyüdük, o yaşları birlikte atlattık. Ama şimdi 3 gün yan yana duramayız!
Mesela Feraye’ye evlenmeden önce gittiğim yerleri söylemezdim. Evlendikten sonra bu sorun oldu. Evlenmeden önce bakacaksın adamın hobilerine, fobilerine, kültürüne filan. Aşk bir yerde bitiyor.
Öteki hareketlerine tahammül etmen için o kültüre alışkın olmalısın. Bunları anlamayan biriyse o artık benim için hayallerimin kadını olmaktan çıkıyor. Alelade bir kadın oluyor. Evliliklerimde de öyle oldu.” Demiş...
*
Bir tartışma başlatmak ve girmek istemem, ama büyük ölçüde haklı Kaya...
Onun anlattıklarından bir genelleme yaparsak eğer, kimse kusura bakmasın, özellikle son yıllarda erkekler adeta  “damızlık” durumunda...
Evlenip çocuk sahibi olan kadının tüm dünyası “çocuğu”...
Koy pusete çık alış verişe; bakın AVM’lere, genç anneler genelde tek başına geziyor...
*
Kaya’ya hak verdiğim bir diğer husus da, kültür meselesi...
Evet, ister evlilik olsun isterse olmasın, bir ilişki uzun sürse de eninde sonunda gelip “kültür”, yani yaşam tarzına dayanıyor...
*
Bu farklıysa, karşındakinin davranışları, sanki daha önceleri hiç görmemişsin gibi gözüne batmaya başlıyor, bir süre sonra her hemen her konuda ters düşmeler, kavgalar gürültüler başlıyor...
Aslında ayrı dünyaların insanları olunduğu yeni fark ediliyor...
*
Ve tabi, ortada sevgi mevgi kalmıyor...
Sonra ister evli olun ister olmayın yollar ayrılıyor...
Evlilik bağı olmayan ilişkiler derhal bitiyor; evlilerse ya boşanıyor, ya da  aynı çatı altında oturuluyor, etrafa mutlu aile rolleri kesiliyor, ama herkes kendi hayatını yaşıyor...
*
Bakın çevrenize o kadar çok ki...


Mustafa Tuğrul Turhan

2 Kasım 2015 Pazartesi


Seçim Sonuçları ve Bundan Sonra Ne Olur?...     (Analiz)

Hiç kuşku yok ki, Türkiye çok partili demokrasi tarihinin en ilginç ve çok konuşulacak seçimi 1 Kasım 2015 seçimleri oldu...
13 yıldır iktidarda olup yıpranmasına rağmen Haziran’da aldığı oyu, 4,5 ayda inanılmayacak ölçülerde artıran bir iktidar partisine herhalde binde bir rastlanır...

Peki, ne oldu da böyle oldu; 4,5 ayda ne değişti...
*
Bu soruya mevcut verilere göre verilecek yanıt elbette var, ama hemen söylemeliyim ki, bu sorunun en gerçek yanıtı zaman içinde taşların yerine oturmasıyla ortaya çıkacak...

Ama şimdilik, bu soruya bir başka soru daha sorarak yanıt vermek mümkün...
*
İktidar partisi AKP 7 Haziranda tek başına iktidar olamayınca neye güvenerek koalisyonu reddedip yeni bir seçime gitti?...

Yanıt basit, kısa süre içinde oyunun daha fazla düşmeyeceğini, az bir düşme olsa bile bunun Hazirandaki tabloyu değiştirmeyeceğini, yeni seçimden yine birinci parti olarak çıkacağını ve koalisyon olacaksa bu erken seçimden sonra nasılsa kurabileceğini düşündü...

Bu bir risk almak değil, tersine belli bir tablo içinde inisiyatif de kendiyken bir deneme daha yapmaktan başka hiçbir şey değildi...
*
AKP 7 Hazirandan sonraki süreçte bu plan kafasında olduğundan, koalisyon görüşmelerin “laf olsun” diye yaptı, zamanı tüketti ve seçime gitti...

Bunu yaparken de ”bakın bir türlü hükümet kurulamıyor, uzlaşma sağlanamıyor” algısı yaratıp yeni seçimde bunu “bize oy vermezseniz istikrar bozuluyor, bu seçimde de oy vermezseniz yine hükümet kurulamayacak” propagandasına sarıldı...
*
Ve her ne hikmetse, “çözüm süreci” adı altında duraklama devrine giren PKK eylemleri de bu süreçte, AKP’nin “istikrar” söylemine hak kazandıracak boyutlarda yeniden tırmanışa geçti; peş peşe şehit haberleri geldi; bu yetmedi, IŞİD doğrudan üstlenmemekle beraber IŞİD’e mal edilen Ankara’daki canlı bomba olayında yüzün üzerinde insan katledildi...
*
Bu süreçte AKP, geçmişte PKK ile uzlaşı arayan, IŞİD’e destek veren kendisi değilmiş  gibi, terörün kökünü kazıyacağız deyip Kandili defalarca bombaladı, IŞİD hedeflerini vurdu; geçmiş unutulup AKP,  vatanın bölünmezliğinin bekçisi ve de irticaya karşı milliyetçi bir partiymiş gibi davranışlar sergileyerek, milliyetçi seçmene göz kırptı...
*
Bu kargaşada, kafalarda nereye gidiyoruz sorusu oluştu ve “istikrar” olmazsa sonumuz karanlık anlayışı insanların kafasında yer etmeye başladı...

Ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Ankara’daki patlamadan sonra, anket yaptırdık oylarımızda bir artış trendi var” dedi...
*
Elbette terörün bu süreçte hortlayıp zirve yapması tesadüf müydü, yoksa terörü kontrol edenlerce yapılan bir toplum ve seçim mühendisliği miydi, PKK’nın HDP yönetiminin popülerliğinden rahatsızlık duyup HDP’yi baraj altında bırakma senaryosu muydu bilinmez, bunu zaman gösterecek; ama bilinen ve kesin olan bir şey var ki, o da tüm bu yaşananlar “istikrar” arayışına sebep olmuş, strateji tutmuştu...
*
İşte seçimlere bu yoğun terör ortamında gidildi; PKK teröründen çekinmemesi gereken HDP bile seçim güvenliğinin olmadığını telaffuz etti; Başlangıçta Kasımda seçime gidelim kabadayılığı yapan MHP bir ara güven ortamı olmadığını sağlıklı seçim yapılamayacağını söyledi ancak, artık seçim sathı mahalline girilmiş olduğundan, kısa sürede bu sözlerden vazgeçilip, seçimden korkmuyoruz rolüne geçildi...
*
Lakin aslında seçim güvenliği ve adil bir seçim için gereken atmosferim olmadığı doğruydu; çünkü bir seçimin güvenliği demek sadece sandıkların korunması ve ilgili seçim kuruluna teslim edilmesi değildi...

Seçimlerin güvenlik içinde yapılması, bırakın yüzlerce canın yitirildiği terör olaylarını, seçmenin özgür iradesini etkileyecek hiçbir olumsuz olayın, yönlendirme ve baskının olmadığı bir ortamda yapılması demekti...
Ama bizdeki seçime “istikrar” aratacak olaylar zinciriyle gidildi...
*
Sonuç ortada...

Seçmen de bu ortamda o “istikrar” için oyunu, mevcut iktidar partisi AKP’ye verdi; zira ne CHP’nin ne MHP’nin tek başına iktidar olup istikrar sağlama olasılığı zaten yoktu, bu durum HDP içinse hepten imkansızdı; kaldı ki, MHP Haziran seçimlerinden sonra takındığı hırçın ve olumsuz tavırla, istikrar’a en uzak parti görüntüsü vermişti...
*
CHP ve MHP tek başına hükümet kuramayacağına göre, AKP birinci parti çıkmasına rağmen koalisyon kuramazsa, hükümet kurma görevi CHP’ye verildiğinde MHP ile koalisyon arayışına girse de ikisinin oyu da güvenoyu almaya yetmeyecek ve HDP’nin desteğine ihtiyaç duyulacaktı ki, bu desteğe MHP kapıları baştan kapatmıştı; kısacası CHP-MHP koalisyonu da istikrar getirmekten uzak bir hayaldi...

Tartışmalı bu genel tabloda, AKP yeniden tek başına iktidarı yakaladı, ama asıl hedefi olan Anayasa değişikliğini sağlayacak çoğunluğu yine elde edemedi...
Tek başına iktidar olma çoğunluğu olsa da muktedir olmayı başarması oldukça zor görünmekte...
*
Bekleyip göreceğiz...

En büyük iç sorun olan Kürt meselesini yeniden masaya yatırsa, bu konuda HDP ile uzlaşı ve işbirliği sağlasa da bundan sonra ciddi kırılmalar yaşanacağı çok açık, zira matematik toplamda çoğunluğa sahip olmak, Anayasa’nın ilk 4 maddesini değiştirmeye yetmeyecektir...

Bu gibi sorunları aşmak için kategorize olmuş değil, geniş kesimlerin uzlaşı içinde olduğu bir toplum ve parlamento gereklidir...

Mustafa Tuğrul Turhan