YAŞAM
FELSEFESİ...
İnsanların tatil anlayışları çok farklı; kimi, beş
yıldızlı otellerde “her şey dahil” modelini tercih edip gittiği yöreyi bile
görme imkanı olmadan geri döneceği bir tatili, kimi daha ucuz ve gittiği
yöreyle iç içe olabileceği, oranın insanıyla kaynaşabileceği bir tatili tercih
ediyor...
Ben ve ailem, ikinci kategoride olanlardanız; gittiğimiz
yöreyle ve insanlarıyla iç içe olmayı kaynaşmayı seviyoruz...
Yıllardır olduğu gibi bu yıl da bir ev kiralayıp Bodrum
Turgutreis’e gittik; eski yıllara göre oldukça uzun kaldık, bütün yazı ve hatta
sonbaharın ilk ayını orada geçirdik; Turgutreis’i merkez yaptık, ama Bodrum’un
her yanını karış karış gezip keyfini çıkardık; hepsinden önemlisi de yeni
dostlar edindik...
Bu yıl, bir farklı iklimin, bir farklı coğrafyanın,
bir farklı kent modelinin, insan tabiatı üzerinde önemli etkisi bulunduğuna, bu
çerçevede Bodrum yöresinin insanının, biz büyük şehir insanlarından çok farklı;
sevecen, sakin, hoş görülü olduğuna dair görüşümüz iyice pekişti...
Bunun böyle olmasının nedeni sadece deniz iklimi
değil elbette; başka birçok nedeni var; ama galiba en başta gelenleri; onların,
bizler gibi, her gün yoğun trafikle cebelleşmiyor, gökyüzüne uzanan çok katlı
garip binalarda değil, iki katlı mütevazı evlerde yaşıyor, günlük ihtiyaçlarını
yürüyerek veya bisikletle ulaşabileceği yerlerden karşılıyor, yorulmuyor,
gerilmiyor olmaları...
Bunu, dönüşte Ankara’ya girerken, şehrin yeni ve
gözde semtlerinden olan Yaşamkent’e yaklaştığımızda yoğunlaşan trafiği ve
alabildiğine yüksek beton yığınlarını görünce daha iyi anladım...
O yörenin insanıyla, bizim farklı olmamız kadar doğal
bir şey olamaz...
Bizim metropol insanı, abartılı bir peyzajla
süslenmiş bu acayip kulelerin 32. Katında bilmem kaç trilyona bir daire alıp
metrelerce aşağıda kalan bahçedeki tek bir ağacı bile göremeden dört duvara
arasına girdiğinde ve altına bir de pahalı bir araba çektiğinde mutlu olarak,
daha doğrusu mutlu olduğunu zannederek yaşıyor, Bodrum’da yaşamaya alışmış bir
insansa, en çok ikinci katta oturduğu beyaz boyalı mütevazı evinin
penceresinden bahçesini veya yaşadığı sokağı rahatça görebilip, yürüyerek, bisikletiyle
veya üç tekerlekli motoruyla bütün işlerini hallederek, kasmadan yaşıyor...
Bu iki yaşam biçimi arasında sadece fiziki ve maddi
değil, önemli bir hayat felsefesi, bir başka ifadeyle, yaşama bakış farkı
bulunuyor ve bu da ister istemez insan karakterini şekillendiriyor...
Birisi, evinin ihtişamıyla, arabasının lüks
olmasıyla, çocuğunun okulunun ismiyle mutlu olduğunu zanneden, dostluk,
komşuluk ilişkisi bulunmayan insanlar, diğeri, hepsi birbirine benzeyen beyaz evleriyle,
bisikletiyle, üçtekerli elektrikli basit motoruyla, küçük bir yörede hırs ve ihtirası
olmayan insanlar üretiyor...
Birisi trafikte, bankada, hemen her yerde öncelik
almak için birbirini kıran, kavga eden insanlar, ötekisi, trafikte, şurada
burada birbirine yol veren hoşgörülü olan insanlar yaratıyor...
Hazır bu soyutlamayı yapmışken, bu yıl yaşadığım
birkaç anıyı aktarmamın konunun daha net anlaşılmasına yardımcı olacağını
sanıyorum...
Bir gün küçük bir alış veriş için girdiğim hiç
tanımadığım bir dükkanda, evimize çok gerekli olan bir alet gördüm ve yanıma
sadece o küçük alış verişe yetecek kadar para almış olmama rağmen, sadece
öğrenmek için fiyatını sordum; benden yaşça büyük olan dükkan sahibinin fiyatı
söylediğinde de, “peki daha sonra gelir alırım, yanıma fazla para almamıştım”
dedim. Yüzüme baktı ve “ne önemi var, al götür, daha sonra bırakırsın” dedi ve
aleti paketleyip elime tutuşturdu. Çok şaşırdım, aniden içimi bir sıcaklık
kapladı...
Dükkandan çıktığımda, böyle bir ilişkinin Ankara’da
hiç tanımadığım bir dükkanda yaşanmasının ne kadar imkan dahilinde olduğunu
düşündüm, üzüldüm...
Bir başka gün, Turgutreis pazarında, genç bir
pazarcının yere düşen beş kuruşu ısrarla arayıp aldıktan sonra, abi yanlış
anlama beş kuruşun ne kıymeti var, ben para olduğu için değil üzerinde Atatürk
olduğu için onu yerden aldım dediğinde, bir kavanozcu dükkanındaki genç
satıcının, üzerinde Atatürk olmayan bir liraları almadığını gördüğümde müthiş
duygulandım...
Bir iki kez yemek yediğimiz restoranın önünden
geçerken, garsonların selam vermesinden, yemek yemeden oturup içtiğimiz çay ve
kahvelerden para almamasından çok etkilendim...
Bazı şeylerin metropollerde ve sosyal medyada olduğu
gibi lafta değil, hayatın bizzat içinde olduğuna şahit oldukça, yaşam
felsefesinin ve biçiminin ne denli önemli olduğunu çok daha derinden
hissettim...
Ve siyaset yazmaya ayırdığım zamanın önemli bir
kısmını, bundan böyle yaşam felsefesi ve değerleri üzerlerine kaleme almaya
çalışacağım yazılara ayırmaya karar verdim...
Dilim döndüğünce ve parmaklarım klavyeye
vurabildiğince, somut insan ilişkileriyle örnekleyerek anlatmaya devam edeceğim...
Şimdilik sağlıcakla kalın...
--0--
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder