17 Eylül 2018 Pazartesi



İŞ BANKASI ve CHP MESELESİ...

Zamlar çok acıtmadan sindirilsin diye olsa gerek, nur topu gibi bir gündemimiz daha oldu çok şükür...
İş bankasındaki Atatürk hisseleri ve CHP’yi konuşacağız yine..
Yine diyorum, çünkü bu konu daha önce de defalarca konuşuldu...
Son olarak, Sn. Erdoğan tarafından yine gündeme oturtuldu...
Gerek CHP tarafından, gerekse de İş bankası cenahından da Erdoğan’a cevaplar verildi...
Zamanlama yanlış ve amaçlı olsa da bu konu madem ki, gündeme geldi, o halde bir iki laf da biz edelim...
*
Ne diyor Sn. Erdoğan?..

Bir partinin bankacılık işleriyle uğraşamayacağı noktasından hareket ederek, “Şu anda CHP, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü suistimal ederek, onun Cebi Hümayunundan dediğim, İş Bankası hisselerinin yüzde 28’inin sahibi durumunda. Oradan para alamıyor ama yönetim kurulunda dört üyesi var. Bu dört üye ne iş yapar? Buna bir bakılması lazım. Ben diyorum, bir defa Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu tür bir varlığı herhangi bir siyasi partinin etiketi altına giremez. Girse girse Hazine’ye girer.” Diyor...

Buna karşılık,

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “Biz sadece ve sadece Mustafa Kemal Atatürk'ün hisselerinin temsilcisiyiz o kadar. Biz 5 kuruş para almayız. O para, Türk Dil Kurumu'na, Tarih Kurumu'na gider. Çünkü Atatürk'ün vasiyeti böyle. Herkesin Atatürk'ün vasiyetine saygı duyması lazım. İş bankası yönetiminde bulunan arkadaşlar iş bankasının işlerine karışmazlar, bankacılık işlerine karışmazlar. Sadece ve sadece Mustafa Kemal Atatürkün hisselerini temsil etme onurunu taşırlar. Onun dışında biz bankacılık kuralları içinde asla ve asla o konulara girmeyiz. Erdoğan neden böyle bir karar aldı? Onu da anlamıyorum alıp da varlık fonuna devretmeyi mi düşünüyor ona da bakmak lazım...” diyor...

İş Bankası Yönetimi de,

“Atatürk'ün vefatının ardından vasiyetnamesine uygun olarak Atatürk hisseleri Cumhuriyet Halk Partisi'ne devredilmiş, yine vasiyete uygun olarak hisselerin oy hakları Cumhuriyet Halk Partisi tarafından kullanılmış, hisselerden kaynaklanan temettü vasiyette belirtilen şekilde Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu'na tevdi edilmiştir. 
Bugün Banka hisselerinin %31,79'u halka açık olup, çoğunluk hissesi ise %40,12'lik bir oran ile Türkiye İş Bankası Mensupları Munzam Sandık Vakfı'na yani Banka çalışan ve emeklilerine, İş Bankalılara aittir. Atatürk hisselerinin oranı ise %28,09'dur.
Çoğunluk hissesi, Yönetim Kurulu teşkilinde de yine çoğunluğu Türkiye İş Bankası Mensupları Munzam Sandık Vakfı'na vermektedir. Dolayısıyla, Türkiye İş Bankası, sermaye yapısı gereğince Atatürk hisselerini temsilen Yönetim Kurulu'nda bulunan üyelerin kim olduğu ya da kim tarafından aday gösterildiğinden bağımsız olarak, olağan ticari faaliyetlerini tarihi boyunca olduğu gibi kanunlara, mevzuata, ticari prensipler ve kuruluş misyonuna uygun olarak devam ettirmektedir.” Açıklama yapıyor...
*
CHP adına Kılıçdaroğlu’nun ve İş Bankasının açıklamalarında, partinin bankadan bir gelir sağlamadığı, Atatürk hisselerinin parasal gelirinin, Türk Dil ve Türk Tarih Kurumlarına gittiği açıkça ortaya konuluyor...

Ki, zaten Erdoğan ‘da aksini iddia etmiyor...

Erdoğan, madem böyle İş Bankası Yönetiminde CHP’den neden 4 üye var bunlar ne iş yapar diyor...
Erdoğan’ın hakkını yemeyelim; bu sorunun pek de haksız olduğu söylenemez...

Çünkü gerek Kılıçdaroğlu, “İş bankası yönetiminde bulunan arkadaşlar iş bankasının işlerine karışmazlar, bankacılık işlerine karışmazlar. Sadece ve sadece Mustafa Kemal Atatürkün hisselerini temsil etme onurunu taşırlar” diyerek,  gerekse İş Bankası yönetimi, “Türkiye İş Bankası, sermaye yapısı gereğince Atatürk hisselerini temsilen Yönetim Kurulu'nda bulunan üyelerin kim olduğu ya da kim tarafından aday gösterildiğinden bağımsız olarak, olağan ticari faaliyetlerini tarihi boyunca olduğu gibi kanunlara, mevzuata, ticari prensipler ve kuruluş misyonuna uygun olarak devam ettirmektedir.” Diyerek, CHP’li üyelerin bankacılık faaliyetlerine karışmadıklarını söylüyorlar... 

Öyleyse, bu durumda İş bankası Yönetimindeki CHP temsilcileri ne iş yaparlar, diye sormak gerekmez mi?..

İşte Erdoğan da bunu soruyor...

Sahi, bu arkadaşlar bankacılık faaliyetlerine karışmıyorlarsa ne iş yaparlar?

Mesela, banka Yönetim Kurulunca onaylanan kredi açma işlerinde imzaları yok mu?..

Geri dönmeyen, mesela, Türk Telekomu satına alan Ofer ailesi ve ortaklarına açılan ve tahsil edilemeyen kredilerde sorumlulukları yok mu?..

Kılıçdaroğlunun ifadesiyle, bu üyeler sadece ve sadece Atatürk’ün hisselerini temsil etme onurunu taşıyorlarsa, onlara banka yönetim kurulu üyesi olarak neden ballı maaşlar verilmekte?..

Atatürk’ün hisselerini taşıma onuru yetmez mi bu arkadaşlara?..

Kimin nesidir bu üyeler, CHP, hangi kritere göre atama yapmaktadır?..
*
Bu soruların sorulması gerekir...

Salt Erdoğan sordu diye, biz bu soruları görmezden mi geleceğiz...

Elbette hayır...
*
Hani, Atatürk, “Mal ve mülk, bana ağırlık veriyor. Bunları, soylu milletime geri vermekle büyük ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar; insanın serveti, kendi manevî kişiliğinde olmalıdır!” diyerek, bütün varlığını milletine bağışladı diye, iki de bir sosyal medyada paylaşıyoruz ya, konuyu bir de bu açıdan değerlendirelim...

CHP milleti mi temsil ediyor?..

Hayır, bir siyasi parti olarak, kendisiyle aynı dünya görüşünü paylaşanları temsil ediyor..

O halde, Atatürk’ün hisselerinin CHP’de ne iş var?..

Atatürk bu hisseleri bırakırken, çok partili sisteme geçilmemişti, şimdiyse, Türk milletini temsil eden pek çok siyasi parti var...

Kaldı ki, Atatürk yine ileri görüşle, hisselerinin maddi gelirini TDK ve TTK’ gibi iki büyük kuruma bırakmış...

Hal böyleyken CHP’nin İş Bankası Yönetiminde temsil edilmesine ne gerek var?..

Madem ki, zaten bu üyeler “sorumsuz” ve “bankacılık işlerine karışmıyorlar”, o halde, banka TDK ve TTK’ya düşen kar paylarını doğrudan bu iki kuruma aktarsın olsun bitsin, CHP’li üyelere ballı maaş vermenin manası ne?..
*
Biliyorum, yine kimilerini kızdırdım, kimilerini şaşırttım...

Varsın olsun...

Ben vicdanen rahatım...

Ve bitirirken son söz olarak, meselelere objektif bakmayı beceremezsek, asla doğruyu bulamayız ve haklı olamayız diyorum...

                                                                     --0--  


http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/1085048/Kilicdaroglu_ndan_Erdogan_a_is_Bankasi_yaniti.html

2 Eylül 2018 Pazar




ZABITA, POLİS, İŞLETMECİ ÜÇGENİNDE GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİ..

Eğlence mekanlarından kaynaklanan gürültü sorunu, gerek tatil yörelerinin, gerekse büyük kentlerin önemli sorunlarından biri...

Gürültü üzerine çok yazıldı çizildi. Bugün de Hürriyet köşe yazarı Mehmet Y. Yılmaz yazmış...

"Bodrum’da bir mekânda canlı müziğin 03.00’e kadar sürdüğünü, yetkili mercilere iletilen şikâyetlere rağmen bunun bir türlü engellenemediğini yazmıştım. Eğer bu amaçla rüşvet alınıyorsa mahalle sakinlerine pay dağıtılmasını rica etmiştim! Bodrum Belediye Başkanı, yazım üzerine, bu konuda attığı adımları belgelemek yerine, benim orada olacağım tarihlere karar vermeyi tercih etmiş. Haliyle benim de diyeceklerim var." diyor...

Ve gürültü konusunda Türk Ceza Kanunun 183 maddesinin "başka bir kimsenin sağlığının zarar görmesine yol açacak şekilde gürültüye sebep olan kişinin iki aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezasıyla cezalandırılacağını hükme bağladığını,

Polis Vazife ve Selahiyet Yasasının 14 maddesinde "Şehir ve kasabalarda gerek mesken içinde ve gerek dışında saat 24.00’ten sonra her ne suretle olursa olsun civar halkının rahat ve huzurunu bozacak surette gürültü yapanların polisçe men olunacağı, bu yasağı dinlemeyenler hakkında Ceza Kanunu’nun 546’ncı maddesine göre takibat yapılacağı” hükmünün yer aldığını,

Kabahatler Kanunu’nun 36’ncı maddesinde, "başkalarının huzur ve sükûnunu bozacak şekilde gürültüye sebep olan kişiye veya işletme sahibine idari para cezası verileceği, idari para cezasına kolluk veya belediye zabıta görevlilerince karar verileceğinin" belirtildiğini yazarak, ilgililerin bu konudaki yetki ve sorumluklarını hatırlatıyor...

Sonra da bu yetkilere rağmen, kamu görevlilerinin görevlerini yerine getirmemelerinin nedeni ne olabilir diye soruyor ve

"Ben söyleyeyim:
1. Kamu yöneticisi işinin gereklerini yerine getirmeyen, yetersiz bir kişidir. Maaşını alıp emeklilik yaşının gelmesini bekliyordur.
2. Kamu yöneticisinin emrindeki kamu görevlileri, yöneticilerini deyim yerindeyse sallamıyordur.
3. Kamu görevlileri, görevlerinin gereklerini yerine getirmemek için rüşvet alıyorlardır.
Bu üç ihtimalden biridir söz konusu olan." diyerek kendi sorusunu kendisi yanıtlıyor...
*
Geçen yıl ben de Turgutreis'teki otellerden ve barlardan yayılan müzik sesiyle ilgili Bodrum Zabıtasıyla epey uğraşmış, ama netice alamamıştım...

Mehmet Y Yılmaz çok haklı; kamu görevlilerin görevlerini layıkıyla yapmamalarının bir nedeni mutlaka olmalı ve açık söylemem gerekirse bence, bunun temel nedeni Yılmaz’ın nezaketen 3. Şıkta belirttiği rüşvet olgusu...
*
Ve bu menfaat ilişkisi işi, Bodrum’dan misliyle fazlasıyla büyük kentlerdeki eğlence mekanlarının işleyişinde geçerli...

Bodrum, sayfiye yeri olarak belki sadece yaz sezonunda gürültüyü yaşıyor, ama ya büyük kentler öyle mi?
Her mevsim vur patlasın çal oynasın...
Mesela bizim Yenimahalle ve Çankaya bölgesi...

Önüne gelen restoran, kafe, kıraathane “canlı müzik” adı altında gürültü çıkartıp müziği de katlediyor, çevreyi de...

Neredeyse, artık küçük büfeler de bile canlı müzik yapılacak...
Kebapçılar da canlı müzik, pideci de bile canlı müzik yapılıyor...
Ve bunların çoğunun  canlı müzik yapma izni bile yok..
*
Çünkü canlı müzik denilen her türlü elektrikli aletle, yani, cd çalarak v.s de olsa müzik yayını yapılabilmesi için, iş yeri açma ve çalışma ruhsatına ek olarak, bir de canlı müzik yayını yapma ruhsatı alınması gerekiyor..

Bu ruhsatı alabilmek için de hoparlörlerin yerlerinin dahi gösterildiği bir müzik yayını tesisat şemasına uygun sistem kurulduktan sonra, Ankara’da faaliyet gösteren, yasal desibel (ses düzeyi) yüksekliğini ölçerek, çevreyi rahatsız etmediğine onay vermek suretiyle, müzik sistemi kontrol ve düzenlemesi yapan yetkili bağımsız şirketlerden birinden belge alınmasını takiben ilgili belediyeye başvurarak, saat sınırının da belirtildiği canlı müzik ruhsatı almak gerekiyor..

Fakat ne yazık ki, birçok işletme bu izni almadan müzik yayını yapıyor, izin alanlar da kontrol edilmediği için yasal desibel sınırlarını veya saat sınırını aşarak gece geç saatlere kadar müzik yayını yaparak çevreyi rahatsız ediyor...
*
Oysa iş yeri açma ve çalışma yönetmeliğinin ilgili maddelerinde belirtildiği üzere, canlı müzik izni verirken belediyelerin gözetmeleri gereken ilk kriterin, o bölgede oturan insanların huzur ve sükunu olması gerekiyor...

Ayrıca, o yerde eğlence mekanı açılmasında bir sakınca olup olmadığının ilgili emniyet müdürlüğünden sorularak, sakınca olmadığına dair belge almak icap ediyor...

Ama nerede?..

Hangi yasamız amacına uygun çalışıyor ki, bu yönetmelik çalışsın...

Belediyeler, her isteyene, işleteceği mekan konutlara çok mu yakın, insanlar rahatsız olur mu, huzur ve sükun bozulur mu? demeden canlı müzik izni veriyor...
*
Sonra birileri, bir gece canlı müzik yayınından rahatsız olup da belediye zabıtasına nezdinde şikayetçi olursa, Zabıtanın şikayet edilen mekanla ilgili bir işlem yapabilmesi mümkün olmuyor, çünkü yetkisi bulunmuyor...

Zabıtada ses düzeyi ölçen cihaz olmuyor, sizin şikayetiniz Çevre Koruma ve denetleme müdürlüğüne intikal ediyor, bu müdürlüğün elemanları bir başka gece gelip şikayet edilen mekanın müzik sesi seviyesini ölçüyor...
Ve genellikle her şey kuralına uygun çıkıyor...

Yani şikayet anında denetlenmiyor, sonrasında da haberli mi habersiz mi denetleniyor Allah kerim..
*
Polis deseniz, harekete geçirebilmeniz asla mümkün olmuyor...

O size akıl veriyor, kendi kuruluş yasasına göre yetkileri ve görevleri olmasına rağmen, insanların bilgisizliğinden yararlanarak, gürültü denetleme işinin belediyenin görevi olduğunu söyleyip kenara çekiliyor...

Siz, gürültüye müdahale yetkileri olduğunu söyleyip, görevlerini yapmaları konusunda ısrar ederseniz, şimşekler size dönüyor; bize görevimizi mi öğreteceksin diye azar bile işitiliyor...
*
Sonuç; bu ülkede kamu görevlilerinin genelinde olduğu gibi, polis ve zabıta da yasa ve yönetmeliklerden kaynaklanan gürültüyle ilgili görevlerini layıkıyla yapmıyor...

Elde kanıt olmasa da bunun en büyük nedeninin, eğlence mekanlarının polis ve zabıta ile “rüşvet” v.s şeklinde menfaat ilişkisi içinde bulunmaları olduğu düşüncesi ağır basıyor...

Hal böyle oluca da gürültü kirliliği önlenemiyor ve çevreyi olumsuz etkilemeye devam ediyor...

                                                                   --0--
  




30 Ağustos 2018 Perşembe




DEVLET SEKTÖRÜ VE ÖZEL SEKTÖR...

Devlette, uzun yıllar müfettişlik ve Teftiş Kurulu Başkanlığı yaptım...
Bir çok Kamu İktisadi Teşebbüsünü denetledim, soruşturmalar yürüttüm...
Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor...

Bizim zamanımızda kısaca KİT denilen Kamu İktisadi Teşebbüslerin yönetiminde esas olan basiretli bir tüccar gibi davranmak, kurumu karlı ve verimli çalıştırmaktı...

Kurumları bu prensibe göre yönetemeyen, kurumları zarara uğratan yöneticiler hakkında soruşturma açılır, gereği neyse yapılır, iş yargıya intikal ettirilir ve o yöneticiler görevlerinden alınırdı...

Çok eleştirilse de devlet, her zaman olduğu gibi, özel sektöre göre çok daha kurallara uygun çalışırdı...
*
Şimdi bu pencereden bakıyorum da, Telekomu satın alan İsrailli Oger ve Arap ortağının kredibilitesi tartışmalıyken bunlara milyar dolarlık kredi açan İş bankası, Garanti bankası ve Akbank yöneticileri hakkında bu kredilerin batmış olmasına rağmen, herhangibir işlem yapan yok...

Bunlar kamuda yönetici olsalar, şimdiye kadar çoktan soruşturulmuş ve mahkemeyi boylamışlardı bile...
*
Devlet kurumlarında saltanat olduğunu söyleyenler haklılar, ama bir de dönüp bu bankalara ve özel sektöre baksınlar da saltanat nasıl oluyormuş görsünler...

O genel müdürlerin, hiç bir kerameti olmayan CEO'ların bindikleri arabaları, bedavadan oturdukları boğaz manzaralı konutları görüp şaşırsınlar...

Onlar özel sektör istediğini yapar denibilir mi?..
Sonuçta özel de olsalar, bizim ekonominin içinde değiller mi?..

                                                          --0--






VAY İŞ BANKASI VAY...

Hatırlarsınız dolar 7 TL ye koştuğunda, İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali ortaya çıktı ve
“Ekonomik verilerle izah edemediğimiz bir spekülatif atakla karşı karşıyayız”. dedi...

Bu sözler, sadece bir bankacının ekonomik duruma ilişkin görüşlerini ifade eden sözler değildi...

Bu sözlerin asıl önemi, Atatürk''ün kuruduğu ve yönetim kurulunda 2 CHP temsilcisinin yer aldığı bir bankanın genel müdürünün, doların yükselmesini dış güçlerin oyunu olarak göstermek isteyen AKP'li Sn. Cumhurbaşkanına destek veriyor olmasındaydı...

O günlerde İş bankası genel müdürünün bu çıkışın anlam veremediysek de kafamızda soru işaretleri oluştu ve çok kısa süre sonra da bu sözleri sarf ederek iktidara destek vermesinin nedenini anladık...
Meğerse, İsrailli Oger ailesi ve Arap ortağı, Telekomun özelleştirilmesinden kaynaklanan borçlarını ödemiyormuş ve İş bankası da bu ortaklığa kredi veren 3 bankadan biri olarak, alacaklarını kurtarmak amacıyla, Telekomun bu 3 bankanın kuracağı bir şirkete devredilmesi için Rekabet Kurumunun karar almasını istiyormuş...

Ee memlekette, her şeye her kuruma ve o kurumun vereceği karara, aslında tek bir merci egemen olduğuna göre,...

Vay İş bankası vay!...

Bu konuyu daha fazla uzatmaya gerek olmadığı çok açık değil mi?..
*
Ama, konuyla ilgisi nedeniyle bir hususa kısaca değinmekte de yarar var...

Hürriyet'in fırıldağı Ahmet Hakan da bugün, Adnan Bali'nin yukarıda aktardığım sözlerini yazmış ve Kemal Kılıçdaroğlu'na çakmış..

Diyor ki, "ey Kılıçdaroğlu, Adnan Bali bunları söylerken susutunuz, şimdi çıktınız, bu ekonomik krizin dış güşlerle filan alakası yok diyorsunuz, siz bu işi gerçekten bilmiyorsunuz..."

İşte Ahmet hakan bu!..

Şıracının şahidi bozacı...

Yukarıda yazdığım Adnan Bali'yi baz alıp Kılıçdaroğluna yükleniyor...

AKP'yi yalamaktan fırsat bulup da gerçeği göremiyor...

Kılıçdaroğlu'nu eleştirecekse, sen dış güçlerle ilgisi yok diyorsun, ama senin İş Bankası yönetimindeki temsilcilerin, Adnan Bali'nin açıklamalarına sessiz kalıyor diye eleştirsin, biz de kedi olalı bir fare tuttu diyelim...

                                                           --0--






30 AĞUSTOS ve ÖĞÜNME...

Selüloz Kağıt (SEKA) kağıt fabrikalarının ilki, Mustafa Kemal zamanında Sümerbank Selüloz Kağıt Sanayi adı altında 1936 yılında İzmit'te açıldı...
İkincisi de 1981 yılında Balıkesir'de inşa edildi ve 198 milyon dolara mal oldu...

Yıllar geçti...
AKP 2002'de tek başına iktidar olunca bir çok kamu iktisadi teşekkülünü olduğu gibi, SEKA kağıt fabrikalarını da satışa çıkarttı...

Balıkesir fabrikasını önce AKP'li Balıkesir Belediyesine devretti, sonra da 198 milyon dolar maliyetli bu fabrikayı yandaşı Yeni Şafak gazetesinin sahipleri olan Albayraklar'a 1,1 milyon dolara sattı...
Selüloz iş sendikası bu satışı yargıya taşıdı...
İdare mahkemeleri ve Danıştay satışı iptal ettiyse de AKP hükümeti 26.4.2013 tarihinde çıkardığı 6300 sayılı Kanunla, özelleştirme konusunda yargı kararlarının uygulanıp uygulanmaması yetkisini Bakanlar Kurulu’na verdi ve yargı kararını uygulamayarak, fabrikayı Albayraklar üzerinde bıraktı...
Ama Albayraklar bu fabrikayı aldıktan sonra hiç kağıt üretimi yapmadı..
Fabrika arazisi içine kömürle çalışan elektrik santralı kurmak için girişimlerde bulundu..
Kar hangi işteyse ona yöneldi...
SEKA İzmit fabrikasının satılmaması için direnildi, ama sonunda bu fabrika da yine AKP tarafından 2016 yılında dünyanın en büyük kağıt müzesine dönüştürüldü, fabrika arazisi de Kocaeli Belediyesi tarafından park olarak yapılandırıldı...
*
SEKA fabrikalarının satılması ve kapatılmasıyla, kağıt tamamen ithalat yoluyla temin edilmeye başlandı ve tabi, gazetelerin, kitapların basılması da tamamen dışa bağımlı hale geldi...
Döviz arttıkça, gazete ve kitap kağıdı temini güçleşti..
Basım işleriyle uğraşan şirketler kapanmanın eşiğine geldi...
Ve bugün doların 7 lira seviyesine gelmesiyle, gazete ve kitap sektöri için alarm zilleri çalmaya başladı...

Bundan sonra, devlet kurumlarından oldukça yüksek ücretlerle reklam alan yandaş havuz medyası zorla da olsa yaşamını sürdürse de az da olsa muhalefet yapan gazeteler için yolun sonu göründü...

Kitap deseniz ha keza, bundan sonra fiyatları el yakacak...
Zaten okuyan bir toplum değildik, artık hiç okumayan bir toplum olacağız...

İşte 30 Ağustos 1922 de kazanılan zaferin sonrasında binbir güçlükle inşa edilen Cumhuriyet döneminde kurulan fabrikaların, bir mirasyedi kafasıyla hesapsız satılması neticesinde ülkenin içine düştüğü tablo bu!...

Ve SEKA sadece bir örnek, özelleştirme adı altında bütün kamu iktisadi teşebbüsleri satıldı ve her alanda ithalat öne geçti...

Bu tabloyu yaratanlar 30 Ağustos zaferiyle değil, olsa olsa Cumhuriyet zihniyetini ortadan kaldırıp ülkeyi dışa bağımlı hale getirmiş olmalarıyla övünebilirler...

                                                                  --0--



29 Ağustos 2018 Çarşamba




CİNSEL TACİZ TEHLİKELİ KONU...

Şu cinsel “taciz” meselesi, uzun zamandır, özellikle aktör Talat Bulut’un dizi setinde bir kızı taciz etiği iddialarının pehlivan tefrikası gibi her gün medyada haber yapıldığından beri kafamı kurcalıyordu, ama yazmak da istemiyordum...

Yazmak istemememin nedeni, bu konunun her tarafa çekilip sündürülecek mahiyette “tehlikeli” olmasıydı...

Ama bugün, sunucu ve oyuncu İpek Tanrıyar’ın, daha önce pek çok ünlü kadının yaptığı gibi, geçmişte yaşadığı bir taciz olayını, “bir el tişörtümün altından girdi bir baktım sütyenimin askısında” diyerek canlı yayında anlatmasının ve ayrıca bir katolog çekimi sırasında da tacize uğradığını söylemesinin medyada manşetten yer aldığını görünce fikrimi değiştirdim...

Yazıyorum...

Baştan söyleyeyim; bu “taciz” meselsi karşısındaki toplumumuzun duruşu tam bir ikiyüzlülük örneğidir...

Taciz iddiaları karşısında erkeklerimizin hepsi, hiçbir kadına yan gözle bile bakmamış ehli-namus, kadınlarımız da sütten çıkmış ak kaşık rolünü oynuyor...

Mesela, Talat Bulut ile ilgili taciz iddiası yargıya intikal ediyor ve sonucunda adamın böyle bir eylemde bulunduğu ortaya konulamıyor, ama herkes kafadan Talat Bulut’u mahkum ediyor; Talat Bulut, iddiaların gündeme geldiği dizideki rolüne devam ediyor, ama Mahsun Kırmızıgül, onu yeni filminin kadrosundan çıkartarak, bu konularda ne denli hassas birisi olduğunu mesajı veriyor, dizideki rol arkadaşı Şevval Şam, mecburen devam ediyorum anlamında bir şeyler söyleyerek, aynı minvalde görevini yerine getirmiş oluyor...
*
Sokakta sıradan insanlar arasında bir taciz iddiası olduğundaysa, kan gövdeyi götürüyor...
Ehli namus erkeklerimiz, taciz ettiği iddia edilen şahsı, linç etmekten geri durmuyor, herkes, yapmıştır diye iddiaya kesin gözüyle bakıyor...

Geçenlerde okuduğum bir haberde, taciz edildiği iddia edilen bir kızı tacizciden koruyan bir genç, tacizci sanılarak çevredekilerin saldırısına uğruyor ve beline kırık soda şişesi saplanıp ağır yaralanıyor...

Bir başka haberde, bir kadın parkta otururken bir gencin kendisinden su istemesini taciz olarak değerlendirip çığlıklar atınca oradakiler genci linç etmeye kalkıyor...

Neden?..

Çünkü dervişin fikri ve zikri meselesi; adam kendisi neyse herkesi kendisi gibi biliyor...

Kendisi yaptığını ve yapacağını bildiği için, iddiayı duyar duymaz, tamam yapmıştır diyor...

İşin ilginç yanı bu tür bir olay her an her erkeğin başına gelebilir, kazara bir davranışını yanlış anlayan bir kadın kalkıp da bu beni taciz ediyor diye bağırırsa, yandı gülüm keten helva, linç olmak işten bile değildir...

Toplum bu halde...
Çok namusluyuz ya!...

Tarikat yurtlarındaki tecavüzlere gık demiyor, ama sokaktaki tüm kadınların namusu bizim erkeklerden soruluyor...
*
Tacizin son derece çirkin bir şey olduğunu belirterek keskin tavırlar sergileyen ünlü kadınlarımız, tıpkı İpek Tanrıyar’ın yaptığı gibi, tacize uğrama hikayelerini, mutlu mesut bir yüz ifadesiyle ballandıra ballandıra anlatıyor, medyamızda bunları günlerce manşet yapıyor...

Öyle ki, artık tacize uğramış olmak, ünlüyseniz gündeme gelmenin, ünlü değilseniz, ünlenmenin bir vasıtası oluyor...
*
Taciz hep ve sadece erkeklerce yapılan bir işmiş gibi gösterilerek, kadınların davetkar tavırlarından ve erkekleri taciz etmelerinden hiç söz edilmiyor...
Ve ikiyüzlülük, burada da bütün ihtişamıyla karşımıza çıkıyor...

Başta söyledim taciz “tehlikeli” konu...

Hele, erkek egemen sahte namus anlayışının ve sahte namus gösterilerinin revaçta olduğu bugünün Türkiye’sinde çok ama çok tehlikeli...

Her erkek, her an linçe maruz kalabilir...
Tıpkı, her kadın ve çocuğun, her an tacize maruz kalabileceği gibi...

                                                               --0--



28 Ağustos 2018 Salı



BİZİM BELEDİYELER (2)

Yenimahalle ve Çankaya Belediyeleri Çayyolu bölgesinde bunca tahribat yaptı da sen ne yaptın diye soranlar olabilir...

Anlatayım...

Yenimahalle belediyesi zamanında, Allah var, başkan Fethi Yaşar her Çarşamba günü, belediyenin Çayyolundaki ek binasına gelir, halk günü adı altında yurttaşları dinlerdi...

Ben de Park Caddesindeki gürültü ile ilgili bir dosya hazırladım, serde müfettişlik olduğu için olsa gerek, Gürültü Yönetmeliğini ve ilgili yasa maddelerini ek yaptım, bir randevu aldım ve görüşmeye gittim...

Sıram gelince başkanın yanına girip meramımı anlattım ve dosyayı kendisine takdim ettim. Ama gerek dinlemesi, gerekse genel tutumu hiç hoşuma gitmedi. Belli ki, bu halk görüşmelerini laf olsun, gösteriş olsun diye yapıyordu. Herkese yaptığı gibi, beni de hemen sepetlemeye çalıştı. Baktım böyle, ben de yönetmelikten ve yasalardan söz ettim işi resmiyete döktüm, “tamam bekleyenler var” diyerek, beni odadan çıkmaya mecbur etti ve tam odasından çıkarken, “ben o yönetmeliği içime sindiremiyorum” dedi...

Binanın altındaki otoparka gelip aracıma bindiğimde, bu son sözü kulağımda çınlıyordu. Yok dedim, buna cevap vermeden gidersem bana yazıklar olsun. Arabamdan indim ve tekrar yukarı çıkıp görüşme talep ettim. Sekreteri haklı olarak, “siz görüştünüz yapabileceğim bir şey yok. İsterseniz bekleyin çıkarken görüşün” dedi, bekledim...

Herkes görüştü gitti, başkan görevini tamamlamış olmanın verdiği keyifle, binadan ayrılmak için odasından çıkarken, “pardon başkan” diye seslenerek yanına gittim. Beni tekrar görünce, hem şaşırdı hem de suratı asıldı. “Evet” dedi, ne diyeceksin der gibi. Hemen lafa girdim: az önce görüştüğümüzde size yönetmelikten bahsettim, siz de tam çıkarken, o yönetmeliği içime sindiremiyorum dediniz, bununla ilgili bir şey soracağım. Bu yönetmeliği içinize sindirememeniz kişisel bir meseledir, bu yönetmelik sizin belediyenizi bağlıyor mu bağlamıyor mu bunu söyler misiniz” dedim ve suratı iyice asıldı...

Bu konularda hiçbir şey yapmaya niyeti olmadığını anlamıştım. Bu görüşmenin üzerinden bir zaman geçmiş, villa adı altında yapılan konutların birer birer işyerine dönüştürülmesi, bütün hızıyla devam ediyordu... Artık belediye ve yetkililerinden ümidi kesmiştim. Oturdum, bir suç duyurusu dosyası hazırladım, İmar yasasına ve yönetmeliğine aykırı uygulamaları, Gürültü Yönetmeliğine ters faaliyetleri yazdım ve Belediye Başkanı Fethi Yaşar, yardımcısı Şenol Balaban, İmar Müdürü ve Mali İşler Müdürü hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundum...
Bu ülkede hala hukuk ve yargı var diye düşünüyordum...
*
Aradan aylar geçti, bir gün ev telefonundan arandım. Karşımdaki hanımefendi, Yenimahalle Belediyesinden aradığını, müfettiş olduğunu, benimle bir şikayet konusuyla ilgili olarak görüşmek istediğini söylüyordu. Ben, belediyeye yapılmış bir şikayetim olmadığını söylesem de ısrar ediyor, laf kalabalığı yapıyordu. Sonunda, tamam geliyorum dedim ve bu müfettiş hanımla görüşmek üzere belediyeye gittim ve komedi filmini orada öğrendim...

Meğerse, benim savcılığa yaptığım suç duyurusu üzerine, sonradan Yarsav üyesi olduğunu öğrendiğim savcı, ceza kanunu yönünden incelemeye gerek olmadığına, ancak konunun idari yönden soruşturulmasına karar vererek dosyayı İçişleri bakanlığına göndermiş. İçişleri bakanlığı, belediye ile ilgili olması nedeniyle Mahalli İdareler Genel Müdürlüğüne göndermiş, Mahalli İdareler genel Müdürlüğü, onca kontrolörü varken, kendisi incelemeden Ankara valiliğine göndermiş, Ankara valiliği, Yenimahalle kaymakamlığına göndermiş, Yenimahalle Kaymakamlığı da kendi bünyesinde inceleme yapacak bir birim olmadığı için dosyayı Yenimahalle Belediyesine göndererek incelenmesini istemiş...

Evet evet, yanlış okumadınız aynen böyle olmuş.. Müfettiş kadın, dosyayı bana gösterip de söyleyeceklerim olup olmadığını sorunca öğrendim bu durumu... Kuzuyu kurda emanet etmişlerdi. “Ben belediye başkanını şikayet ediyorum hanımefendi siz amiriniz hakkında nasıl soruşturma yapacaksınız? Bu nasıl bir saçmalıktır dedim ve oradan ayrıldım.

Durumu İçişleri bakanlığına yazdım. Bu başvurumda aynı yolla ta Ankara Valiliğine kadar geldi ve valilik tarafıma gönderdiği bir yazıda şikayetimin incelendiğini, buna rağmen şikayetimde ısrarcı olmam halinde hakkımda yasal işlem yapılacağını bildirdi...

Ben bu arada savcılığın ceza hukuku yönünden işlem yapılmasına gerek olmadığı yönündeki kararına bir üst mahkeme nezdinde itiraz ettim ama netice değişmedi. Bu ülkede, devlet birimleri, yargı birimleri birbirini korumaya devam ediyordu...

Sonuç ne mi oldu?..

Ne olabilirdi?..

Belediye müfettişi kadın, bir zabıtaya disiplin cezası vererek dosyayı kapattı...

Ben şikayetimde ısrar ettim ve belediyeye, bu işi kendilerinin soruşturamayacağına dair, belediye müfettişinin raporunu eleştiren bir yazı gönderdim... Bu defa da belediyeden bizzat Fethi Yaşar imzalı, şikayetlerime devam etmem halinde, hakkımda dava açılacağını söyleyen bir yazı aldım...

Tabi, aynı tonda cevap verdim.. “Hadi, hakkımda bir dava açında konu yargıya taşınmış olsun, hodri meydan” dedim...

Ama ne dava açan oldu, ne yanıt veren...

Devlet böyle işlemeye devam etti, her şey yapanın yanına kar kaldı...

Çayyolu bölgesindeki bozulma ve talan bütün hızıyla sürüp gitti...

                                                              ---0---