2004 Tarihli MGK
Kararı Üzerine Bir Analiz...
Birkaç
gün önce 2004 Ağustosunda alınmış bir Milli Güvenlik Kurulu Kararı sızdırıldı
ortaya...
Balyoz
davasının açılmasına ön ayak olan “bavulcu”
ikinci bavulu açtı ve bu belge çıktı içinden...Ne tesadüfse hep aynı kişi tarafından çıkartılıyor bu tür belgeler...
Kararda, Türkiye’deki Nurcuların ve Fetullah Gülen’in, yurt içi ve yurt dışı faaliyetlerine karşı bir eylem planı hazırlanması uygun görülüyor ve bu konudaki tavsiye kararının hükümete bildirilmesi isteniyor...
Altında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın, Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına’nın, Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in ve Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un imzaları var...
Bu kuvvet komutanlarının üçü de Balyoz Davasından hüküm giydi ve hapis yatıyor...
Halen hapis yatanlar arasında, Çetin Doğan gibi aynı davada hüküm giymiş ve aynı zamanda 28 Şubat Davasında sanık olan ordu komutanları da var...
Ama ilginçtir, bu MGK kararı 9 yıl sonra cemaat hükümet gerginliği yaşanan şu günlerde gündeme ilk kez geliyor...
Ve ortalık karışıyor...
Şimdiye kadar hükümet çevrelerince sır gibi saklanması anlaşılır olsa da şu an hapiste olan ve altında imzası bulunan komutanlarca hiç sözünün edilmemesi şaşırtıyor.
*
103 sanıklı 28 Şubat davasının sanıklarından 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın avukatı Hüseyin Ersöz, Ankara 13. Ağır Ceza mahkemesine bu belgeyi delil göstererek, müvekkilinin tahliyesini istiyor... Ersöz, dilekçesinde, “Bu kararda hükümet üyelerinin hiç birinin muhalefet şerhi bulunmuyor. İrtica faaliyetleri tehdit olarak görülüyor. Yetkili organların tedbir almaları isteniyor. Bu noktada 2004’teki MGK toplantısı nasıl ki, suç konusu değilse, 1997 yılındaki toplantı ve sonrasında yasal zeminde hayata geçirilen önlemler de suç unsuru içermemektedir. Mutlak surette 28 Şubat davasının hukuki ve fiili temeli ortadan kalkmıştır” diyor.
Keza 28 Şubat Davası sanığı önceki Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın avukatı Erol Aras da aynı mealde, “2004 tarihli MGK da alınan kararların 28 Şubat Davasının temelini teşkil eden iddialarla birebir örtüştüğünü gördük. 28 Şubat iddianamesinin temeli irtica ile mücadele çalışmalarının TSK’nın içindeki yasa dışı bir yapılanma diye nitelendirdikleri Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetleri olduğu iddiasıdır. Oysa biz bunun devletin bütün kurumlarının politikası olduğunu, anayasal ve yasal zemini bulunduğunu savunduk. Bu eylem ve işlemlerin hukuka uygun olduğu yeni ve tartışmasız bir delil ortaya çıktı. CMK’ya göre beraatin koşuları doğarsa, mahkeme yargılamayı kesip ifade bile almadan beraat verme yetkisine sahiptir. Sn. Karadayı ve kalan 40 a yakın sanığın ifadesi bile alınmadan yargılama kesilerek beraat kararı verilmelidir.” Şeklinde bir açıklama yapıyor...
Tabi böyle olunca da hemen akıllara şu soru takılıyor: Bu MGK kararının altında imzası olup da şu an itibariyle hapiste bulunan kuvvet komutanları bu kararı şimdiye kadar neden açıklamıyor; avukatları biliyorsa, daha önceki savunmalarda bunu neden gündeme getirmiyor?
Komutanların imzaladıkları kararı unutmaları mümkün olmayacağına göre geriye, kararın savunmaları için ne kadar önemli olduğunun farkında olmadıkları mı yoksa başka nedenlerin mi olduğu soruları kalıyor.
Karadayı’nın avukatının, “yeni ve tartışmasız bir delil ortaya çıktı” ifadesinden avukatların da bu karardan yeni haberdar olduğu izlenimi ediniliyor...
Bu karar ortaya düşer düşmez, beraat gerektiren, Balyoz ve Ergenekon davalarını da etkiyecek güçte bir delil olduğunun söylenir olması da bu durumun bir başka göstergesi gibi duruyor.
Kısacası, oldukça ilginç bir durum yaşanıyor...
Avukatların söyledikleri kadar önemliyse eğer, komutanların kendi kaderleriyle ilgili bu karardan onlara söz etmemiş olmaları, etmişlerse, avukatların buna savunmada yer vermemiş olmaların çok ciddi bir ihmal olarak ortaya çıkıyor...
*
Bunu anlamak normal koşullarda zor görünmektedir; olsa olsa nedeninin ne olabileceği hakkında tahminlerde bulunulabilir...
Mesela 28 Şubat kararları 1997 yılında alınmıştı ve altındaki imzalar farklı kişilere aitti, bu MGK kararı ise 2004 tarihli ve imzalar farklı olduğu için gündeme taşınmamış olabilir diye düşünülebilir...
Mesela, komutanların akıllarına geldiği avukatlarının da bildiği ancak, yargılama sonunda beraat edeceklerini umarak, suya sabuna dokunmadan bir an önce bu işlerden kurtulmak amacıyla bunu gündeme getirip AKP ile ipleri iyice germek istemedikleri söylenebilir...
Bırakın bu komutanları, TSK arşivinde de bulunduğu tahmin edilen bu tür kararları bilmeleri gereken diğer üst komuta kademesinin de aynı kaygılarla bu konuda hiç konuşmadıkları, örnek olarak, “kasaptaki soğana et doğramayan” önceki genel Kurmay Başkanının, tanıklık yaparken bundan haberi yokmuş gibi davranmayı tercih ettiği ifade edilebilir...
Veya daha başka tahminler yapılabilir...
Ancak, nedeni her ne olursa olsun, bu MGK kararının yargı sürecinde gündeme getirilip mahkemece ilgili merciden talep edilmemiş olması şaşırtıcıdır, ilginçtir.
Zira nereden balkırsa bakılsın 1997 tarihli 28 Şubat kararları ile Ağustos 2004 tarihli MGK kararının “ana fikirleri” aynıdır.
Her ikisi de İrticai faaliyetlerin denetim altına alınması ve bertaraf edilmesini hedeflemektedir.
Dolayısıyla iki karar birbirine emsaldir.
Şayet, 28 Şubat kararları ve o kararlar doğrultusunda, başbakanlıkça yayımlanan genelgeler çerçevesinde yürütülen uygulamalar suçsa, 2004’te alınan karar da ardından gönderilen genelgeler de suçtur...
O halde, özellikle 28 Şubat Davası savunmanın bu tema üzerine inşa edilmemiş olmasının büyük bir zaaf olduğu açık değil midir?
Komutanların, altında imzalarının bulunduğu bir kararın kendileri ve TSK için ne derecede önem ifade ettiğini görememiş olmalarını ve avukatların bu kararlardan yeni haberdar olmalarını anlamak ve de kabul etmek mümkün müdür?
Elbette değildir!
Öyleyse, gelinen noktada esas sorumluluğunun halen hapiste olan komutanlarda olduğu söylemek yanlış olmasa gerektir.
Hal böyle olunca akıllara, hiç tasvip etmesek de Bülent Arınç’ın, “bu komutanlarla mı savaşa gidecektik” cümlesi gelmektedir.
*
Ne yazık ki, TSK mensupları ile ilgili davalarda savunmaların yanlış temelde yürütülmüş olması, sadece 28 Şubat Davasına mahsus bir hata da değildir.
Balyoz ve Ergenekon Davaları için de aynı şeyi söylemek yanlış olmayacaktır.
Bir iki cümleyle belirtmek, hata payı yüksek bir özetleme olsa da, bu davaların savunmalarının da genel olarak, “atılı suçların reddedilmesi” ve darbe planı olduğu iddia edilen planların, tatbikat amaçlı yapıldığının söylenmesi temelinde olduğu söylenebilir.
Ergenekon davasına sonradan dahil edilen önceki Genel Kurmay Başkanı hakkında ileri sürülen, hükümet alayhine internet siteleri kurdurmak türünden iddialara karşı yapılan savunmalar da, atılı suçu reddetmek, hatta bu sitelerin kendisinden önceki dönemde kurdurulduğunu, kendisi zamanında kapattırıldığını söylemekten ibarettir.
Oysa savunmaların, her şeyi reddetmek temelinde değil de, ceza verilebileceği ihtimalini göze alarak, ülke içinde cumhuriyete karşı yürütülen her türlü irticai ve bölücü faaliyetin, bunu yapanlar kim olursa olsun, hangi kurum ve kuruluş olursa olsun izlenip, gereken önlemlerin alınmasının, bunlara karşı uygulama planları yapılmasının ve TSK’ ya iç hizmet yasasının mülga 35. Maddesi ile verilmiş bir görev olduğu ana fikri etrafında yapılması ve bizatihi Milli Güvenlik Kurulunun varlığını ve dolayısıyla 2004 dahil MGK kararlarının da bu görevin uygulanmasını somut göstergesi olduğunun bu ana fikre ilave edilmesi çok daha hukuka uygun ve gerçekçi olmayacak mıdır?
O ünlü 35. Maddede askerlik tanımı yapılırken, “Türk vatanını, istiklal ve Cumhuriyetini korumak için harp sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiyeti" denilerek, TSK’ya cumhuriyetin korunması görevinin de verildiği ön plana çıkartılarak savunma yapılması daha mertçe ve daha mantıklı görünmeyecek midir?
Nitekim anılan maddenin, bu haliyle, TSK’ya darbe yapma olanağı verdiği çok konuşulduktan sonra, askerlik tanımının değiştirilmesi suretiyle yakınlarda kaldırılmasının da bizatihi, TSK’nın geçmişte böyle bir görevinin olduğunun kabul edilmesinin göstergesi niteliğinde değil midir?
Buna göre, TSK mensuplarına suç atıldığı tarihlerde 35. Madde yürürlükte olduğundan savunmaların, bu maddeye dayanılarak, cumhuriyeti korumak amacıyla irticai faaliyetler karşı eylem planları düzenlendiği biçiminde yapılmış olması halinde hukuki olmasa da hiç değil se yasal bir dayanağa sahip olunacaktı demek yanlış olmasa gerektir.
Hükümete karşı internet andıcı iddialarının da bu temelde savunulması çok daha güçlü olacak, makul ve mantıklı kabul edilebilecektir.
Kaldı ki, bu temelde yapılacak bir savunma için de elde yeterli deliller de bulunmaktadır.
Hakkında internet siteleri kurulan hükümet, AKP hükümetidir ve bu sitelerin var olduğunun söylendiği dönemde, bu hükümeti oluşturan parti hakkında Anayasa Mahkemesi tarafından, “irticai faaliyetlerin odağı olduğuna” karar verilmiştir.
O halde yukarıda anılan maddeye dayanılarak, bu internet sitelerinin özünde cumhuriyete karşı olan irticai faaliyetlerin izlenmesi kapsamında kurulmuş olduğunun ve bu manada, kişi ve kurum ayırmaksızın faaliyette bulunduğunun söylenmesi reddedilmesinde daha akılcı değil midir?
Anayasa mahkemesinin kararı, bunun için yeterli dayanağı vermemiş midir?
Bütün bunların darbe yapmakla ilgisinin olmadığını, bu sitelerin faaliyetlerini gerektiğinde daha önceleri olduğu gibi MGK da paylaşılmak amaçlı yürüttüğü anlatmak da güç olmasa gerektir.
Aynı durum tatbikat planları için de geçerlidir.
*
Ne yazık ki, savunmalar bu ana fikirden çok uzak zeminlerde sadece “ biz hiçbir şey yapmadık” noktasında yapılmaya çalışılmıştır.
Ve bu yöndeki savunmaların ardından gelinen durum ortadadır...
Ağır hapis cezaları ve bundan sonra bu cezaları bozdurmak için iç ve dış hukukta izlenecek uzun bir süreç...
Demek ki, savunmaları kişisel olarak kurtulmak için yapmakla, gerçekleri, cumhuriyete saldırıları ve onu savunmanın ve irticai ve bölücü faaliyetler dair bilgilerin MGK bünyesinde hükümetle paylaşılmasının TSK’nın görevi olduğunu ortaya koyarak yapmak arasında bir fark olmamıştır.
Şimdi ise zaman zaman içerden hamasi beyanlarda bulunulmakta, ben ölüme gidiyorum, siz yaşayın filan gibi tumturaklı mesajlar verilmeye çalışılmaktadır.
Bunların hiçbir anlamı olmadığı açıktır.
Bir taraftan yargılanılan mahkemelerin “özel olduğunu” TSK’yı sindirmek ve susturmak için düzmece delillerle suç isnadı yapıldığını söylerken, diğer taraftan salt bir şeklide kurtulmak adına uzlaşı arayıp savunmaları etliye sütlüye karışılmadığı tarzında yapmak çelişki değilse nedir?
Gelinecek noktanın bu olacağı baştan belliyse, ki cezalar açıklanmadan kısa süre önce böyle olduğu açıkça teleffuz edilmiştir; o halde daha gerçekçi ve dik duruş sergileyen bir savunma yapılması da gerekli değil midir?
Netice itibariyle o ağır cezalar, gerek MGK da alınan kararlar gerekse, önceki hükümetlerce ve 35. Maddeyle verilmiş olan görevler çerçevesinde, cumhuriyeti korumak ve kollamak adına uygulamalarda bulunulduğu temelinde yiğitçe savunma yapıldıktan sonra alınmış olsalardı, şimdi ortada bugünkünden daha onurlu bir tablonun olacağını ve ceza alınmış olsa da vicdanların rahat olacağını ve halkın nezdinde bugünkünden daha itibarlı olunacağını söylemek üzücü olsa da yanlış olmayacaktır.
Mustafa Tuğrul
Turhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder