Bıçak Parası - Arkadaş Acısı
Bakanlık müfettişliğine atandığında onun başmüfettiş
olması nedeniyle doğrudan ismiyle hitap etmesinin doğru olmayacağını düşünerek
önceleri İbrahim bey dediyse de, kısa süre içinde çok samimi iki arkadaş olunca
bundan vazgeçmiş, ama ismiyle hitap etmeyi de samimiyetin suiistimali olarak
görmüştü. Bu durumda, en doğrusu ona ağabey diye hitap etmesiydi ve Murat da
öyle yapıyordu.
İbrahim ağabeyi, Teftiş Kurulu
Başkanlarının bazı müfettişlerin uzun süredir kurulda yarattığı huzursuzluktan
duyduğu rahatsızlığın had safhaya ulaşması üzerine, daha önce Cumhurbaşkanlığında bir göreve atanmış olan
bakanlık müsteşarının aracılığıyla naklen cumhurbaşkanlığı bünyesindeki
denetçiliğe geçmesinin ardından, huzursuzluk yaratan müfettişlerden birisinin zorbalıkla,
müfettişlere baskı yapıp yıldırarak, bir diğerinin de siyasi ilişkilerini
kullanarak, boşalan başkanlık görevine atanmak için uğraş vermelerine karşı,
birlikte, omuz omuza verdikleri mücadele sonunda Teftiş Kurulu Başkanlığına
atanmış, en yakın dava arkadaşı olduğu için onu da başkan yardımcılığına
atatmıştı. Bu nedenle, artık sadece arkadaşı değil, aynı zamanda başkanıydı.
Duyduğu
güven dolayısıyla, kurulun hemen bütün işlerini Murat’a bırakmıştı.
Müfettişleri, inceleme ve soruşturma işleri için o görevlendiriyor, düzenlenen
raporları önce o okuyor, değerlendiriyor ve sonra İbrahim ağabeyin onayına
sunuyordu.
Bu yorucu
olsa da Murat şikayetçi değildi. Ne de olsa, sevdiği, saydığı bir insanla özgür
bir şekilde ve sadece vicdanının sesine kulak vererek, hiç kimsenin baskısı
altında kalmadan çalışıyordu. Önemli olan da buydu.
Günler böyle akıp gidiyordu; İbrahim ağabeyi, zaman zaman kolunda ve göğsünde ağrılar duyduğundan söz etmeye başlamıştı. Önceleri üstünde durmayıp üşütmüş olabileceğini düşündülerse de, şikayetleri artınca Murat’ın ısrarları üzerine doktora girmeye razı olmuştu.
Bir sürü kan tahlili ve EKG ve eforlu test gibi tetkikler
yaptırmış, sonunda koroner damarlarından birkaç tanesinde tıkanıklık olduğu,
mutlaka bypass ameliyatı olması gerektiği söylenmişti.
Durup dururken ortaya çıkan bu sağlık sorunu İbrahim’in canını çok sıkmış, içine kapanmış, işleri tamamen Murat’a bırakmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse onun bu hali, ikisinin de neşesini kaçırmış, tatları tuzları kalmamıştı.
İbrahim ameliyattan korkuyordu. Bu çok doğaldı, ama başka yapılabilecek bir şey olmadığını,
ameliyat olmadan devam etmesi halinde, aniden gelişecek bir kalp krizi ile
hayatının sona erebileceğini de düşünüyor, bıçak altına yatmaya razı olmaktan
başka bir yolun olmadığını görüyordu.
Ameliyat olmaya karar vermişti vermesine, fakat hangi
hastanede, hangi cerraha olacağı konusunda bir türlü karar veremiyordu. Bir
süre bunu belirlemek için araştırma yaptıktan sonra ameliyatını, ilk muayeneyi
olduğu Hacettepe hastanesindeki o dönemin çok ünlü kalp cerrahı olan doktorunun
yapmasında karar kılmıştı.
Ünlü cerrahla yapılan görüşmelerin ardından ameliyat günü
belirlenmişti. O gün yaklaştıkça kimi zaman heyecanlanıp korkusunu belli
ediyor, kimi zaman da hiç beklenmedik bir metanet içine giriyor, alnımızda ne
yazılmışsa o olur diyerek, büyük bir tevekkül gösteriyordu. Bu iniş çıkışlar
aslında çok normaldi. Sonuçta riskli bir ameliyata girecekti; hiç kolay
değildi. Ona hak vermemek mümkün değildi.
***
Ameliyat için hastaneye yatmadan birkaç gün önce Murat’ı odasına
çağırmış, bankadan bir miktar kredi kullanacağını söyleyip kefil olmasını
istemişti. O da tereddütsüz kabul emişti; ama krediyi ne için çekeceğini
sormamıştı. Ne kadar samimi olsalar da bunu yapmayı aralarındaki güvene
yakıştıramamıştı. Bir ihtiyacı vardı ki kredi kullanacaktı. Ne yapacağı onu hiç
ilgilendirmezdi.
O zamanlar bankalar kredi kullandırırken iki kefil
istediğinden, bir müfettiş arkadaşlarını daha kefil yapmış, kredinin çekileceği
banka şubesine İbrahim ağabeyin makam aracıyla üçü birlikte gitmişti. Banka
görevlileri, onlara bir çok basılı kağıt imzalattıktan ve kendilerini garantiye
aldıktan sonra kredi ödenmişti.
Dönüşte, müfettiş arkadaşları şoförün yanındaki ön
koltuğa, Murat ve İbrahim ağabeyi de arka koltuğa oturmuştu. Ve nedense hiç
birisi konuşmuyordu. Dalgın bakışlarla akıp giden yolu seyrediyor, susuyorlardı.
Kim bilir, belki de üst bürokraside sayılmalarına rağmen maaşlarının tüm
ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemesini, zaman zaman kredi kullanmak zorunda kalmalarını
düşünüyorlardı.
Bir süre devam eden bu sessizliği, İbrahim’in kendi
kendine mırıldanır gibi konuşması bozmuştu.
Otomobilin penceresinden akıp giden yola dalgın dalgın bakarken
“şu işe bak devletin Teftiş Kurulu Başkanıyım, ama ameliyatta doktora bıçak
parası vermek için yani öz Türkçesi, rüşvet vermek için bankadan kredi çekiyorum”
demiş ve onlar da kredi çekmesinin nedenini o an öğrenmişti.
Vay be, demek ki, İbrahim ağabey, o etraftan pek sık
duydukları bıçak parasını vermek için kredi çekmişti. Kulaklarıma inanamamış, ciddi
misin ağabey diye sorduğunda evet yanıtını almıştı. Hayret, çekilen kredi,
ameliyatı yapacak doktora, yapması gereken görevini yapması için el altından
avanta olarak verilecekti.
Bu bir nevi rüşvetti. Ve bu kez rüşveti, rüşvet suçunu
soruşturmakla, belirlediğinde de yasalara göre işlem yapmakla yükümlü bir
Teftiş Kurulu Başkanı veriyordu. Bundan daha hazin ne olabilirdi.
Ölüm riski taşıyan bir ameliyatı olmak zorunda olan
insanların, can korkusuyla bu avanta parayı ödemesini çaresizliğin bir sonucu
olarak değerlendirmek mümkünse de, görevi ameliyatı yapmak olan doktorun o
parayı almasını anlamak ve kabul etmek o kadar kolay değildi.
Bu tablo, içler acısı bir durumdu. Lakin şaşırmamak da
gerekiyordu. Demek ki, daha önce çevremizden duyduklarımız doğruydu. Daha önce
başımıza böyle bir şey gelmediği için yadırgasak da acı gerçek buydu.
Bıçak parası,
bizim ülkemizde çok normal bir işti. Anlaşılan, etrafımızda gördüğümüz anlı
şanlı birçok doktor, o inanılmaz
zenginliklerine hep bu şekilde, ameliyat masalarından veya muayenehanelerinden
geçen para döşeli yoldan ulaşıyordu.
***
O haftanın son iş günü öğleden sonra hastaneye teslim olacak ve pazartesi günü sabahta ameliyata girecekti. Cuma günü iş yerine sabahtan gelmiş, ameliyat sonrasında da bir süre raporlu olacağı için işlerle ilgili Murat’la kısa bir görüşme yapmış, bir küçük masa takvimi yaprağına, bankadan aldığı kredi başta olmak üzere, borçlarının listesini yazıp ne olur ne olmaz diyerek ona vermişti. Murat, ağabey saçmalama dediyse de, evdekilerin bu özel borçlarından haberi olmadığını, bir terslik olursa listeyi ailesine vermesini istemişti. Ardından, uzun bir süre raporlu olacağını ve işlerle canını sıkmak istemediğini, tüm inisiyatifin onda olduğunu, kurulu layıkıyla idare edeceğinden hiç kuşku duymadığını söylemiş ve daha sonra da hastaneye gitmek için herkesle tek, tek vedalaşmıştı.
Murat, hastanede kullanacağı özel eşyalarını koyduğu küçük
valizini taşıyarak, makam arabasına kadar İbrahim ağabeyine eşlik etmişti. İbrahim
de omzuna aldığı paltosunu, katlayıp arka koltuğa attıktan sonra araca binmeden
dönüp Murat’a sarılmıştı. Bir süre böyle kalmışlar, ikisi de çok duygulanmıştı.
Murat kendisini toplayıp, hadi koca adam pazartesi öğleden sonra görüşeceğiz,
basit bir ameliyat altı üstü diyerek, duygusal havayı dağıtmaya çalışmışsa da
ikisinin de gözleri dolmuştu.
Murat, Pazartesiye kadar bir ihtiyacı olursa, aramasını
söyledikten sonra son kez birbirlerine sarılmışlar, sanki bu anda sözlerin kifayetsiz
kalacağını bildikleri için uzun bir süre böylece kalmışlar ve adeta
birbirlerine olan sevgilerini söylemek isteyip de söyleyemediklerini
korkularını, endişelerini, umutlarını, vücutlarının sıcaklığıyla anlatmışlardı.
Hastaneye teslim
olmaya gittiği o gün, ne eşi ne iki oğlu ve ne bir başka akrabası yanında
olmamıştı.
***
Pazartesi sabah işe geldiğinde, ameliyatın yaklaşık dört, dört buçuk saat süreceğini düşünerek öğle saatlerinde Hacettepe hastanesine gitmeyi planlamıştı Murat.
Ameliyatın bu kadar süreceğini, daha önce annesi bypass
olduğu için bizzat yaşadıklarından biliyordu. Aslında gitse de görüşme olanağı
olmayacaktı. Bırakın onu, ailesini bile yanına sokmazlardı. Ancak birkaç gün
sonra yoğun bakımdan çıkınca belki görüşülebilirdi. Bütün bunları biliyordu,
ama yine de hiç değilse ailesiyle görüşmek, onlara moral destek vermek için
gitmek, orada olmak istiyordu.
Öğleden sonra Hacettepe hastanesinin üst kapısından
girip, kardiyovasküler cerrahi ameliyathanesi koridoruna vardığında İbrahim’in
eşi ve birkaç akrabasını görmüş, ameliyat biteli epey zaman olmasına rağmen
yoğun bakıma alınamadığını, bir terslik yaşandığını, ancak kimsenin kendilerine
sağlıklı bir bilgi vermediğini öğrenmiş, endişelenmişti.
Zira sabah erken saatlerde girilen bir ameliyattan sonra
akşam saatlerine kadar yoğun bakıma alınmaması hiç de normal bir durum değildi.
Evet, bir terslik vardı ama neydi? İbrahim’im ailesi ve diğer yakınları gibi Murat
da neler olduğunu öğrenmek için oraya buraya koşmaya başlamıştı. Belirsizlik uzadıkça
endişeler, ümitsizliğe dönüşmeye başlamış, kötü bir şey olduğu yönündeki korku,
kimse kimseye fark ettirmemeye çalışsa da hepsinin içini fazlasıyla kaplamıştı.
Öğrenebildikleri tek şey, kalbin beyne pıhtı attığı, bu
nedenle İbrahim’im uyutulmaya devam edildiği, bunun, daha önce geçirmiş olduğu
bir enfarktüse bağlı olarak kalbin bir bölgesinin zaten hasarlı olması nedeniyle
ortaya çıktığıydı. Oysaki çok yakın arkadaşı olarak o İbrahim’in daha önce bir
enfarktüs geçirdiğini hiç duymamıştı. Bırakın kendisini, eşinin de böyle bir
bilgisi yoktu. Tamam, insanların bazen hiçbir ağrı sızı hissetmeden enfarktüs
geçirebildikleri ve bunun farkına bile varmadıkları söylenirdi, ama bu durum ameliyat
öncesinde defalarca yapılan testlerde, anjiyoda da anlaşılmaz mıydı? Böyle bir
risk varsa, ameliyat neden yapılırdı? Bu bir doktor hatası değil miydi? Hiç
kuşkusuz bu soruları çoğaltmak çok mümkündü, ama ne yazık ki, bunların cevabını
bilmenin o saatte hiç bir anlamı olmayacaktı. Şimdi önemli olan öncelikle
İbrahim ağabeyin bu vartayı atlatmasıydı.
Hava kararmaya yüz tuttuğunda korktukları başlarına
gelmiş, içeriden ulaştırılan, İbrahim’i kaybettikleri haberi, hepsinin üstüne
kara bir bulut gibi çökmüştü. Bekleyenleri arasında bulunan kadınların feryatları
ortalığı inletiyordu. Murat donup kalmıştı. İçi, ilk kez bu denli yanıyordu.
Söylenecek tek bir söz, yapılacak hiçbir şey yoktu. İbrahim sevenlerini bırakıp
gitmişti. Gerçek maalesef buydu. Gerisi yalandı. Feryatlar, figanlar, gözyaşları
onu geri getiremeyecekti.
Bu ne acı bir ölümdü. İbrahim daha çok gençken bu
dünyadan göçüp gitmişti.
Onun yüzünü son kez, cenazesini hastaneden alırken morgda
görmüştü Murat. Göz kapaklarından birisi hala açıktı. Kapatmaya çalışsa da
becerememiş, hıçkırıklara boğulmuştu. Sanki gözü arkada gitmişti. Çocuklarını,
eşini, sevdiklerini bırakırken, onların bu dünyada ne yapacaklarını merak etmiş
gibiydi.
Hastane morgunda vedalaştığı ve ilk yakını İbrahim ağabeysi
olmuştu Murat’ın.
Sadece bir iş arkadaşını, başkanımı değil, manevi ağabeyini, yol arkadaşını kaybetmişti. Acısı çok büyüktü.
O dürüst insan, ailesine, haksız kazanılmış mallar mülkler, banka hesapları değil sadece bıçak parası borcu bırakmıştı.
Bunu bilmek acısını daha da artırıyor, içi yanıyordu.
Mustafa Tuğrul Turhan 09.08.2013 Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder