7 Ocak 2014 Salı





Bıçak Parası - Arkadaş Acısı

İbrahim, ondan topu topu beş yaş büyüktü ama Murat ona ağabey diyordu. Bunun tek nedeni, aralarındaki bu küçük yaş farkı ve İbrahim’in saçlarının erken dökülmüş olmasının onu olduğundan daha yaşlı gösteriyor olması değildi.

Bakanlık müfettişliğine atandığında onun başmüfettiş olması nedeniyle doğrudan ismiyle hitap etmesinin doğru olmayacağını düşünerek önceleri İbrahim bey dediyse de, kısa süre içinde çok samimi iki arkadaş olunca bundan vazgeçmiş, ama ismiyle hitap etmeyi de samimiyetin suiistimali olarak görmüştü. Bu durumda, en doğrusu ona ağabey diye hitap etmesiydi ve Murat da öyle yapıyordu.

İbrahim ağabeyi, Teftiş Kurulu Başkanlarının bazı müfettişlerin uzun süredir kurulda yarattığı huzursuzluktan duyduğu rahatsızlığın had safhaya ulaşması üzerine, daha önce  Cumhurbaşkanlığında bir göreve atanmış olan bakanlık müsteşarının aracılığıyla naklen cumhurbaşkanlığı bünyesindeki denetçiliğe geçmesinin ardından, huzursuzluk yaratan müfettişlerden birisinin zorbalıkla, müfettişlere baskı yapıp yıldırarak, bir diğerinin de siyasi ilişkilerini kullanarak, boşalan başkanlık görevine atanmak için uğraş vermelerine karşı, birlikte, omuz omuza verdikleri mücadele sonunda Teftiş Kurulu Başkanlığına atanmış, en yakın dava arkadaşı olduğu için onu da başkan yardımcılığına atatmıştı. Bu nedenle, artık sadece arkadaşı değil, aynı zamanda başkanıydı.

Duyduğu güven dolayısıyla, kurulun hemen bütün işlerini Murat’a bırakmıştı. Müfettişleri, inceleme ve soruşturma işleri için o görevlendiriyor, düzenlenen raporları önce o okuyor, değerlendiriyor ve sonra İbrahim ağabeyin onayına sunuyordu.

Bu yorucu olsa da Murat şikayetçi değildi. Ne de olsa, sevdiği, saydığı bir insanla özgür bir şekilde ve sadece vicdanının sesine kulak vererek, hiç kimsenin baskısı altında kalmadan çalışıyordu. Önemli olan da buydu.
***

Günler böyle akıp gidiyordu; İbrahim ağabeyi, zaman zaman kolunda ve göğsünde ağrılar duyduğundan söz etmeye başlamıştı. Önceleri üstünde durmayıp üşütmüş olabileceğini düşündülerse de, şikayetleri artınca Murat’ın ısrarları üzerine doktora girmeye razı olmuştu.

Bir sürü kan tahlili ve EKG ve eforlu test gibi tetkikler yaptırmış, sonunda koroner damarlarından birkaç tanesinde tıkanıklık olduğu, mutlaka bypass ameliyatı olması gerektiği söylenmişti.

Durup dururken ortaya çıkan bu sağlık sorunu İbrahim’in canını çok sıkmış, içine kapanmış, işleri tamamen Murat’a bırakmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse onun bu hali, ikisinin de neşesini kaçırmış, tatları tuzları kalmamıştı.

İbrahim ameliyattan korkuyordu. Bu çok doğaldı,  ama başka yapılabilecek bir şey olmadığını, ameliyat olmadan devam etmesi halinde, aniden gelişecek bir kalp krizi ile hayatının sona erebileceğini de düşünüyor, bıçak altına yatmaya razı olmaktan başka bir yolun olmadığını görüyordu.

Ameliyat olmaya karar vermişti vermesine, fakat hangi hastanede, hangi cerraha olacağı konusunda bir türlü karar veremiyordu. Bir süre bunu belirlemek için araştırma yaptıktan sonra ameliyatını, ilk muayeneyi olduğu Hacettepe hastanesindeki o dönemin çok ünlü kalp cerrahı olan doktorunun yapmasında karar kılmıştı.

Ünlü cerrahla yapılan görüşmelerin ardından ameliyat günü belirlenmişti. O gün yaklaştıkça kimi zaman heyecanlanıp korkusunu belli ediyor, kimi zaman da hiç beklenmedik bir metanet içine giriyor, alnımızda ne yazılmışsa o olur diyerek, büyük bir tevekkül gösteriyordu. Bu iniş çıkışlar aslında çok normaldi. Sonuçta riskli bir ameliyata girecekti; hiç kolay değildi. Ona hak vermemek mümkün değildi.

 ***

Ameliyat için hastaneye yatmadan birkaç gün önce Murat’ı odasına çağırmış, bankadan bir miktar kredi kullanacağını söyleyip kefil olmasını istemişti. O da tereddütsüz kabul emişti; ama krediyi ne için çekeceğini sormamıştı. Ne kadar samimi olsalar da bunu yapmayı aralarındaki güvene yakıştıramamıştı. Bir ihtiyacı vardı ki kredi kullanacaktı. Ne yapacağı onu hiç ilgilendirmezdi.

O zamanlar bankalar kredi kullandırırken iki kefil istediğinden, bir müfettiş arkadaşlarını daha kefil yapmış, kredinin çekileceği banka şubesine İbrahim ağabeyin makam aracıyla üçü birlikte gitmişti. Banka görevlileri, onlara bir çok basılı kağıt imzalattıktan ve kendilerini garantiye aldıktan sonra kredi ödenmişti.

Dönüşte, müfettiş arkadaşları şoförün yanındaki ön koltuğa, Murat ve İbrahim ağabeyi de arka koltuğa oturmuştu. Ve nedense hiç birisi konuşmuyordu. Dalgın bakışlarla akıp giden yolu seyrediyor, susuyorlardı. Kim bilir, belki de üst bürokraside sayılmalarına rağmen maaşlarının tüm ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemesini, zaman zaman kredi kullanmak zorunda kalmalarını düşünüyorlardı.

Bir süre devam eden bu sessizliği, İbrahim’in kendi kendine mırıldanır gibi konuşması bozmuştu.

Otomobilin penceresinden akıp giden yola dalgın dalgın bakarken “şu işe bak devletin Teftiş Kurulu Başkanıyım, ama ameliyatta doktora bıçak parası vermek için yani öz Türkçesi, rüşvet vermek için bankadan kredi çekiyorum” demiş ve onlar da kredi çekmesinin nedenini o an öğrenmişti.

Vay be, demek ki, İbrahim ağabey, o etraftan pek sık duydukları bıçak parasını vermek için kredi çekmişti. Kulaklarıma inanamamış, ciddi misin ağabey diye sorduğunda evet yanıtını almıştı. Hayret, çekilen kredi, ameliyatı yapacak doktora, yapması gereken görevini yapması için el altından avanta olarak verilecekti. 

Bu bir nevi rüşvetti. Ve bu kez rüşveti, rüşvet suçunu soruşturmakla, belirlediğinde de yasalara göre işlem yapmakla yükümlü bir Teftiş Kurulu Başkanı veriyordu. Bundan daha hazin ne olabilirdi.

Ölüm riski taşıyan bir ameliyatı olmak zorunda olan insanların, can korkusuyla bu avanta parayı ödemesini çaresizliğin bir sonucu olarak değerlendirmek mümkünse de, görevi ameliyatı yapmak olan doktorun o parayı almasını anlamak ve kabul etmek o kadar kolay değildi. 

Bu tablo, içler acısı bir durumdu. Lakin şaşırmamak da gerekiyordu. Demek ki, daha önce çevremizden duyduklarımız doğruydu. Daha önce başımıza böyle bir şey gelmediği için yadırgasak da acı gerçek buydu.

Bıçak parası, bizim ülkemizde çok normal bir işti. Anlaşılan, etrafımızda gördüğümüz anlı şanlı birçok doktor,  o inanılmaz zenginliklerine hep bu şekilde, ameliyat masalarından veya muayenehanelerinden geçen para döşeli yoldan ulaşıyordu.

***

O haftanın son iş günü öğleden sonra hastaneye teslim olacak ve pazartesi günü sabahta ameliyata girecekti. Cuma günü iş yerine sabahtan gelmiş, ameliyat sonrasında da bir süre raporlu olacağı için işlerle ilgili Murat’la kısa bir görüşme yapmış, bir küçük masa takvimi yaprağına, bankadan aldığı kredi başta olmak üzere, borçlarının listesini yazıp ne olur ne olmaz diyerek ona vermişti. Murat, ağabey saçmalama dediyse de, evdekilerin bu özel borçlarından haberi olmadığını, bir terslik olursa listeyi ailesine vermesini istemişti. Ardından, uzun bir süre raporlu olacağını ve işlerle canını sıkmak istemediğini, tüm inisiyatifin onda olduğunu, kurulu layıkıyla idare edeceğinden hiç kuşku duymadığını söylemiş ve daha sonra da hastaneye gitmek için herkesle tek, tek vedalaşmıştı.

Murat, hastanede kullanacağı özel eşyalarını koyduğu küçük valizini taşıyarak, makam arabasına kadar İbrahim ağabeyine eşlik etmişti. İbrahim de omzuna aldığı paltosunu, katlayıp arka koltuğa attıktan sonra araca binmeden dönüp Murat’a sarılmıştı. Bir süre böyle kalmışlar, ikisi de çok duygulanmıştı. Murat kendisini toplayıp, hadi koca adam pazartesi öğleden sonra görüşeceğiz, basit bir ameliyat altı üstü diyerek, duygusal havayı dağıtmaya çalışmışsa da ikisinin de gözleri dolmuştu.

Murat, Pazartesiye kadar bir ihtiyacı olursa, aramasını söyledikten sonra son kez birbirlerine sarılmışlar, sanki bu anda sözlerin kifayetsiz kalacağını bildikleri için uzun bir süre böylece kalmışlar ve adeta birbirlerine olan sevgilerini söylemek isteyip de söyleyemediklerini korkularını, endişelerini, umutlarını, vücutlarının sıcaklığıyla anlatmışlardı.

Hastaneye teslim olmaya gittiği o gün, ne eşi ne iki oğlu ve ne bir başka akrabası yanında olmamıştı.

***

Pazartesi sabah işe geldiğinde, ameliyatın yaklaşık dört,  dört buçuk saat süreceğini düşünerek öğle saatlerinde Hacettepe hastanesine gitmeyi planlamıştı Murat.

Ameliyatın bu kadar süreceğini, daha önce annesi bypass olduğu için bizzat yaşadıklarından biliyordu. Aslında gitse de görüşme olanağı olmayacaktı. Bırakın onu, ailesini bile yanına sokmazlardı. Ancak birkaç gün sonra yoğun bakımdan çıkınca belki görüşülebilirdi. Bütün bunları biliyordu, ama yine de hiç değilse ailesiyle görüşmek, onlara moral destek vermek için gitmek, orada olmak istiyordu.

Öğleden sonra Hacettepe hastanesinin üst kapısından girip, kardiyovasküler cerrahi ameliyathanesi koridoruna vardığında İbrahim’in eşi ve birkaç akrabasını görmüş, ameliyat biteli epey zaman olmasına rağmen yoğun bakıma alınamadığını, bir terslik yaşandığını, ancak kimsenin kendilerine sağlıklı bir bilgi vermediğini öğrenmiş, endişelenmişti.

Zira sabah erken saatlerde girilen bir ameliyattan sonra akşam saatlerine kadar yoğun bakıma alınmaması hiç de normal bir durum değildi. Evet, bir terslik vardı ama neydi? İbrahim’im ailesi ve diğer yakınları gibi Murat da neler olduğunu öğrenmek için oraya buraya koşmaya başlamıştı. Belirsizlik uzadıkça endişeler, ümitsizliğe dönüşmeye başlamış, kötü bir şey olduğu yönündeki korku, kimse kimseye fark ettirmemeye çalışsa da hepsinin içini fazlasıyla kaplamıştı.

Öğrenebildikleri tek şey, kalbin beyne pıhtı attığı, bu nedenle İbrahim’im uyutulmaya devam edildiği, bunun, daha önce geçirmiş olduğu bir enfarktüse bağlı olarak kalbin bir bölgesinin zaten hasarlı olması nedeniyle ortaya çıktığıydı. Oysaki çok yakın arkadaşı olarak o İbrahim’in daha önce bir enfarktüs geçirdiğini hiç duymamıştı. Bırakın kendisini, eşinin de böyle bir bilgisi yoktu. Tamam, insanların bazen hiçbir ağrı sızı hissetmeden enfarktüs geçirebildikleri ve bunun farkına bile varmadıkları söylenirdi, ama bu durum ameliyat öncesinde defalarca yapılan testlerde, anjiyoda da anlaşılmaz mıydı? Böyle bir risk varsa, ameliyat neden yapılırdı? Bu bir doktor hatası değil miydi? Hiç kuşkusuz bu soruları çoğaltmak çok mümkündü, ama ne yazık ki, bunların cevabını bilmenin o saatte hiç bir anlamı olmayacaktı. Şimdi önemli olan öncelikle İbrahim ağabeyin bu vartayı atlatmasıydı.

Hava kararmaya yüz tuttuğunda korktukları başlarına gelmiş, içeriden ulaştırılan, İbrahim’i kaybettikleri haberi, hepsinin üstüne kara bir bulut gibi çökmüştü. Bekleyenleri arasında bulunan kadınların feryatları ortalığı inletiyordu. Murat donup kalmıştı. İçi, ilk kez bu denli yanıyordu. Söylenecek tek bir söz, yapılacak hiçbir şey yoktu. İbrahim sevenlerini bırakıp gitmişti. Gerçek maalesef buydu. Gerisi yalandı. Feryatlar, figanlar, gözyaşları onu geri getiremeyecekti.

Bu ne acı bir ölümdü. İbrahim daha çok gençken bu dünyadan göçüp gitmişti.

Onun yüzünü son kez, cenazesini hastaneden alırken morgda görmüştü Murat. Göz kapaklarından birisi hala açıktı. Kapatmaya çalışsa da becerememiş, hıçkırıklara boğulmuştu. Sanki gözü arkada gitmişti. Çocuklarını, eşini, sevdiklerini bırakırken, onların bu dünyada ne yapacaklarını merak etmiş gibiydi.

Hastane morgunda vedalaştığı ve ilk yakını İbrahim ağabeysi olmuştu Murat’ın.

Sadece bir iş arkadaşını, başkanımı değil, manevi ağabeyini, yol arkadaşını kaybetmişti. Acısı çok büyüktü.

O dürüst insan, ailesine, haksız kazanılmış mallar mülkler, banka hesapları değil sadece bıçak parası borcu bırakmıştı.

Bunu bilmek acısını daha da artırıyor, içi yanıyordu.


 Mustafa Tuğrul Turhan                                             09.08.2013 Ankara









           


           


           


             



           


           


           


             


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder