13 Ocak 2014 Pazartesi

BLÖF


Müfettiş Sıtkı’ya, içeriğindeki konuları soruşturması için Teftiş Kurulu Başkanlığının yazısı ekinde gönderilen şikayet dilekçesi, İstanbul’da bulunan bir firmaya aitti. Ekinde bulunan dosyada ise şikayet konusuyla ilgili belgeler bulunmaktaydı.

Firmanın dilekçesinde; Termik Santral’ da kullanılacak kömürlerin, epeyce uzak olan üretim sahasından çok sayıda kamyon kullanılarak taşınmasının yüksek maliyet oluşturacağı gerekçesiyle tercih edilmiş olan, yürüyen merdiven benzeri, yürüyen bant sisteminin hareketini sağlayan lastik ruloların imal ettirilmesi için çıkılan haleyi kazandığı, kauçuk oranı, sertlik v.s  tüm konularda ihale şartnamesine uygun ürettiği lastik ruloları teslim etmesinden sonra yapılan denemelerde, ruloların yürüyen bant’a sürtünerek çalışıyor olmasının bir sonucu olarak ısındığı, bunun son derece doğal bir durum olmasına karşılık,  ihaleyi açan müdürlüğün kabul heyetince, ruloların şartnamede istenilen kalitede üretilmemesinden dolayı ısınıp, yandığı gerekçesiyle, teslim alınan mallarından nefaset farkı kesildiği ve teminatlarının da irat kaydedildiği, bu nedenle haksız yere zarara uğratıldığı belirtildikten sonra müdürlük yetkililerince kendisinden rüşvet istendiği ve vermediği için bunların başlarına geldiği, rüşvet istenmesini belgeleyen bir ses bandının ellerinde olduğu ileri sürülüyordu.

Dilekçede ayrıca, konunun daha önce müdürlüğün bağlı olduğu Genel Müdürlüğe şikayet edildiği, bir müfettişçe incelendiği ancak müfettişin de yanlı davranarak idareyi haklı çıkarttığı da ifade edilmişti.

Bu son iddia, soruşturmaya nereden başlayacağını da işaret ediyordu. Sıtkı, bir yazı ile Genel Müdürlükten söz konusu müfettiş raporunu istemiş, ertesi gün gönderilen rapor ve eklerini dikkatle tetkik ettiğinde, firmanın iddialarının bütün detaylarıyla incelendiğini, ancak firmanın ileri sürdüğü gibi, ürettiği ruloların sadece ısınmakla kalmayıp, bir süre sonra yandığının ve bant sistemini tehlikeye attığının, orijinal rulolara göre kısa ömürlü olduklarının uygulamayla tespit edildiğini, buna rağmen ilk yerli üretim olduğu gözetilerek, dikkatle kullanılmak üzere nefaset kesilerek kabul edildiğini görmüştü.

Müfettiş raporunun ekinde test raporları ve uygulama sonuçlarına ait tutanaklar bulunduğundan, firmanın, mallarının şartnameye uygun olduğu yolundaki iddiasının gerçekle ilgisinin bulunmadığını düşünmekle birlikte, şu rüşvet istendiği iddiası kafasını karıştırmıştı.

Bunu aydınlığa kavuşturmadan, kesin bir kanaate varması ve rapor yazması doğru olmayacaktı. O halde atlayıp, İstanbul’a giderek firmanın yetkilileri ile yüz yüze görüşmekten başka çaresi yoktu.

                                                                ***
Uçakla seyahat etme hakkı olsa da, her zamanki gibi İstanbul seyahati için Mavi Treni tercih etmiş, pulman koltuğun rahatlığına rağmen gece boyunca hiç uyuyamadan Haydarpaşa’ya inmiş, şikayetçi firmanın adamlarıyla resmi bir ortamda görüşmesinin daha iyi olacağı düşüncesiyle, kalabalık sabah trafiğinde bunalmayı göze alarak Genel Müdürlüğün  Aksaray’daki irtibat bürosuna geçmişti.

Niyeti, fazla uzatmadan adamlarla görüşmek, şu ses kayıtlarını almak, söyleyecekleri yeni şeyler varsa ifade tutanağı düzenlemek ve akşam treni ile Ankara’ya dönmekti.

Sıtkı, Müfettişliğe başladı başlayalı, iş seyahatlerini, evden uzakta geçen geceleri hiç sevmemişti. Nerede olursa olsun, ne kadar rahat bir ortamda bulunursa bulunsun, ne işim var burada, diye sormaktan kendini alamazdı. Seyahat etmek işinin bir parçası da olsa bir türlü alışamamıştı. Para kazanmak için evden ayrılmak, uzaklara gitmek ona çok tersti. Daha evden ayrılıp, yola çıktığı anda bir an önce işini bitirip, dönmeyi düşünmeye başlardı.

Aksaray’daki irtibat bürosundan şikayetçi firmanın telefonunu bağlatıp, görüşmek için geldiğini, kendilerini öğleden sonra adresini vereceği büroda beklediğini söylediğinde aldığı yanıt canını sıkmıştı; Bu gün fabrikada olmaları gerektiği için gelemeyeceklerdi. Hemen görüşmek istiyorsa onu Pendik’ deki fabrikalarına bekliyorlardı.

Görüşmeyi daha sonraki bir güne ertelemek veya kalkıp gitmekten başka çare görünmüyordu. Adamları, hayır siz derhal bu gün geleceksiniz diye zorlayamazdı. Dün gecesi yolda geçmişti. Bu gün görüşüp dönse bile bu geceyi de evden ayrı geçirecekti. Bu gecelerin artmasını istemiyorsa kalkıp, gidecekti. Ama bu görüşmeyi onların mekanında da yapmak istemiyordu. Resmi bir yerde olursa kendisini daha iyi hissedecekti. Zira o, devletin memuruydu ve devletin bir kurumunun çatısı altında yapılacak görüşmede, ev sahibi olarak inisiyatif de kendisinde olacaktı.

Pendik’e yakın bir yerde görüşme yapabileceği bir yer bulunup, bulunmadığını sorduğu İrtibat Bürosu Müdürü, biraz düşündükten sonra çekinerek, “karşı tarafta, Pendik’e çok yakın bir yer olan Kartal da bir kömür depomuz var. Bu bölgenin kömürünü bu depodan dağıtıyoruz, burada küçük bir büromuz mevcut, ama bu görüşme için uygun olup, olmayacağını bilmem” dediğinde, dünyalar onun olmuştu. Hele, depodaki küçük büro hakkında detaylı bilgi isteyip de, daktilo yazan bir eleman ve daktilo makinesinin bulunduğunu öğrendiğinde iyice rahatlamış, bir resmi aracın kendisini derhal depoya götürmesini istemişti. Kömür deposuna gitmek üzere yola çıkarken de, irtibat bürosu sekreterine şikayetçi firmanın fabrikasını aratarak, kendilerini çok yakınlarındaki depoda beklediğini söyletmişti. 

                                                                   *** 
Resmi araç, bir bölümünde küçük tepeler halinde kömür yığınları bulunan geniş alandan yoğun siyah bir toz bulutu kaldırarak, bekçi kulübesine benzeyen tek katlı derme çatma yapının önünde durduğunda, büro denilen yere geldiğini tahmin etmişti. İrtibat Bürosundan arayıp, geleceğini haber vermiş olmalılar ki, araba durur durmaz içeriden fırlayan iki kişi onu oldukça sıcak bir biçimde karşılayıp “hoş geldiniz müfettiş bey” diyerek, badanası kömür tozuyla kararmış küçük büroya davet etmiş, saygılı hareketlerle elindeki çantayı almak için atılmışlardı.

Büroda, iki masa, birkaç sandalye, evrakların konulduğu çelik bir dolap ve masalardan birisinin üzerine konulmuş eski bir daktilo makinesi vardı. Hepsinin üzeri ince bir kömür tozu ile kaplanmıştı. Çalışma şartlarının hiç de sağlıklı olmadığı çok açıktı. Lakin Sıtkı, burada birden kendisini çok mutlu hissetmişti. Kim bilir? Belki de bu duyguyu yaşamasında, oldum olası zor koşularda çalışarak hayatlarını kazandıkları için, sevgi ve saygı duyduğu insanların onu, riyasız ve içten karşılaması etkili olmuştu.

Tozu, bir görevli tarafından kirli bir bez parçasıyla silinen, pencerenin önündeki tahta sandalyeye henüz oturmuştu ki, iki lüks otomobil hızla depoya girmiş, tozu dumana katarak, süratle ilerleyip büronun önünde durmuş, bir kaç dakika sonra içeri giren bir işçi, birileri bir müfettişi soruyorlar dediğinde, gelenlerin kim olduğu tahmin etmişti.

Sıtkı, onları içeri çağırıp, bir an önce işe başlamak için büronun kapısına çıkmıştı. Ancak, lüks arabalardan inen, siyah takım elbiseler giymiş dört kişi, patronlarının fabrikada beklediğini, onu götürmeye geldiklerini söylediğinde, biraz önceki keyfi kaçmış, yapılan nezaketsizlik karşısında birden sinirleri gerilmişti. Kendisi Ankara’dan adamın şikayetini dinlemek için İstanbul’a kadar gelmişti, ama o, önce fabrikada işim var bu gün görüşemeyiz demiş, şimdi de çok yakınına kadar gelmiş olmasına rağmen, davetine uymamış, onu ayağına getirtmek üzere mafya kılıklı adamlar göndermişti.

Adamlara sertçe, ben patronunuzu buraya bekliyorum, siz gidin kendisini getirin dediğinde, robot gibi ruhsuz bir şekilde, onun beklediğini, kendisini almaya geldiklerini tekrarlamışlardı. Belli ki, aldıkları talimat böyleydi ve bunlarla daha fazla konuşmanın bir anlamı olmayacaktı. Sinirleri iyice bozulmuştu. Adamın, kaba ve hatta haddini bilmez bu tutumu karşısında, buralara kadar geldiğine pişman olmuştu. Çünkü bu işi buralara kadar gelmeden de pek ala halledebilirdi. Şikayet dilekçesinde belirttiği ses kasetini ve varsa diyeceklerini yazarak göndermesini resmi bir yazıyla isteyebilirdi. Bunu yapmak yerine, önce Genel Müdürlüğe, ardından bakanlığa ısrarla şikayet etmiş olduğunu dikkate alarak, olan biteni daha rahat anlatır düşüncesiyle yüz yüze görüşmeyi uygun bulmuştu. Fakat şimdi, karşısındakinin bunu hiç hak etmediğini görüyordu. Aslında, bu aklından geçenleri yapmak için geç kalmış sayılmazdı. Hiç görüşmeden Ankara’ya dönüp, bu dediklerimi aynen uygulamaya koyabilirdi.

O sinirle, bu yönde karar verecekken birden, böyle davranan bir adama karşı gereken cevabı vermeden dönmenin, sebebi ne olursa olsun planını değiştirmek zorunda kalmanın kendisini kötü hissetmesine neden olacağını, bu rahatsızlığın içinde uhde kalacağını fark etmiş ve bu düşünceden vazgeçmişti. İşini planladığı gibi tamamlamalı, hislerine yenilmemeliydi. Gidip, fırsat olursa bir iki iğneli laf edecek, rahatlayacaktı. Bunun ötesinde, öfkelenmeye hakkı da yoktu. Çünkü bir anlamda kanun adamıydı. Doğruyu bulup, eğriyi ve yanlışı düzeltmek için çalışmalıydı. İşini en iyi şekilde yapmalı, duygusal olmamalıydı. Zaten istese de olamazdı. Bu bir karakter meselesiydi. Bu güne kadar duygularını işine hiç ama hiç yansıtmamıştı. Şimdi de yansıtmamalıydı. Bu bir taviz veya alttan alma değil, tersine sakin, soğukkanlı ve kararlı bir duruş demekti.

                                                                      ***
Kaba ve biraz da zoraki davetlerini, kerhen kabul etmiş olsa da onların lüks arabalarıyla fabrikaya gitmeyi içime sindiremezdi. Böyle olursa kendini rehin alınmış gibi hissedecekti. Depo şefine dönüp, kendisini götürüp getirecek bir arabalarının olup, olmadığını sordu. Adamlar şaşkın bakarak, arabamız var müfettiş bey deseler de dönüp bakmadan depo şefinin cevabını bekledi. Önce neler olduğunu anlamadan boş, boş yüzüne bakıp, sonra toparlanan şef, “bir pikabımız var ama size uygun olur mu ki?” dediğinde, yüksek sesle ve sert bir tonla “uyar, uyar devletin arabası olsun yeter ki” diyerek, tepki verdi.

Birkaç dakika içinde pikap emrine hazırdı. Depo çalışanlarının yüzlerinden, bu pahalı arabalarla gelen mafya modeli adamlara karşı gösterdiği duruştan çok memnun oldukları okunuyordu. Bu, Sıtkı’ya da moral olmuştu. Bu moralle, deponun eski daktilosunu pikabın arkasına koyup, daktilo yazmayı bilen memurla şoför mahalline sıkıştıktan sonra lüks arabaları takip ederek yola koyulmuştu.

                                                                     ***
Fabrikanın iki katlı idare binasının önünde arabalardan indiklerinde, siyah elbiselilerden birisi yol göstermek için önlerine düşmüş, diğerleri de daktilo memuru ile arkalarından yürüyerek ikinci kata çıkmışlardı. Geniş ve yüksek tavanlı bir salona girdiklerinde, köşedeki masada oturan bir bayan ayağa kalkarak onları karşılamış, öndeki siyah elbiseli adam, “patronun misafiri müfettiş bey” diye takdim ettikten sonra nöbeti devreder gibi arkasını dönüp uzaklaşmıştı. Sekreter olduğunu tahmin ettiği orta yaşlı ve şık giyimli bayan, saygılı bir biçimde buyurun efendim diyerek, kendi masasına yakın olan, düğmelerle süslenmiş maroken kaplı kapıya doğru yönelmiş ve yavaşça açarak, efendim müfettiş beyler teşrif ettiler dedikten sonra kenara çekilerek, içeri girmeleri için nazikçe yol vermişti.

İçeriye adımını atar atmaz gördüğü manzaraya inanamamıştı. Kapının sol tarafındaki büyük ceviz masadan kalkıp, kendisini tanıtarak, şirketimize hoş geldiniz diye elini uzatan patronun belden yukarısı çıplaktı ve omuzlarında bir havlu vardı. Masasının karşısındaki misafir koltuklarında, sonradan şirketin yönetim kurulu üyeleri olduklarını ve bunlardan uzun boylu şişmanca olanının da yüksek rütbeli emekli bir asker olduğunu öğrendiği üç kişi oturuyordu. Ayağa bile kalkmamışlar, Sıtkı’yı soğuk bir baş selamıyla karşılamışlardı.

Önce ne yapacağını, ne diyeceğini bilemediyse de, bu gibi beklenmedik saçma durumlarla karşılaştığında her zaman yapabildiği gibi durumu hızla kavrayıp, yorumlamış ve patronun uzattığı eli sıkmadan odanın ortasına doğru yürüyerek yüksek sesle, “ne o büroya mı geldik yoksa hamama mı” diye söylenmişti. Bunu yaparken, odadakilerin yüz ifadesinden  bu hızlı tepki karşısında şaşırdıklarını görebilmişti.

Patron, hiç de samimi olmayan pişkin bir tavırla, havanın sıcak olması nedeniyle az önce bir duş aldığını söyleyerek durumu kurtarmaya çalışsa da bunda samimi olmadığı her halinden anlaşılmaktaydı. Yönetim kurulu üyeleri karşısında uzattığı elinin havada kalmasından rahatsızlık duyduğu için ola gerek, onunla birlikte odaya giren daktilo memuruna bakıp, “siz de kimsiniz, dışarıda bekleyin” diye çıkışarak, yeni bir hamle yapmış, ama “ bir dakika beyefendi o benim katip memurum, nerede duracağına ben karar veririm, içeri gelmesini de ben söyledim” yanıtını alınca iyice bozulmuş, çetin bir cevize çattığında ustalıkla çark eden sahte kabadayılar gibi pis bir gülümsemeyle, hiç karşılık vermeden dönüp masasına oturmuştu.

Sıtkı, bu saçmalıklar dizisini anlamakta zorlanıyordu. Zira kendileri, bir kamu kurumunda girdikleri ihale ile ilgili şikayetlerde bulunmuşlar, o da bu şikayeti soruşturmaya gelmişti. O halde böyle garip ve çirkin davranmaya ne gerek vardı? Niyetleri neydi? Acaba, bu tür hareketlerinin onu korkutacağını ve böylece sonucu etkileyeceklerini mi sanıyorlardı? Her şey o kadar anlamsız görünüyordu ki, fikir yürütmek imkansızdı. Ama görevini objektif olarak yapmaya ne kadar kararlıysa, yapılan kabalıklara ve sahte kabadayılıklara pabuç bırakmamaya da o kadar kararlıydı. Adeta yapılan her hamleye, başka bir hamle yaparak adamlarla satranç oynuyordu.

                                                                     ***
Doğrudan söze girip, şikayetlerini verdikleri dilekçeden ve eklerinden okuduğunu, bunlardan başka bir diyecekleri varsa öğrenmeye ve dilekçede söz ettiği, kendisinden rüşvet istendiğine dair ses kasetini, gereğini yapmak üzere almaya geldiğini söylediğinde patron, şirketinin zor bir ihaleyi üstlendiğini, ürettikleri ruloların orijinali gibi olduğu halde, teminatlarının irat kaydedilerek teslim ettikleri mal bedellerinden nefaset farkı kesildiğini uzun, uzun anlatmaya başlamıştı. Çok şey söylüyor gibi görünüyor, ama daha önce yazılı olarak gerek Genel Müdürlüğe, gerekse bakanlığa yaptığı şikayetlerde belirttiklerinden farklı, yeni hiçbir şey söylemiyordu. Buna rağmen sabırla dinlemiş, aynı şeyleri bir kez daha tekrarlamaya başladığında, bunları bildiğini ve bir kez de kendisinden dinlediğini ne var ki, soruşturmada sağlıklı bir sonuca varılması için kendilerinden rüşvet istendiğine ilişkin ses kasetini de dinlemesi ve orijinalini alması gerektiğini belirterek, patronun sözünü kesmişti.

Buna rağmen patron aynı şeyleri konuşmaya devam ediyor, o araya girip ses kasetini istedikçe, hiç oralı olmuyor, lafı döndürüp, dolaştırıp, irat kaydedilen teminatına ve kesilen nefaset farklarına getiriyordu. Belli ki, esas amacı bu paraları kurtarmaktı.

Sıtkı, sonunda dayanamayıp, fazla zamanının olmadığını, kaseti alıp Ankara’ya dönmesi gerektiğini kesin ve kararlı bir tavırla söyleyince, hiç beklemediği yeni bir durumla daha karşılaşmıştı. Patron sırıtarak, kasetin yanlışlıkla silindiğini, elinde ses kayıtlarının olmadığını, ama kendisinden rüşvet istendiğini ve verdiğini söylüyor, ısrarla buna inanmasını istiyordu.

Kaset olmasa da kendisinden rüşvet alan görevlilerin isimlerini veya hangi görevde bulunduklarını söylemesini istediğindeyse, adamların ekmeğiyle oynamak istemediğini ifade ediyordu.

Sıtkı’nın, kime verdiğine dair, isim veya görev unvanı belirtmeden, rüşvet verdiğini söylemesinin hiçbir anlamı olmayacağını, bunlar olmadan bir işlem yapamayacağını, rüşvet verdiği görevlilerin isimlerini verip, kim olduklarını söylemesi gerektiğini defalarca vurgulamasına karşılık patron, müstehzi bir suratla, kırık plak gibi adamların geleceğiyle oynamak istemediğini tekrarlıyordu.

Aniden siniri tepesine çıkmış, adamın suratına bir yumruk patlatmamak için kendisini zor frenlemişti. Ulan sen benle, dalga mı geçiyorsun dercesine yüzüne bakmış ve “madem öyle, adamların geleceğini düşünecektiniz de neden ses kaydı var diye şikayet ettiniz ve madem kayıt silindi, neden bunu ek bir dilekçe ile bildirmediniz de beni buralara kadar getirttiniz? Dedikten sonra bütün bunları ifade tutanağına geçirmesi gerektiğini söyleyip, arkasındaki toplantı masasının yanında bir sandalyede oturmakta olan daktilo memuruna dönerek, daktilosuna bir kağıt takmasını istemişti. Patron ne olduğunu anlamak ve bundan sonra ne yapması gerektiğini sormak ister gibi boş gözlerle yönetim kurulu üyelerine bakakalmıştı. Onlarsa, baştan beri olduğu gibi hiç konuşmuyor, yüzlerindeki ciddi ve sıkıntılı ifadeyle sadece dinliyorlardı.

                                                                         ***
Patron, buna gerek yok falan diyerek yazılı ifade vermek istememişse de,Sıtkı, dilekçesinde söz ettiği bir kasetin artık olmadığını söylemesiyle ortaya çıkan yeni durumun yazılı olarak tutanağa bağlanmasının, soruşturmanın tamamlanması için şart olduğunu, kendisinin yazılı beyanı olmadan bir rüşvet şikayetini kaset silinmiş diyerek kapatmasının söz konusu olamayacağını, aslında iddia sahibi olarak isim vermesinin şart olduğunu, vermiyorsa da bunu yazılı olarak kayıt altına alması gerektiğini söyleyerek, ikna etmiş ve patronun, daktilo memurunun yanına oturmasını sağlamıştı.

Hiç kukusuz, patron ne beyan ediyorsa onu yazacaktı. Kendisinin yazdırmak isteyip, istemediğini sorup, siz yazdırın yanıtını aldıktan sonra kısaca az önce anlattıkları ile daha önce dilekçesinde belirttikleri dışında söyleyeceği farklı bir hususun bulunmadığını, her ne kadar dilekçesinde kendisinden rüşvet istendiğine ve verdiğine ilişkin bir ses kaseti olduğunu belirtmişse de, bu ses kaydının yanlışlıkla silindiğini, rüşvet verdiği kişilerin isimlerini adamların geleceğini düşünerek vermek istemediğini yazdırmış ve tutanağın altına, zabıt katibi olarak daktilo memurunun, kendisinin ve patronun isimlerini açtırarak kağıdı çıkarttırmış ve imzaları attırdıktan sonra daktilo memuruna yeni bir kağıt takmasını söylemişti.

Herkes bu ikinci kağıdın niye takıldığını soran gözlerle bana bakıyordu.

Patronun, ses kasetinin silindiğini söylemesine rağmen, hem rüşvet verdiğini ısrarla belirtip, hem de kime veya kimlere verdiğini söylememesi, soruşturmayı ve dolayısıyla Sıtkı’nın kendisini sıkıntıya sokmaktaydı. Aslına bakılırsa, şirketin ürettiği mallardan nefaset kesilmesine ve teminatının irat kaydedilmesine ilişkin teknik raporlar ve tutanaklar ortada rüşvet verilmesine müsait bir ortamın olmadığını gösteriyor, adamın hal ve hareketlerindeki tutarsızlıklar da bu iddianın doğru olmadığı izlenimini veriyordu. Dolayısıyla, rapor bunu ortaya koyar şekilde yazılabilirdi. Ancak, bu iddiayı araştırmadan soruşturmayı tamamlamış gibi görünmek de Sıtkı’yı rahatsız ederdi. Lakin ortaya atılan afaki bir iddiayı, elde hiçbir veri yokken aydınlığa kavuşturmak da neredeyse imkansızdı.

İşte daktiloya takılan ikinci kağıt, bu işi imkansız görünen işi çözmek içindi.

Artık neredeyse çıt çıkmayan odadaki meraklı gözler üzerindeyken, bütün olan biteni neler olduğunu anlamaya çalışarak izleyen daktilo memuruna, yaz demişti; “Pendik Cumhuriyet Savcılığına, ….daha önce bakanlığımıza verdiği şikayet dilekçesinde, kendisinden rüşvet istendiğini ve verdiğini, bunun delili olarak elinde ses kaseti olduğunu yazılı olarak bildirmiş olan şikayetçi…., bu şikayet üzerine yürüttüğüm soruşturma sırasında, aynı iddiayı ileri sürmesine karşılık ses kasetinin silindiğini beyan edip, kendisinin rüşvet isteyenleri ve kimlere rüşvet verdiğini söylememekte ısrar etmiştir. Soruşturmamız idari yönden tamamlanmış olmakla birlikte rüşvet alıp verme fiili, Türk Ceza Yasasında düzenlenmiş bir  suç olduğu cihetle, konunun cezai yönden kovuşturulması için iş bu suç duyurusunun yapılması zorunlu olmuştur…”

Daktilodan çıkartılan kağıdı eline alıp patrona dönerek, “beyefendi duyduğunuz gibi rüşvet, ceza yasası kapsamsında bir suç olması nedeniyle esasen Cumhuriyet Savcılığınca takip edilmesi gerekir. Buradan çıktığımda, bu yazımı ilgili savcılığa vereceğim. Biliyorsunuz rüşveti almak kadar vermek de suçtur. Artık rüşveti kime verdiğinizi savcıya söylersiniz, der demez, bu yaşananları yaklaşık iki saattir hiç konuşmadan izlemekte olan yönetim kurulu üyelerinden yüksek rütbeli emekli asker olanı hiddetle ayağa kalkmıştı. Patrona hitaben, “bu işi bu kadar uzatmaya ne gerek vardı, sonunda başımızın belaya gireceğini size söylemiştim.” Diye yüksek sesle serzenişte bulununca, o saatlerdir yüzündeki müstehzi ifadeyle, alçak dağları ben yarattım havasında konuşan patron, işin nereye varacağını idrak etmiş olmalı ki, birden yelkenleri indirerek, “hayır, hayır ben kimseye rüşvet vermedim ve kimse de benden rüşvet istemedi. Paramızı kestikleri için kızdım.” diyerek hışımla yerinden fırlamıştı.

Az sonra herkes sakinleşmişti; patron mahcup bir tavırla, bir taraftan onun savcılığa hitaben yazdırdığı suç duyurusu yazısını yırtıyor, bir taraftan da daktiloya taktırdığı üçüncü kağıda, “bakanlığa verdiğim şikayet dilekçesinde yer alan rüşvet iddiaları ile buna ait bir ses kaseti olduğu hususu sehven ifade edilmiş olup, böyle bir durumun yaşanması söz konusu değildir”…cümlelerini bizzat kendisi yazdırıyordu.

Akşamüstü fabrikadan ayrılıp, kendilerini beklemekte olan eski pikabın şoför mahalline daktilo memuru ile sıkıştığında yorgun, ama bir soruşturmayı daha hakkıyla tamamlayarak akşama evine hareket edecek olmanın huzuru içindeydi.

Kartal kömür deposuna doğru yol alırken daktilo memurunun, mahcup, içten ve saygılı sesiyle “müfettiş bey senin işin bizimkinden zormuş, ama o kendini beğenmiş sahtekarlara iyi ders verdin, helal olsun” demesi de bütün yorgunluğunu almıştı.

Artık keyfine diyecek yoktu...


Mustafa Tuğrul Turhan                                                                              26.02.2011 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder