BLÖF
Müfettiş Sıtkı’ya, içeriğindeki konuları soruşturması için
Teftiş Kurulu Başkanlığının yazısı ekinde gönderilen şikayet dilekçesi,
İstanbul’da bulunan bir firmaya aitti. Ekinde bulunan dosyada ise şikayet
konusuyla ilgili belgeler bulunmaktaydı.
Firmanın dilekçesinde; Termik Santral’ da kullanılacak
kömürlerin, epeyce uzak olan üretim sahasından çok sayıda kamyon kullanılarak
taşınmasının yüksek maliyet oluşturacağı gerekçesiyle tercih edilmiş olan, yürüyen
merdiven benzeri, yürüyen bant sisteminin hareketini sağlayan lastik ruloların
imal ettirilmesi için çıkılan haleyi kazandığı, kauçuk oranı, sertlik v.s tüm konularda ihale şartnamesine uygun
ürettiği lastik ruloları teslim etmesinden sonra yapılan denemelerde, ruloların
yürüyen bant’a sürtünerek çalışıyor olmasının bir sonucu olarak ısındığı, bunun
son derece doğal bir durum olmasına karşılık,
ihaleyi açan müdürlüğün kabul heyetince, ruloların şartnamede istenilen
kalitede üretilmemesinden dolayı ısınıp, yandığı gerekçesiyle, teslim alınan mallarından
nefaset farkı kesildiği ve teminatlarının da irat kaydedildiği, bu nedenle
haksız yere zarara uğratıldığı belirtildikten sonra müdürlük yetkililerince
kendisinden rüşvet istendiği ve vermediği için bunların başlarına geldiği,
rüşvet istenmesini belgeleyen bir ses bandının ellerinde olduğu ileri
sürülüyordu.
Dilekçede ayrıca, konunun daha önce müdürlüğün bağlı olduğu
Genel Müdürlüğe şikayet edildiği, bir müfettişçe incelendiği ancak müfettişin
de yanlı davranarak idareyi haklı çıkarttığı da ifade edilmişti.
Bu son iddia, soruşturmaya nereden başlayacağını da işaret
ediyordu. Sıtkı, bir yazı ile Genel Müdürlükten söz konusu müfettiş raporunu
istemiş, ertesi gün gönderilen rapor ve eklerini dikkatle tetkik ettiğinde,
firmanın iddialarının bütün detaylarıyla incelendiğini, ancak firmanın ileri
sürdüğü gibi, ürettiği ruloların sadece ısınmakla kalmayıp, bir süre sonra
yandığının ve bant sistemini tehlikeye attığının, orijinal rulolara göre kısa
ömürlü olduklarının uygulamayla tespit edildiğini, buna rağmen ilk yerli üretim
olduğu gözetilerek, dikkatle kullanılmak üzere nefaset kesilerek kabul
edildiğini görmüştü.
Müfettiş raporunun ekinde test raporları ve uygulama
sonuçlarına ait tutanaklar bulunduğundan, firmanın, mallarının şartnameye uygun
olduğu yolundaki iddiasının gerçekle ilgisinin bulunmadığını düşünmekle
birlikte, şu rüşvet istendiği iddiası kafasını karıştırmıştı.
Bunu aydınlığa kavuşturmadan, kesin bir kanaate varması ve
rapor yazması doğru olmayacaktı. O halde atlayıp, İstanbul’a giderek firmanın
yetkilileri ile yüz yüze görüşmekten başka çaresi yoktu.
***
Uçakla seyahat etme hakkı olsa da, her zamanki gibi İstanbul
seyahati için Mavi Treni tercih etmiş, pulman koltuğun rahatlığına rağmen gece
boyunca hiç uyuyamadan Haydarpaşa’ya inmiş, şikayetçi firmanın adamlarıyla
resmi bir ortamda görüşmesinin daha iyi olacağı düşüncesiyle, kalabalık sabah
trafiğinde bunalmayı göze alarak Genel Müdürlüğün Aksaray’daki irtibat bürosuna geçmişti.
Niyeti, fazla uzatmadan adamlarla görüşmek, şu ses kayıtlarını
almak, söyleyecekleri yeni şeyler varsa ifade tutanağı düzenlemek ve akşam
treni ile Ankara’ya dönmekti.
Sıtkı, Müfettişliğe başladı başlayalı, iş seyahatlerini,
evden uzakta geçen geceleri hiç sevmemişti. Nerede olursa olsun, ne kadar rahat
bir ortamda bulunursa bulunsun, ne işim var burada, diye sormaktan kendini
alamazdı. Seyahat etmek işinin bir parçası da olsa bir türlü alışamamıştı. Para
kazanmak için evden ayrılmak, uzaklara gitmek ona çok tersti. Daha evden
ayrılıp, yola çıktığı anda bir an önce işini bitirip, dönmeyi düşünmeye
başlardı.
Aksaray’daki irtibat bürosundan şikayetçi firmanın
telefonunu bağlatıp, görüşmek için geldiğini, kendilerini öğleden sonra
adresini vereceği büroda beklediğini söylediğinde aldığı yanıt canını sıkmıştı;
Bu gün fabrikada olmaları gerektiği için gelemeyeceklerdi. Hemen görüşmek
istiyorsa onu Pendik’ deki fabrikalarına bekliyorlardı.
Görüşmeyi daha sonraki bir güne ertelemek veya kalkıp
gitmekten başka çare görünmüyordu. Adamları, hayır siz derhal bu gün
geleceksiniz diye zorlayamazdı. Dün gecesi yolda geçmişti. Bu gün görüşüp dönse
bile bu geceyi de evden ayrı geçirecekti. Bu gecelerin artmasını istemiyorsa
kalkıp, gidecekti. Ama bu görüşmeyi onların mekanında da yapmak istemiyordu.
Resmi bir yerde olursa kendisini daha iyi hissedecekti. Zira o, devletin
memuruydu ve devletin bir kurumunun çatısı altında yapılacak görüşmede, ev sahibi
olarak inisiyatif de kendisinde olacaktı.
Pendik’e yakın bir yerde görüşme yapabileceği bir yer
bulunup, bulunmadığını sorduğu İrtibat Bürosu Müdürü, biraz düşündükten sonra
çekinerek, “karşı tarafta, Pendik’e çok yakın bir yer olan Kartal da bir kömür
depomuz var. Bu bölgenin kömürünü bu depodan dağıtıyoruz, burada küçük bir
büromuz mevcut, ama bu görüşme için uygun olup, olmayacağını bilmem” dediğinde,
dünyalar onun olmuştu. Hele, depodaki küçük büro hakkında detaylı bilgi isteyip
de, daktilo yazan bir eleman ve daktilo makinesinin bulunduğunu öğrendiğinde
iyice rahatlamış, bir resmi aracın kendisini derhal depoya götürmesini istemişti.
Kömür deposuna gitmek üzere yola çıkarken de, irtibat bürosu sekreterine
şikayetçi firmanın fabrikasını aratarak, kendilerini çok yakınlarındaki depoda
beklediğini söyletmişti.
***
Resmi araç, bir bölümünde küçük tepeler halinde kömür
yığınları bulunan geniş alandan yoğun siyah bir toz bulutu kaldırarak, bekçi
kulübesine benzeyen tek katlı derme çatma yapının önünde durduğunda, büro
denilen yere geldiğini tahmin etmişti. İrtibat Bürosundan arayıp, geleceğini
haber vermiş olmalılar ki, araba durur durmaz içeriden fırlayan iki kişi onu oldukça
sıcak bir biçimde karşılayıp “hoş geldiniz müfettiş bey” diyerek, badanası
kömür tozuyla kararmış küçük büroya davet etmiş, saygılı hareketlerle elindeki
çantayı almak için atılmışlardı.
Büroda, iki masa, birkaç sandalye, evrakların konulduğu
çelik bir dolap ve masalardan birisinin üzerine konulmuş eski bir daktilo
makinesi vardı. Hepsinin üzeri ince bir kömür tozu ile kaplanmıştı. Çalışma
şartlarının hiç de sağlıklı olmadığı çok açıktı. Lakin Sıtkı, burada birden
kendisini çok mutlu hissetmişti. Kim bilir? Belki de bu duyguyu yaşamasında,
oldum olası zor koşularda çalışarak hayatlarını kazandıkları için, sevgi ve
saygı duyduğu insanların onu, riyasız ve içten karşılaması etkili olmuştu.
Tozu, bir görevli tarafından kirli bir bez parçasıyla silinen,
pencerenin önündeki tahta sandalyeye henüz oturmuştu ki, iki lüks otomobil
hızla depoya girmiş, tozu dumana katarak, süratle ilerleyip büronun önünde
durmuş, bir kaç dakika sonra içeri giren bir işçi, birileri bir müfettişi
soruyorlar dediğinde, gelenlerin kim olduğu tahmin etmişti.
Sıtkı, onları içeri çağırıp, bir an önce işe başlamak için
büronun kapısına çıkmıştı. Ancak, lüks arabalardan inen, siyah takım elbiseler
giymiş dört kişi, patronlarının fabrikada beklediğini, onu götürmeye
geldiklerini söylediğinde, biraz önceki keyfi kaçmış, yapılan nezaketsizlik
karşısında birden sinirleri gerilmişti. Kendisi Ankara’dan adamın şikayetini
dinlemek için İstanbul’a kadar gelmişti, ama o, önce fabrikada işim var bu gün
görüşemeyiz demiş, şimdi de çok yakınına kadar gelmiş olmasına rağmen, davetine
uymamış, onu ayağına getirtmek üzere mafya kılıklı adamlar göndermişti.
Adamlara sertçe, ben patronunuzu buraya bekliyorum, siz gidin
kendisini getirin dediğinde, robot gibi ruhsuz bir şekilde, onun beklediğini,
kendisini almaya geldiklerini tekrarlamışlardı. Belli ki, aldıkları talimat
böyleydi ve bunlarla daha fazla konuşmanın bir anlamı olmayacaktı. Sinirleri
iyice bozulmuştu. Adamın, kaba ve hatta haddini bilmez bu tutumu karşısında,
buralara kadar geldiğine pişman olmuştu. Çünkü bu işi buralara kadar gelmeden
de pek ala halledebilirdi. Şikayet dilekçesinde belirttiği ses kasetini ve
varsa diyeceklerini yazarak göndermesini resmi bir yazıyla isteyebilirdi. Bunu
yapmak yerine, önce Genel Müdürlüğe, ardından bakanlığa ısrarla şikayet etmiş
olduğunu dikkate alarak, olan biteni daha rahat anlatır düşüncesiyle yüz yüze
görüşmeyi uygun bulmuştu. Fakat şimdi, karşısındakinin bunu hiç hak etmediğini
görüyordu. Aslında, bu aklından geçenleri yapmak için geç kalmış sayılmazdı.
Hiç görüşmeden Ankara’ya dönüp, bu dediklerimi aynen uygulamaya koyabilirdi.
O sinirle, bu yönde karar verecekken birden, böyle davranan
bir adama karşı gereken cevabı vermeden dönmenin, sebebi ne olursa olsun planını
değiştirmek zorunda kalmanın kendisini kötü hissetmesine neden olacağını, bu
rahatsızlığın içinde uhde kalacağını fark etmiş ve bu düşünceden vazgeçmişti.
İşini planladığı gibi tamamlamalı, hislerine yenilmemeliydi. Gidip, fırsat olursa
bir iki iğneli laf edecek, rahatlayacaktı. Bunun ötesinde, öfkelenmeye hakkı da
yoktu. Çünkü bir anlamda kanun adamıydı. Doğruyu bulup, eğriyi ve yanlışı
düzeltmek için çalışmalıydı. İşini en iyi şekilde yapmalı, duygusal
olmamalıydı. Zaten istese de olamazdı. Bu bir karakter meselesiydi. Bu güne
kadar duygularını işine hiç ama hiç yansıtmamıştı. Şimdi de yansıtmamalıydı. Bu
bir taviz veya alttan alma değil, tersine sakin, soğukkanlı ve kararlı bir
duruş demekti.
***
Kaba ve biraz da zoraki davetlerini, kerhen kabul etmiş olsa
da onların lüks arabalarıyla fabrikaya gitmeyi içime sindiremezdi. Böyle olursa
kendini rehin alınmış gibi hissedecekti. Depo şefine dönüp, kendisini götürüp
getirecek bir arabalarının olup, olmadığını sordu. Adamlar şaşkın bakarak,
arabamız var müfettiş bey deseler de dönüp bakmadan depo şefinin cevabını
bekledi. Önce neler olduğunu anlamadan boş, boş yüzüne bakıp, sonra toparlanan
şef, “bir pikabımız var ama size uygun olur mu ki?” dediğinde, yüksek sesle ve
sert bir tonla “uyar, uyar devletin arabası olsun yeter ki” diyerek, tepki
verdi.
Birkaç dakika içinde pikap emrine hazırdı. Depo
çalışanlarının yüzlerinden, bu pahalı arabalarla gelen mafya modeli adamlara
karşı gösterdiği duruştan çok memnun oldukları okunuyordu. Bu, Sıtkı’ya da
moral olmuştu. Bu moralle, deponun eski daktilosunu pikabın arkasına koyup,
daktilo yazmayı bilen memurla şoför mahalline sıkıştıktan sonra lüks arabaları
takip ederek yola koyulmuştu.
***
Fabrikanın iki katlı idare binasının önünde arabalardan
indiklerinde, siyah elbiselilerden birisi yol göstermek için önlerine düşmüş,
diğerleri de daktilo memuru ile arkalarından yürüyerek ikinci kata çıkmışlardı.
Geniş ve yüksek tavanlı bir salona girdiklerinde, köşedeki masada oturan bir
bayan ayağa kalkarak onları karşılamış, öndeki siyah elbiseli adam, “patronun
misafiri müfettiş bey” diye takdim ettikten sonra nöbeti devreder gibi arkasını
dönüp uzaklaşmıştı. Sekreter olduğunu tahmin ettiği orta yaşlı ve şık giyimli
bayan, saygılı bir biçimde buyurun efendim diyerek, kendi masasına yakın olan,
düğmelerle süslenmiş maroken kaplı kapıya doğru yönelmiş ve yavaşça açarak,
efendim müfettiş beyler teşrif ettiler dedikten sonra kenara çekilerek, içeri
girmeleri için nazikçe yol vermişti.
İçeriye adımını atar atmaz gördüğü manzaraya inanamamıştı.
Kapının sol tarafındaki büyük ceviz masadan kalkıp, kendisini tanıtarak, şirketimize
hoş geldiniz diye elini uzatan patronun belden yukarısı çıplaktı ve omuzlarında
bir havlu vardı. Masasının karşısındaki misafir koltuklarında, sonradan
şirketin yönetim kurulu üyeleri olduklarını ve bunlardan uzun boylu şişmanca
olanının da yüksek rütbeli emekli bir asker olduğunu öğrendiği üç kişi
oturuyordu. Ayağa bile kalkmamışlar, Sıtkı’yı soğuk bir baş selamıyla
karşılamışlardı.
Önce ne yapacağını, ne diyeceğini bilemediyse de, bu gibi
beklenmedik saçma durumlarla karşılaştığında her zaman yapabildiği gibi durumu hızla
kavrayıp, yorumlamış ve patronun uzattığı eli sıkmadan odanın ortasına doğru
yürüyerek yüksek sesle, “ne o büroya mı geldik yoksa hamama mı” diye söylenmişti.
Bunu yaparken, odadakilerin yüz ifadesinden
bu hızlı tepki karşısında şaşırdıklarını görebilmişti.
Patron, hiç de samimi olmayan pişkin bir tavırla, havanın
sıcak olması nedeniyle az önce bir duş aldığını söyleyerek durumu kurtarmaya
çalışsa da bunda samimi olmadığı her halinden anlaşılmaktaydı. Yönetim kurulu
üyeleri karşısında uzattığı elinin havada kalmasından rahatsızlık duyduğu için
ola gerek, onunla birlikte odaya giren daktilo memuruna bakıp, “siz de
kimsiniz, dışarıda bekleyin” diye çıkışarak, yeni bir hamle yapmış, ama “ bir
dakika beyefendi o benim katip memurum, nerede duracağına ben karar veririm,
içeri gelmesini de ben söyledim” yanıtını alınca iyice bozulmuş, çetin bir
cevize çattığında ustalıkla çark eden sahte kabadayılar gibi pis bir
gülümsemeyle, hiç karşılık vermeden dönüp masasına oturmuştu.
Sıtkı, bu saçmalıklar dizisini anlamakta zorlanıyordu. Zira
kendileri, bir kamu kurumunda girdikleri ihale ile ilgili şikayetlerde
bulunmuşlar, o da bu şikayeti soruşturmaya gelmişti. O halde böyle garip ve
çirkin davranmaya ne gerek vardı? Niyetleri neydi? Acaba, bu tür hareketlerinin
onu korkutacağını ve böylece sonucu etkileyeceklerini mi sanıyorlardı? Her şey
o kadar anlamsız görünüyordu ki, fikir yürütmek imkansızdı. Ama görevini
objektif olarak yapmaya ne kadar kararlıysa, yapılan kabalıklara ve sahte
kabadayılıklara pabuç bırakmamaya da o kadar kararlıydı. Adeta yapılan her
hamleye, başka bir hamle yaparak adamlarla satranç oynuyordu.
***
Doğrudan söze girip, şikayetlerini verdikleri dilekçeden ve
eklerinden okuduğunu, bunlardan başka bir diyecekleri varsa öğrenmeye ve
dilekçede söz ettiği, kendisinden rüşvet istendiğine dair ses kasetini, gereğini
yapmak üzere almaya geldiğini söylediğinde patron, şirketinin zor bir ihaleyi
üstlendiğini, ürettikleri ruloların orijinali gibi olduğu halde, teminatlarının
irat kaydedilerek teslim ettikleri mal bedellerinden nefaset farkı kesildiğini
uzun, uzun anlatmaya başlamıştı. Çok şey söylüyor gibi görünüyor, ama daha önce
yazılı olarak gerek Genel Müdürlüğe, gerekse bakanlığa yaptığı şikayetlerde
belirttiklerinden farklı, yeni hiçbir şey söylemiyordu. Buna rağmen sabırla
dinlemiş, aynı şeyleri bir kez daha tekrarlamaya başladığında, bunları bildiğini
ve bir kez de kendisinden dinlediğini ne var ki, soruşturmada sağlıklı bir
sonuca varılması için kendilerinden rüşvet istendiğine ilişkin ses kasetini de
dinlemesi ve orijinalini alması gerektiğini belirterek, patronun sözünü
kesmişti.
Buna rağmen patron aynı şeyleri konuşmaya devam ediyor, o
araya girip ses kasetini istedikçe, hiç oralı olmuyor, lafı döndürüp,
dolaştırıp, irat kaydedilen teminatına ve kesilen nefaset farklarına getiriyordu.
Belli ki, esas amacı bu paraları kurtarmaktı.
Sıtkı, sonunda dayanamayıp, fazla zamanının olmadığını,
kaseti alıp Ankara’ya dönmesi gerektiğini kesin ve kararlı bir tavırla
söyleyince, hiç beklemediği yeni bir durumla daha karşılaşmıştı. Patron
sırıtarak, kasetin yanlışlıkla silindiğini, elinde ses kayıtlarının olmadığını,
ama kendisinden rüşvet istendiğini ve verdiğini söylüyor, ısrarla buna
inanmasını istiyordu.
Kaset olmasa da kendisinden rüşvet alan görevlilerin
isimlerini veya hangi görevde bulunduklarını söylemesini istediğindeyse,
adamların ekmeğiyle oynamak istemediğini ifade ediyordu.
Sıtkı’nın, kime verdiğine dair, isim veya görev unvanı
belirtmeden, rüşvet verdiğini söylemesinin hiçbir anlamı olmayacağını, bunlar
olmadan bir işlem yapamayacağını, rüşvet verdiği görevlilerin isimlerini verip,
kim olduklarını söylemesi gerektiğini defalarca vurgulamasına karşılık patron, müstehzi
bir suratla, kırık plak gibi adamların geleceğiyle oynamak istemediğini
tekrarlıyordu.
Aniden siniri tepesine çıkmış, adamın suratına bir yumruk
patlatmamak için kendisini zor frenlemişti. Ulan sen benle, dalga mı geçiyorsun
dercesine yüzüne bakmış ve “madem öyle, adamların geleceğini düşünecektiniz de
neden ses kaydı var diye şikayet ettiniz ve madem kayıt silindi, neden bunu ek
bir dilekçe ile bildirmediniz de beni buralara kadar getirttiniz? Dedikten
sonra bütün bunları ifade tutanağına geçirmesi gerektiğini söyleyip, arkasındaki
toplantı masasının yanında bir sandalyede oturmakta olan daktilo memuruna
dönerek, daktilosuna bir kağıt takmasını istemişti. Patron ne olduğunu anlamak
ve bundan sonra ne yapması gerektiğini sormak ister gibi boş gözlerle yönetim
kurulu üyelerine bakakalmıştı. Onlarsa, baştan beri olduğu gibi hiç konuşmuyor,
yüzlerindeki ciddi ve sıkıntılı ifadeyle sadece dinliyorlardı.
***
Patron, buna gerek yok falan diyerek yazılı ifade vermek
istememişse de,Sıtkı, dilekçesinde söz ettiği bir kasetin artık olmadığını
söylemesiyle ortaya çıkan yeni durumun yazılı olarak tutanağa bağlanmasının,
soruşturmanın tamamlanması için şart olduğunu, kendisinin yazılı beyanı olmadan
bir rüşvet şikayetini kaset silinmiş diyerek kapatmasının söz konusu
olamayacağını, aslında iddia sahibi olarak isim vermesinin şart olduğunu,
vermiyorsa da bunu yazılı olarak kayıt altına alması gerektiğini söyleyerek, ikna
etmiş ve patronun, daktilo memurunun yanına oturmasını sağlamıştı.
Hiç kukusuz, patron ne beyan ediyorsa onu yazacaktı.
Kendisinin yazdırmak isteyip, istemediğini sorup, siz yazdırın yanıtını
aldıktan sonra kısaca az önce anlattıkları ile daha önce dilekçesinde
belirttikleri dışında söyleyeceği farklı bir hususun bulunmadığını, her ne
kadar dilekçesinde kendisinden rüşvet istendiğine ve verdiğine ilişkin bir ses
kaseti olduğunu belirtmişse de, bu ses kaydının yanlışlıkla silindiğini, rüşvet
verdiği kişilerin isimlerini adamların geleceğini düşünerek vermek istemediğini
yazdırmış ve tutanağın altına, zabıt katibi olarak daktilo memurunun,
kendisinin ve patronun isimlerini açtırarak kağıdı çıkarttırmış ve imzaları
attırdıktan sonra daktilo memuruna yeni bir kağıt takmasını söylemişti.
Herkes bu ikinci kağıdın niye takıldığını soran gözlerle
bana bakıyordu.
Patronun, ses kasetinin silindiğini söylemesine rağmen, hem rüşvet
verdiğini ısrarla belirtip, hem de kime veya kimlere verdiğini söylememesi, soruşturmayı
ve dolayısıyla Sıtkı’nın kendisini sıkıntıya sokmaktaydı. Aslına bakılırsa,
şirketin ürettiği mallardan nefaset kesilmesine ve teminatının irat
kaydedilmesine ilişkin teknik raporlar ve tutanaklar ortada rüşvet verilmesine
müsait bir ortamın olmadığını gösteriyor, adamın hal ve hareketlerindeki
tutarsızlıklar da bu iddianın doğru olmadığı izlenimini veriyordu. Dolayısıyla,
rapor bunu ortaya koyar şekilde yazılabilirdi. Ancak, bu iddiayı araştırmadan
soruşturmayı tamamlamış gibi görünmek de Sıtkı’yı rahatsız ederdi. Lakin ortaya
atılan afaki bir iddiayı, elde hiçbir veri yokken aydınlığa kavuşturmak da
neredeyse imkansızdı.
İşte daktiloya takılan ikinci kağıt, bu işi imkansız görünen
işi çözmek içindi.
Artık neredeyse çıt çıkmayan odadaki meraklı gözler üzerindeyken,
bütün olan biteni neler olduğunu anlamaya çalışarak izleyen daktilo memuruna,
yaz demişti; “Pendik Cumhuriyet Savcılığına, ….daha önce bakanlığımıza verdiği
şikayet dilekçesinde, kendisinden rüşvet istendiğini ve verdiğini, bunun delili
olarak elinde ses kaseti olduğunu yazılı olarak bildirmiş olan şikayetçi…., bu
şikayet üzerine yürüttüğüm soruşturma sırasında, aynı iddiayı ileri sürmesine
karşılık ses kasetinin silindiğini beyan edip, kendisinin rüşvet isteyenleri ve
kimlere rüşvet verdiğini söylememekte ısrar etmiştir. Soruşturmamız idari
yönden tamamlanmış olmakla birlikte rüşvet alıp verme fiili, Türk Ceza
Yasasında düzenlenmiş bir suç olduğu
cihetle, konunun cezai yönden kovuşturulması için iş bu suç duyurusunun yapılması
zorunlu olmuştur…”
Daktilodan çıkartılan kağıdı eline alıp patrona dönerek, “beyefendi
duyduğunuz gibi rüşvet, ceza yasası kapsamsında bir suç olması nedeniyle esasen
Cumhuriyet Savcılığınca takip edilmesi gerekir. Buradan çıktığımda, bu yazımı
ilgili savcılığa vereceğim. Biliyorsunuz rüşveti almak kadar vermek de suçtur. Artık
rüşveti kime verdiğinizi savcıya söylersiniz, der demez, bu yaşananları
yaklaşık iki saattir hiç konuşmadan izlemekte olan yönetim kurulu üyelerinden
yüksek rütbeli emekli asker olanı hiddetle ayağa kalkmıştı. Patrona hitaben,
“bu işi bu kadar uzatmaya ne gerek vardı, sonunda başımızın belaya gireceğini
size söylemiştim.” Diye yüksek sesle serzenişte bulununca, o saatlerdir
yüzündeki müstehzi ifadeyle, alçak dağları ben yarattım havasında konuşan
patron, işin nereye varacağını idrak etmiş olmalı ki, birden yelkenleri
indirerek, “hayır, hayır ben kimseye rüşvet vermedim ve kimse de benden rüşvet
istemedi. Paramızı kestikleri için kızdım.” diyerek hışımla yerinden fırlamıştı.
Az sonra herkes sakinleşmişti; patron mahcup bir tavırla,
bir taraftan onun savcılığa hitaben yazdırdığı suç duyurusu yazısını yırtıyor,
bir taraftan da daktiloya taktırdığı üçüncü kağıda, “bakanlığa verdiğim şikayet
dilekçesinde yer alan rüşvet iddiaları ile buna ait bir ses kaseti olduğu
hususu sehven ifade edilmiş olup, böyle bir durumun yaşanması söz konusu
değildir”…cümlelerini bizzat kendisi yazdırıyordu.
Akşamüstü fabrikadan ayrılıp, kendilerini beklemekte olan
eski pikabın şoför mahalline daktilo memuru ile sıkıştığında yorgun, ama bir
soruşturmayı daha hakkıyla tamamlayarak akşama evine hareket edecek olmanın
huzuru içindeydi.
Kartal kömür deposuna doğru yol alırken daktilo memurunun,
mahcup, içten ve saygılı sesiyle “müfettiş bey senin işin bizimkinden zormuş,
ama o kendini beğenmiş sahtekarlara iyi ders verdin, helal olsun” demesi de bütün
yorgunluğunu almıştı.
Artık keyfine diyecek yoktu...
Mustafa Tuğrul Turhan
26.02.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder