20 Ocak 2014 Pazartesi

KANDİL ORUCU

Ağrı teftişi bitmiş, sıra Kars teftişine gelmişti.

Ağrı ilinin müdürü Erdoğan bey, iyi ve nazik bir insandı. Teftişi süresince Cemil’e çok saygılı davranmış, oradaki teftişini bitirip sıra Kars ilinde yapacağı teftişe gelince, yola otobüsle gitmesini istememiş, makam aracını tahsis ederek, onu Kars’a bırakıp dönmek üzere yolculuğuna eşlik etmişti.

Resmi plakalı otomobil Kars entegre tesislerine girerken hava karamaya başladığı için Cemil, geceyi geçirip sabah dönmesini söylediyse de Erdoğan bey dinlememiş, üstü kapalı, Kars’ın müdürüyle pek anlaşamadığını o nedenle kalmak istemediğini söylemişti. Cemil’de doğu illerindeki teftişleri için Ankara’dan yola çıkarken, daha önce Kars’ta teftiş yapmış olan müfettiş arkadaşlarından, buranın müdürünün geçimsiz, burnu büyük birisi olduğunu, özellikle müfettişleri sevmediğini ve ters davrandığını öğrendiğinden gece kalması için ısrarcı olmamıştı.

Nizamiye kapısındaki bekçiler, aracın kuruma ait resmi plakasını ve içinde de daha önce iş gereği gelip, gitmiş olan Ağrı müdürünü görünce, sorgulamadan geçmelerine izin vermişti.

İdare binasının önünde park ettiklerinde mesai saati henüz bitmiş, memurlar dağılmaya başlamıştı. Araçtan inerken Ağrı müdürü, on, on beş metre ilerideki binanın giriş kapısına çıkan iki üç basamaklı merdivenlerin hemen önünde toplanmış olan grubu işaret ederek, “ işte, müdür bey de mesaiyi sonlandırmış yardımcılarıyla, sohbet ediyor.” Dediği an, gruptakiler de onları fark etmiş, fakat hiç istiflerini bozmamıştı.

Guruba doğru yürüdüklerinde de bir hareketlenme olmamış, içlerinden bir ikisi Ağrı müdürüne, “o, hangi rüzgar attı” filan dediyse de öyle canı gönülden bir hoş geldin diyen de çıkmamıştı. Hele, ellerini pantolonunun cebine sokmuş vaziyette grubun tam ortasında duran Kars’ın müdürü, kılını bile kıpırdatmamıştı. Bu hareketi, Erdoğan beyin geceyi burada geçirmektense, hiç dinlenmeden, karanlıkta yolculuk yaparak dönmekte ne kadar haklı olduğunu anlamaya yetiyordu.

Erdoğan bey, Cemil’i kim olduğunu söyleyerek tanıştırdığında, yanındakiler toparlandılarsa da Kars müdürü, onların yanında kendisine çeki düzen vermeyi fiyakasının bozulması olarak görmüş olsa gerek, ellerini pantolonunun cebinden çıkartmaya bile ihtiyaç duymadan yarım ağız bir “hoş gelmişsiniz” demiş, sanki her gün onlarca müfettiş gelip gidiyormuş, Cemil’in gelişi de sıradan bir işmiş gibi davranmış, gruptakilere dönerek konuşmaya devam etmişti.

Elini pantolonunun cebinden çıkartmaya bile gerek görmemekle etrafındakiler karşısında sözde itibarını korumaya çalışırken, Cemil’in temsil ettiği görevin itibarını ayaklar altına aldığının a farkında değildi ya da bunu bilerek yapmıştı.

Kısacası, Müdürün davranışları Ankara’daki arkadaşlarının verdikleri bilgilerle tam örtüşüyordu. Ama Cemil, arkadaşlarından farklıydı; böyle davranışlara karşı mutlaka bir tepki verir, rahatsızlığını belli eder, hatta haddini aşan olursa, kibarca haddini bildirirdi. Bu da onun tarzıydı.

Diğer müfettişlerin, teftişe gittikleri yerlerde ayaklarının tozuyla yaptıkları kasa sayımı denilen işi pek önemsemediği için olsa gerek, Cemil genellikle, önce gittiği yerin amiriyle tanışıp, teftişe geldiğini söyledikten sonra kasa sayımı yapmasına karşılık, Kars müdürünün saygısız davranışı karşısında, birden tepesi atmış aklına ilk gelen kasayı saymak olmuştu. Amacı, burada bir açık bulmaktan ziyade, sert bir hava estirip derhal teftişe başlayarak, müdürü rahatsız etmekti.  

“Evet, müdür bey, kasa ne tarafta göster bakalım ve benimle gel” deyip, hızlı adımlarla idare binasına doğru yöneldiğinde oradaki herkes şaşırmış, kendilerini teftiş ettiğinde, son derece nazik olduğunu yaşayarak görmüş olan Ağrı’nın müdürünün yüzündeyse, Cemil’in bu davranışı niye yaptığını anladığını ve ona hak verdiğini gösteren anlamlı bir tebessüm belirmişti.

O, elleri cebinde, küçük dağları ben yarattım der gibi duran müdür, adımlarını açarak arkasından yetişmeye çalışırken, bir yandan da“müfettiş bey normal teftiş için mi yoksa bir soruşturma için mi geldiniz?” Diye sormuş, Cemil, “Öğrenirsin telaş etme, hep böyle aceleci misin?” Dediğinde, iyice rahatsız olmuş, o az önceki mağrur halinden eser kalmamıştı.

Kasayı sayıp, onları binanın bahçesinde bekleyenlerin yanına döndüklerinde, Erdoğan bey, gece kalmak istemeyip geri dönmek istediğini yineleyince Cemil, karanlıkta yolculuk yapmasının doğru olmayacağını sabah gitmesini bir kez daha söylediyse de dinletememiş, Erdoğan bey, haf,fçe eğilerek diğerlerine hissettirmeden kulağına “bu adama tahammül emiyorum, kusura bakmayın” diye fısıldayınca da kalması için ısrarcı olamamıştı. Çünkü pek de haksız sayılmazdı.
                                                   ***
Lokalde yalnız yediği hafif akşam yemeğinin ardından misafirhanedeki odasına çekilmiş, çok geçmeden de yolculuğun verdiği yorgunluktan olsa gerek, iyi bir uyku çekmek için yatağa girmişti.

Sabah uyandığında deliksiz uykunun verdiği dinçlikle kendini çok iyi hissettiğini fark etmiş, iyi bir gün geçirmek dileğiyle duşunu alıp, rutin temizliklerini yaparak, giyindikten sonra odasından çıktığında, telaşlı hareketlerle önüne geçen orta yaşlı, zayıf, kara yağız bir erkek, şiveli konuşmasıyla, “günaydın efendim ben lokal görevlisiyem, kahvaltınızı buraya mı hazırlayam, yoksam müdür begin odasına mı?” diye sorduğunda, önce müdür beyin odası ne alaka diye biraz düşünmüş, ardından, “müdür beyin odasında da yapabiliyor muyuz” diye sorup, evet cevabını alınca, “o zaman orada alayım” demişti
                                                    ***
Bu iyi olacaktı, niyeti, sabah kahvaltı ederken de müdür beyin biraz havasını almaktı.

Lokal görevlisinin yol göstermesiyle Kars Müdürü Hüseyin beyin odasına girdiğinde, müdür kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle yerinden kalkarak, onu karşılamış ve masasının önündeki misafir koltuklarından birini işaret edip, saygılı hareketlerle oturmasını bekledikten sonra makamına geçmişti.

Nasıl geceyi iyi geçirdiniz mi, inşallah dinlenmişsinizdir gibi usulen sorulan sorulara, yine usulen yanıtlar verirken, görevlilerin itinayla hemen önündeki sehpanın üzerine yerleştirdikleri büyük tepsi içindeki oldukça zengin görünen kahvaltısına başlamıştı bile Cemil. İçecek olarak meyve suyu mu, çay mı alırsınız diye sorduklarında çay isteyince müdür Hüseyin bey de, “benimki de çay olsun” demişti.

Müdür, mutat bir teftiş nedeniyle mi, yoksa bir soruşturma için mi geldiğini öğrenmek amacıyla, dönüp dolaşıp konuyu ne sebeple orada bulunduğuna getirmeye çalışsa da Cemil, ser verip sır vermiyor, aklı kahvaltıdaymış gibi söylenenleri pek duymazdan, anlamazdan geliyordu. Bu halinin, Müdürü daha da meraklandırdığını görüp, hissettikçe önceki gün ellerli cebinde kasıla kasıla duruşu aklına geliyor, için için gülüyordu.

Bir yandan bunlar olurken, bir yandan da kahvaltı servisini yapan görevli çaylarını tazelemişti. İkinci bardak çaylarını yudumlamaya başlamışlardı ki, müdür bey, birden aklına bir şey gelmiş, bir büyük hata yapmış da yeni fark etmiş gibi bir sesle “eyvah” diye bağırarak, oturduğu yerden fırlayıp ne yapacağını bilmez bir yüz ifadesiyle ona bakmaya başlayınca çok şaşırmıştı Cemil.

“Hayrola müdür bey, ne oldu?” diye sorduğunda Hüseyin bey, ağlamaklı bir sesle, o günün kandil ve kendisinin de oruçlu olduğunu, lafa dalınca unutup çay içtiğini ikinci bardağı yarıladıktan sonra oruçlu olduğunu hatırladığını söyleyince, yüksek seli bir kahkaha atmamak için dudaklarını ısırmış, kendisini zor tutmuştu.

O an fark etmişti ki, aslında o sert ve otoriter görünen müdür profilinin altında, saf, hatta biraz çocuksu ve de müfettiş karşısında hemen bütün memurlar gibi heyecanlanan bir başka insan vardı.

Birden, önceki günden beri oynadığı sert, ne için geldiği belli olmayan, bir soruşturma nedeniyle gelme olasılığı yüksek olan müfettiş görüntüsü vererek, bu olaya neden olduğunu düşünüp üzülmüş, suçluluk hissetmiş ve kendisine kızmıştı.

Derhal durumu telafi etme gereği duyarak, kırk yıllık bir din otoritesiymiş gibi, “yo, yo üzülmeyin, öyle unutularak bir şey yenilip, içildiğinde oruç bozulmaz” diyerek, müdürü teselli etmeye girişmiş, değişik kelimelerle bu anlama gelen birçok cümleyi peş peşe sıralamıştı. Müdürün bunlarla ikna olmadığını görünce de “ bakın ben buraya mutat bir teftiş için geldim ve bu vesileyle de sizin gibi değerli bir müdürle tanışmış oldum, önemli olan niyetiniz, siz onu bilerek ve isteyerek bozmadınız ki, hem sizi ben lafa tuttum bir günahı varsa bana aittir.” diyerek rahatlamasını sağlamıştı.

Tahminine göre Hüseyin beyin rahatlamasında, “bir günahı varsa bana aittir sizi ben lafa tutum” sözcükleri, etkili olmuş, kendisine iltifat ettiği müdür, buna karşılık olarak,“olur mu öyle şey, sizin ne kabahatiniz var; dalgınlık işte, hem dediğiniz gibi unutunca bozulmaz derler, siz kendinizi üzmeyin. Ben tutmaya devam ederim, Rabbim kabul ederse ne ala...”  demiş, konu tatlıya bağlanmıştı.
                                                         ***
Bu olay, aradaki gergin havayı tamamen ortadan kaldırmış, teftiş yaptığı süre içinde Hüseyin beyle Cemil, neredeyse çok iyi iki arkadaş olmuştu.

Demek ki, hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildi. Ki bu, insanlar için çok daha fazla böyleydi...

Bir hareketine bakarak veya başkalarının anlattıklarına dayanarak insanlar hakkında kanaat sahibi olmak çok yanlış bir davranıştı.

Kandil orucu bunu Cemil’e bir kez daha öğretmişti.

           Mustafa Tuğrul Turhan                                 
           15.02.2013                                                     

 


  
 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder