26 Ocak 2014 Pazar

Kibrit Arkadaşlarım

Müfettişliğin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını işe başladıktan sonra görmüştü Orhan. Teftiş için gittiği turnelerde evinden, ailesinden uzakta geçince günleri, anlamıştı davulun sesinin uzaktan hoş geldiğini.
Hiç unutmuyordu; gencecik bir müfettiş adayı olarak işe yeni başladığında Teftiş Kurulu Başkanı, bu son görevine gelmeden önce otuz yıl müfettişlik yaptığını ve senede altı ay turnede olduğu gerçeğinden hareketle bir hesaplama yaptığında, yaklaşık on beş yılının evinden uzakta geçtiğini üzülerek gördüğünü söylemişti. Hemen ardından da bir sır verir gibi fısıldayarak, daha önünde uzun yıllar olduğu için gün bitip de akşam olduğunda yuvasına, ailesine döneceği başka bir mesleğe yönelmesini önermişti Orhan’a.
Dile kolaydı, çalışma yaşamının yarısını evden ayrı geçirmek.
O gün, bunun ne anlama geldiğini tam anlamsa da, ilk teftiş yeri olan Adapazarı’na gitmek için evden ayrıldığında oldukça zor bir işe girdiğini fark etmişti. Daha ilk günden eşi ve küçük kızı burnunda tütüyordu. Anlamıştı ki, ailesinden kısa süre de olsa ayrı kalmak onun gibi çocuğuna düşkün, evcimen birisi için hiç de kolay değildi. Müfettişlik olsa olsa yapacağı en son iş olabilirdi. Ne var ki, düz memuriyete göre daha iyi para kazanabilmesi için bu işi yapmaktan başka çaresi de yoktu. 
  
                                                                          ***
Her hafta sonunda yaptığı gibi o Cuma günü de kızını ve eşini görmek için mesai bitiminden sonra Adapazarı Ankara asfaltı kavşağından bir otobüse binmiş, Ankara’ya doğru yola koyulmuştu. Cumartesi ve Pazarı evinde geçirecek, Pazartesi sabah erkenden görev yerine dönecekti.  
O zamanlar, toplu taşım araçlarında sigara içme yasağı olmadığından bir sigara yakıp iki geceliğine de olsa eve dönüşünün keyfini çıkartmak istiyordu.
Ceketinin cebindeki paketten bir sigara çıkartıp dudaklarının arasına aldığında onu yakmak için gerekli olan çakmağını çalışma odasında unuttuğunu fark etmiş, hemen sol tarafındaki koltukta oturan ve otobüse bindiğinden beri yoğun bir sohbet içinde olmalarından yakın arkadaş olduklarını tahmin ettiği iki kişiye doğru eğilerek, kibrit veya çakmakları olup olmadığını sormuştu. Kendisine yakın koltukta oturan kısa saçlı, esmer, ince yüzlü, ince dudaklı olanı, cebinden çıkarttığı kibrit kutusunu eline tutuştururken, hafiften kartlaşmış sesi ve kadınsı konuşmasıyla çok nazik bir biçimde, “ateş sizde kalabilir, bizim ateşimiz çok” demiş, bu söz üzerine cam tarafında oturan diğeri, kadınsı bir kahkaha patlatmıştı.
Bu davranışlar Orhan’a biraz garip gelmişse de bozuntuya vermemiş,  ilk molada bir kibrit alıp iade edeceğini söyleyerek, kendilerine teşekkür etmişti.
Etmişti, ama aralarındaki konuşma bununla bitmemişti. İnce yüzlü esmer olanı, nereden gelip nereye gittiğini sormuş, oldukça neşeli görünen yanındaki beyaz tenli, sarışın ve yeşil gözlü arkadaşıysa, Orhan sormadan, hafta sonu tatilini geçirmek için İstanbul’dan Akçakoca’ya gittiklerini efemine vücut dilini de kullanarak, sözcüklerin sonunu uzatan kadınsı bir konuşmayla anlatmıştı.
Orhan, yolculuk yaparken tanımadığı insanlarla sohbet etmekten hiç hoşlanmasa da ellerinden kurtulması imkansız gibiydi. Peş peşe gelen yeni sorularına, yarım ağızla isteksiz bir biçimde yanıtlar veriyor ve sohbeti sürdürmek için yeni hiçbir şey söylemiyordu; ancak bu tavrı, onların sohbete devam etmelerini engellemiyordu. 
Neyse ki, birkaç dakika sonra kaptanları Akyazı’da yemek molası vermiş, bir nefes alma fırsatı bulmuştu.
***

Yola çıkmadan az önce yemek yediğinden, restoran tarafına hiç uğramadan hediyelik eşya satan dükkanlara doğru yönelmişti Orhan. Aradığı veya alacağı bir şey olmamasına rağmen mola süresini doldurmak için paketlenmiş lokumlara, üzerlerine isimler yazılmış sigara ağızlıklarına, çeşit çeşit anahtarlıklara, laf olsun diye bakarak oyalanmış, mola veren otobüslerin sayısı arttıkça ses düzeyi de yükseltilen hoparlörlerden birbirine karışarak etrafa yayılan gürültülü müzikleri dinlemiş ve hareket saati yaklaşırken, dükkanlardan birisinden iki kutu kibrit alıp otobüse dönmüştü.
Yol arkadaşlarından aldığı borç kibriti geri verecekti.
Bir de ne görsün, onlar otobüse Orhan’dan önce dönmüş ve beyaz tenli sarışın olanı onun koltuğuna oturmuştu. Yanlarına geldiğinde, esmer ince yüzlü olanı “biraz yer değiştirelim istedik, onunla nasıl olsa konuşuruz gel sen böyle otur “ diyerek, yanındaki boş koltuğu göstermiş, Orhan da çaresiz o koltuğa oturmak zorunda kalmıştı.  
Artık muhabbetten kaçma ve kurtulma şansı hiç kalmamıştı.
Görenler onları, sanki kırk yıllık arkadaşları sanırdı. Aldığı kibritlerden birisini teşekkür ederek iade ettiğinde sarışın olanı,  “aman ne önemi vardı canım, altı üstü bir kutu kibrit, sen de borcunu ödemeye ne kadar meraklıymışsın ” dedikten sonra o bir şuh kahkaha daha atmış, ön sıralardakilerin hepsi dönüp onlara bakmıştı. Orhan, o an bu efemine tavırlı yol arkadaşlarıyla bir arada görünmekten çok ciddi rahatsızlık duymuştu.
Tipleri ve konuşmalarının, hele de bu kahkahaların herkesin dikkatini çektiğini gördükçe, yanlarında olmaktan duyduğu huzursuzluğu da artmıştı.
Ama artık yapacak bir şey de yoktu.  Belli ki, Akçakoca’ya gidecekleri için Karadeniz yol ayrımı olan Yeniçağa’ya gelip de otobüsten inene kadar onlara ve sohbetlerine katlanacaktı.
Konuştukça laf lafı açmış, sohbet sandığının tersine gelişmiş, hiç de can sıkıcı bir seyir izlememişti. Bunda, her şeyden önce ikisinin de önyargılarının ve riyalarının olmamasının payı çok büyüktü. Böyle olunca, Orhan da açılmıştı; onların tiyatrocu olduklarını, esmer ince yüzlü olanının, o dönemin ünlü “Olacak O Kadar” isimli televizyon dizisinde oynadığını,  İstanbul’da yaşadıklarını öğrenmiş, karşılığında kendisinin de müfettiş olduğunu, Adapazarı’nda teftiş nedeniyle bulunduğunu, çocuğunu ve eşini görmek için hafta sonu tatilinde Ankara’ya gittiğini anlatmıştı.
Öylesine kaynaşmıştı ki, yanında oturduğu esmer ince yüzlü olanına, kendisini ekranlardan tanımakla beraber, birden çıkartamamasından dolayı özür bile dilemişti.
Orhan’ın mesleği, iki yol arkadaşının da ilgilerini çekmiş, tam olarak ne yaptığını öğrenmek amacıyla meraklı sorular sormuşlar, sonunda onlar da işinin pek de keyifle yapılacak bir iş olmadığı kanaatine varmışlardı.
Esmer ince yüzlü olanı, “ ben onu bunu bilmem, insanın akşam olunca evine döneceği bir işi olmalı, parası az da olsa evinde çoluğu çocuğuyla vakit geçirebilmesine imkan vermeli” diyerek yarasını deşmiş, Orhan da kendisinin de böyle düşündüğünü ve bu yüzden tedirginlik yaşadığını, mutlu olmadığını söylemişti. Bunun üzerine esmer olanı bu konuda yorum yaparak Orhan’ı üzdüğüne pişman olmuş bir yüz ifadesiyle, moral verip teselli etmek istercesine, “yok canım o kadar da değil, mutlaka zevkli tarafları da vardır” diyerek incelikle vaziyeti kurtarmaya çalışmıştı.
Orhan, o güne kadar kimseyle mesleği üzerine bu denli samimi bir konuşma yapmadığı,  kimsenin tereddütlerini anladığını görmediği için olsa gerek, bu sıcak ve içten sohbetten çok duygulanmış, ikisine de ısınmıştı. Artık onların yanında oturuyor olmaktan hiç rahatsızlık duymuyor, tersine büyük keyif alıyordu.
Lakin her güzel şeyde olduğu gibi zaman hızla akmış, otobüsleri Akçakoca yol ayrımına gelmişti. Topu topu, bir buçuk iki saattir beraber olduğu iki yol arkadaşı, kendisinden İstanbul’a yolu düşerse mutlaka misafirleri olması için söz alarak vedalaştığında, sanki iki eski dosttan ayrılıyor gibi üzülmüştü Orhan.

                                                             ***
Hafta sonu tatilini evinde geçirerek, Pazartesi sabah erkenden Adapazarı’na döndüğünde, çalışma odasındaki masasının üzerinde adına gönderilmiş bir zarf olduğunu gördüğünde,  çoğu kez olduğu gibi birilerinin yine, hazır müfettiş buradayken bizim şikayetimizi de incelesin düşüncesiyle bir ihbar mektubu gönderdiğini sanmış, bunun, durup dururken burada kalış süresini uzatacağı endişesiyle zarfı hışımla açtığındaysa, Akçakoca’da güneşin batışını gösteren güzel bir kartpostalla karşılaşmıştı.
Kartpostalın arkasında, “Akçakoca’da güneş batarken bir duble rakı da senin için ve dostluğuna içiyoruz” yazıyordu.
İnanamamıştı Orhan, iki yol arkadaşının gider gitmez kendisine bir kartpostal atmaları ne büyük incelikti.
Hayat kavgası devam ederken iki yol arkadaşını bir daha hiç görememişti.
Fakat insanların dış görünüşlerinin veya tercihlerinin değil, yüreklerinin önemli olduğunu kendisine bir kez daha öğreten bu iki yol arkadaşını hiç ama hiç unutmamış ve hep sevgiyle anmıştı.
Yıllar sonra esmer ince yüzlünün hayatını kaybettiğini televizyonlardan öğrendiğindeyse, yapabileceği tek şeyi yapıp, onun için dua etmişti.


Mustafa Tuğrul Turhan                                                                  14.07.2013 Ankara

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder