Kibrit
Arkadaşlarım
Müfettişliğin
dışarıdan göründüğü gibi olmadığını işe başladıktan sonra görmüştü Orhan. Teftiş
için gittiği turnelerde evinden, ailesinden uzakta geçince günleri, anlamıştı
davulun sesinin uzaktan hoş geldiğini.
Hiç
unutmuyordu; gencecik bir müfettiş adayı olarak işe yeni başladığında Teftiş
Kurulu Başkanı, bu son görevine gelmeden önce otuz yıl müfettişlik yaptığını ve
senede altı ay turnede olduğu gerçeğinden hareketle bir hesaplama yaptığında, yaklaşık
on beş yılının evinden uzakta geçtiğini üzülerek gördüğünü söylemişti. Hemen
ardından da bir sır verir gibi fısıldayarak, daha önünde uzun yıllar olduğu için
gün bitip de akşam olduğunda yuvasına, ailesine döneceği başka bir mesleğe
yönelmesini önermişti Orhan’a.
Dile
kolaydı, çalışma yaşamının yarısını evden ayrı geçirmek.
O
gün, bunun ne anlama geldiğini tam anlamsa da, ilk teftiş yeri olan
Adapazarı’na gitmek için evden ayrıldığında oldukça zor bir işe girdiğini fark
etmişti. Daha ilk günden eşi ve küçük kızı burnunda tütüyordu. Anlamıştı ki, ailesinden
kısa süre de olsa ayrı kalmak onun gibi çocuğuna düşkün, evcimen birisi için hiç
de kolay değildi. Müfettişlik olsa olsa yapacağı en son iş olabilirdi. Ne var
ki, düz memuriyete göre daha iyi para kazanabilmesi için bu işi yapmaktan başka
çaresi de yoktu.
***
Her
hafta sonunda yaptığı gibi o Cuma günü de kızını ve eşini görmek için mesai
bitiminden sonra Adapazarı Ankara asfaltı kavşağından bir otobüse binmiş, Ankara’ya
doğru yola koyulmuştu. Cumartesi ve Pazarı evinde geçirecek, Pazartesi sabah
erkenden görev yerine dönecekti.
O
zamanlar, toplu taşım araçlarında sigara içme yasağı olmadığından bir sigara
yakıp iki geceliğine de olsa eve dönüşünün keyfini çıkartmak istiyordu.
Ceketinin
cebindeki paketten bir sigara çıkartıp dudaklarının arasına aldığında onu
yakmak için gerekli olan çakmağını çalışma odasında unuttuğunu fark etmiş, hemen
sol tarafındaki koltukta oturan ve otobüse bindiğinden beri yoğun bir sohbet
içinde olmalarından yakın arkadaş olduklarını tahmin ettiği iki kişiye doğru
eğilerek, kibrit veya çakmakları olup olmadığını sormuştu. Kendisine yakın
koltukta oturan kısa saçlı, esmer, ince yüzlü, ince dudaklı olanı, cebinden
çıkarttığı kibrit kutusunu eline tutuştururken, hafiften kartlaşmış sesi ve
kadınsı konuşmasıyla çok nazik bir biçimde, “ateş sizde kalabilir, bizim
ateşimiz çok” demiş, bu söz üzerine cam tarafında oturan diğeri, kadınsı bir kahkaha
patlatmıştı.
Bu
davranışlar Orhan’a biraz garip gelmişse de bozuntuya vermemiş, ilk molada bir kibrit alıp iade edeceğini
söyleyerek, kendilerine teşekkür etmişti.
Etmişti,
ama aralarındaki konuşma bununla bitmemişti. İnce yüzlü esmer olanı, nereden
gelip nereye gittiğini sormuş, oldukça neşeli görünen yanındaki beyaz tenli, sarışın
ve yeşil gözlü arkadaşıysa, Orhan sormadan, hafta sonu tatilini geçirmek için
İstanbul’dan Akçakoca’ya gittiklerini efemine vücut dilini de kullanarak, sözcüklerin
sonunu uzatan kadınsı bir konuşmayla anlatmıştı.
Orhan,
yolculuk yaparken tanımadığı insanlarla sohbet etmekten hiç hoşlanmasa da
ellerinden kurtulması imkansız gibiydi. Peş peşe gelen yeni sorularına, yarım
ağızla isteksiz bir biçimde yanıtlar veriyor ve sohbeti sürdürmek için yeni hiçbir
şey söylemiyordu; ancak bu tavrı, onların sohbete devam etmelerini
engellemiyordu.
Neyse
ki, birkaç dakika sonra kaptanları Akyazı’da yemek molası vermiş, bir nefes
alma fırsatı bulmuştu.
***
Yola
çıkmadan az önce yemek yediğinden, restoran tarafına hiç uğramadan hediyelik
eşya satan dükkanlara doğru yönelmişti Orhan. Aradığı veya alacağı bir şey
olmamasına rağmen mola süresini doldurmak için paketlenmiş lokumlara,
üzerlerine isimler yazılmış sigara ağızlıklarına, çeşit çeşit anahtarlıklara,
laf olsun diye bakarak oyalanmış, mola veren otobüslerin sayısı arttıkça ses
düzeyi de yükseltilen hoparlörlerden birbirine karışarak etrafa yayılan
gürültülü müzikleri dinlemiş ve hareket saati yaklaşırken, dükkanlardan birisinden
iki kutu kibrit alıp otobüse dönmüştü.
Yol
arkadaşlarından aldığı borç kibriti geri verecekti.
Bir
de ne görsün, onlar otobüse Orhan’dan önce dönmüş ve beyaz tenli sarışın olanı
onun koltuğuna oturmuştu. Yanlarına geldiğinde, esmer ince yüzlü olanı “biraz
yer değiştirelim istedik, onunla nasıl olsa konuşuruz gel sen böyle otur “
diyerek, yanındaki boş koltuğu göstermiş, Orhan da çaresiz o koltuğa oturmak
zorunda kalmıştı.
Artık
muhabbetten kaçma ve kurtulma şansı hiç kalmamıştı.
Görenler
onları, sanki kırk yıllık arkadaşları sanırdı. Aldığı kibritlerden birisini
teşekkür ederek iade ettiğinde sarışın olanı,
“aman ne önemi vardı canım, altı üstü bir kutu kibrit, sen de borcunu
ödemeye ne kadar meraklıymışsın ” dedikten sonra o bir şuh kahkaha daha atmış,
ön sıralardakilerin hepsi dönüp onlara bakmıştı. Orhan, o an bu efemine tavırlı
yol arkadaşlarıyla bir arada görünmekten çok ciddi rahatsızlık duymuştu.
Tipleri
ve konuşmalarının, hele de bu kahkahaların herkesin dikkatini çektiğini gördükçe,
yanlarında olmaktan duyduğu huzursuzluğu da artmıştı.
Ama
artık yapacak bir şey de yoktu. Belli
ki, Akçakoca’ya gidecekleri için Karadeniz yol ayrımı olan Yeniçağa’ya gelip de
otobüsten inene kadar onlara ve sohbetlerine katlanacaktı.
Konuştukça
laf lafı açmış, sohbet sandığının tersine gelişmiş, hiç de can sıkıcı bir seyir
izlememişti. Bunda, her şeyden önce ikisinin de önyargılarının ve riyalarının olmamasının
payı çok büyüktü. Böyle olunca, Orhan da açılmıştı; onların tiyatrocu olduklarını,
esmer ince yüzlü olanının, o dönemin ünlü “Olacak O Kadar” isimli televizyon
dizisinde oynadığını, İstanbul’da
yaşadıklarını öğrenmiş, karşılığında kendisinin de müfettiş olduğunu, Adapazarı’nda
teftiş nedeniyle bulunduğunu, çocuğunu ve eşini görmek için hafta sonu
tatilinde Ankara’ya gittiğini anlatmıştı.
Öylesine
kaynaşmıştı ki, yanında oturduğu esmer ince yüzlü olanına, kendisini
ekranlardan tanımakla beraber, birden çıkartamamasından dolayı özür bile dilemişti.
Orhan’ın
mesleği, iki yol arkadaşının da ilgilerini çekmiş, tam olarak ne yaptığını
öğrenmek amacıyla meraklı sorular sormuşlar, sonunda onlar da işinin pek de keyifle
yapılacak bir iş olmadığı kanaatine varmışlardı.
Esmer
ince yüzlü olanı, “ ben onu bunu bilmem, insanın akşam olunca evine döneceği
bir işi olmalı, parası az da olsa evinde çoluğu çocuğuyla vakit geçirebilmesine
imkan vermeli” diyerek yarasını deşmiş, Orhan da kendisinin de böyle düşündüğünü
ve bu yüzden tedirginlik yaşadığını, mutlu olmadığını söylemişti. Bunun üzerine
esmer olanı bu konuda yorum yaparak Orhan’ı üzdüğüne pişman olmuş bir yüz
ifadesiyle, moral verip teselli etmek istercesine, “yok canım o kadar da değil,
mutlaka zevkli tarafları da vardır” diyerek incelikle vaziyeti kurtarmaya
çalışmıştı.
Orhan,
o güne kadar kimseyle mesleği üzerine bu denli samimi bir konuşma yapmadığı, kimsenin tereddütlerini anladığını görmediği için
olsa gerek, bu sıcak ve içten sohbetten çok duygulanmış, ikisine de ısınmıştı. Artık
onların yanında oturuyor olmaktan hiç rahatsızlık duymuyor, tersine büyük keyif
alıyordu.
Lakin
her güzel şeyde olduğu gibi zaman hızla akmış, otobüsleri Akçakoca yol ayrımına
gelmişti. Topu topu, bir buçuk iki saattir beraber olduğu iki yol arkadaşı, kendisinden
İstanbul’a yolu düşerse mutlaka misafirleri olması için söz alarak vedalaştığında,
sanki iki eski dosttan ayrılıyor gibi üzülmüştü Orhan.
***
***
Hafta
sonu tatilini evinde geçirerek, Pazartesi sabah erkenden Adapazarı’na
döndüğünde, çalışma odasındaki masasının üzerinde adına gönderilmiş bir zarf
olduğunu gördüğünde, çoğu kez olduğu
gibi birilerinin yine, hazır müfettiş buradayken bizim şikayetimizi de incelesin
düşüncesiyle bir ihbar mektubu gönderdiğini sanmış, bunun, durup dururken
burada kalış süresini uzatacağı endişesiyle zarfı hışımla açtığındaysa,
Akçakoca’da güneşin batışını gösteren güzel bir kartpostalla karşılaşmıştı.
Kartpostalın
arkasında, “Akçakoca’da güneş batarken bir duble rakı da senin için ve dostluğuna
içiyoruz” yazıyordu.
İnanamamıştı
Orhan, iki yol arkadaşının gider gitmez kendisine bir kartpostal atmaları ne
büyük incelikti.
Hayat
kavgası devam ederken iki yol arkadaşını bir daha hiç görememişti.
Fakat
insanların dış görünüşlerinin veya tercihlerinin değil, yüreklerinin önemli
olduğunu kendisine bir kez daha öğreten bu iki yol arkadaşını hiç ama hiç
unutmamış ve hep sevgiyle anmıştı.
Yıllar
sonra esmer ince yüzlünün hayatını kaybettiğini televizyonlardan
öğrendiğindeyse, yapabileceği tek şeyi yapıp, onun için dua etmişti.
Mustafa Tuğrul Turhan
14.07.2013 Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder