13 Eylül 2014 Cumartesi

DARBE

Toplumun üstüne, bir karabasan gibi, çökmüştü askeri darbe. Sadece, yapılmasına gerekçe gösterilen siyasi kavganın keskin taraflarını değil, yaşamı boyunca siyasetten uzak durmuş kesimleri de etkiliyordu.

Gizli örgüt üyesi oldukları iddiasıyla sosyalist ve milliyetçi görüşe sahip öğrenciler, işçiler, sendikacılar, parti, dernek yöneticileri bir, bir toplanıyor, gözaltına alınanların akıbetini kimse bilmiyor, aileleri bile onları soramıyordu.

Her tarafta korku ve endişe vardı. Ses çıkartmak şöyle dursun, ağızları bıçak açmıyor, herkes gölgesinden kaçıyordu.

Aydın, demokrat geçinen köşe yazarları, darbeye övgüler diziyor, gazetelerin hemen hepsi askeri alkışlıyor, devletin tekelinde olan tek televizyon kanalı, saat başı darbecilerin bildirilerini okuyordu.
Bu ortamda, herkes gibi o da tedirgindi!

Sendikalı bir işçi olarak çalışırken, hükümetin, kendilerini memur yapmak için aldığı kararı protesto edip, direnince birçok arkadaşıyla birlikte işten atıldıktan sonra, ailesinin geçimini sağlamak uğruna ne iş olursa, orada, burada, inşaatlarda çalışıp, sonunda kaderin cilvesi olsa gerek, başka bir kamu kuruluşunda çok direndiği memurluğa razı olmak zorunda kalmışsa da işçi olduğu yıllarda, sendikaya ve hatta yasalara göre kurulmuş bir sosyalist partiye de üye olmuştu.

Bu durum, tedirgin olması için fazlasıyla yeterliydi.

Memur olunca, ister istemez partiden ve sendikadan ayrılması, şimdi sadece ekmeğinin peşinde koşması, yasa dışı ve silahlı hiçbir eyleme katılmamış olması hiç, ama hiçbir şey ifade etmeyebilirdi. Sendika ve de sosyalist parti ha! Suçlu sayılması için başka ne lazım gelirdi.?

Bu düşünceleri, kafasından bir türlü atamıyordu. Gözaltına alınmaktan, işkence görmekten korkmuyordu;  ama geride bırakacağı iki küçük çocuğu ve eşi için endişeleniyordu. 

Zaten kıt kanaat geçinip, evin kirasını, çocukların masraflarını zor karşılarken, birden bire sadece eşinin gelirine kalırlarsa ne yaparlardı? Ne kendisinin, ne de eşinin aileleri onlara ekonomik destek sağlayacak durumda değildi. Hepsi, kendilerini anca idare ediyordu.

Bütün bir toplumun refahı için verilen mücadelelerde, bu tür kaygılara yer olmadığını biliyordu. Sendikaya üye olurken de sosyalist partiye kaydını yaptırırken de her şeyi göze almıştı.
Bugün yine aynı kararlılıktaydı ama, bunları düşünmeden de edemiyordu.

Tamam, sıkı bir devrimciydi, sosyalistti, fakat bu duyguları olmadığı anlamına gelmiyordu.
Maksim Gorki'nin, Ana adlı romanını okuduğundan beri, bu konularda birçok arkadaşından farklı düşünmeye başlamıştı. Onlar kadar katı olamıyordu. Devrimciler de aşık olabilir, çocukları için endişelenebilirdi. Hem zaten, verdikleri mücadele, herkesin insanca yaşaması için değil miydi? İnsanları, çocukları sevmeseler böyle bir mücadeleye atılırlar mıydı?

***
O sabah uyandığında, her zamankinden daha sıkıntılıydı. Kahvaltıda bir bardak çayı zorla içmiş, ağzına bir lokma ekmek koymamıştı. Canı, hiç işe gitmek istemiyordu. Odalarının kapısına asılan, içerde çalışan tüm memurların isimlerinin bulunduğu ve izinli mi, raporlu mu, tuvalette mi, olduklarını gösteren sütunların bulunduğu listeye, her tuvalete gidip, geldiğinde çarpı işareti koymaktan, potansiyel suçlu olarak görülmekten, o, kendilerini denetlemek için başlarına verilen üst rütbeli subayın, gözlerini kısarak, pisliğe bakar gibi, bakmasından, artık bıkkınlık gelmişti.

Adeta, sürünürcesine masadan kalkıp, işine gitmek için hazırlanan eşiyle akşam görüşmek dileğiyle vedalaşarak evden çıktığında, hafif bir yağmur çiseliyordu.

Kapıdaki listeye sabah imzasını atıp, odadan içeri girdiğinde, emekliliği iyice yaklaşmış yaşlı şef, gözlüklerinin üstünden bakarak, başlarındaki subayın kendisini sorduğunu, gelince yanına uğramasını istediğini söylemiş, neden diye soran bakışlarına, ellerini iki yana açıp, alt dudağını hafif aşağıya bükerek bilmediği belirtmişti.

Subayın, bir kat yukarıdaki odasına çıkarken, sabah beş dakika geç kaldığı için çağırdığını düşünüyordu. Geçen hafta yanındaki masada oturan arkadaşı 10 dakika geç geldiği için bir sürü laf işitmiş neredeyse, sorgulanmıştı.

Sakin olmaya çalışarak, odanın kapısını vurup, içeri girdi. Koltuğunda, arkaya kaykılmış sallanarak oturan asık suratlı subay, yüzüne hiç bakmadan adını sordu; aldığı cevaptan gelenin doğru kişi olduğunu anladıktan sonra, masanın üzerindeki sarı zarfa uzandı ve ucundan tutup, “dışarıda oku” diyerek kendisine uzattı.

Odadan çıkıp, kapıyı kapatırken geri dönüp içinde ne olduğunu sormak için bir an durakladı, yanıt alamayacağını düşünüp, vazgeçti. Uzun ve boş koridorun soğuk taş zemininde birkaç adım attıktan sonra durdu. Daha fazla bekleyemeyecekti. Zarfı titreyen elleriyle yırtıp, içindeki ikiye katlanmış beyaz kağıdı endişeyle açtı. Üç satırlık yazıyı bir çırpıda okuduğunda, birden dizleri titredi. Yere çökmemek için duvara sırtını dayadı ve bir kez daha okudu. Yanlış görmüyordu; o üç satırlık yazıda bilmem kaç sayılı sıkıyönetim kanunun verdiği yetkiye dayanılarak, işine son verildiği yazıyordu.

Zarfı katlayıp, ceketinin cebine koydu. Kafası karma karışıktı. Ağır adımlarla çalıştığı odaya doğru yürürken yapabileceği bir şey olup, olmadığını düşünmeye çalıştı. Kime, nasıl ne sorabilir, nasıl itiraz edebilir ve hak arayabilirdi? Zaten son derece kısıtlı olan her türlü özgürlük, darbe olduğundan bu yana, tamamen ortadan kalkmıştı. Hukuksuzluk ve çaresizlik dedikleri şey, tam da bu olsa gerekti. Hiçbir gerekçe gösterilmeden işine son veriliyor ama o, hiç bir şey yapamıyordu.

Ülkenin üzerinden her şeyi yıkıp, ezerek geçen darbe silindiri, şimdi onun üzerinden bir kez daha geçmişti.

Masasının çekmecelerindeki birkaç özel eşyasını almak için odaya girdiğinde, bu defa yaşlı şef ve diğer çalışma arkadaşları ona neler olduğunu soran gözlerle bakıyordu. Ama onun, hiç kimseye konuşacak mecali yoktu. Gözlerini meraklı bakışlardan kaçırarak, masasına doğru ilerlerken, yaşlı şef, yanına kadar gelip, elini omzuna koyarak, “ne oldu, kötü bir şey yok inşallah” diye sordu. Odada çıt çıkmıyordu; arkadaşlarının hepsi, şefin sorusuna vereceği cevabı dinlemek için o'na bakıyordu. 

Odadaki sessizliği, tarazlı kısık sesi bozdu; cebinden zarfı çıkartıp, şef'e doğru uzatırken, dudaklarından, “işime son verdiler” kelimeleri döküldü. Ve oda, yeniden o derin sessizliğe gömüldü.
Arka masada oturan, bayan memur arkadaşı, endişe dolu bir sesle, “ne olacak peki şimdi, çoluk, çocuk” derken, gözleri yaşlıydı. Askıdan paltosunu alırken gözleri doldu, utanmasa o da ağlayacaktı. Yıllarca çalıştığı odaya ve masasına son bir kez daha baktı. Arkadaşları, buğulu gözlerle, “üzme kendini geçer bu günler” diyerek, onunla vedalaşırken, orada kalıp, hala çalışıyor olmak- tan utanırcasına başlarını öne eğmişlerdi.

***
Eve dönerken, her gün kullandığı yolu değiştirip, bundan sonra ne yapacağını, durumu akşam eşine nasıl anlatacağını düşünmek için ara sokaklardan yürüyerek mesafeyi uzatmışsa da her zamankinden daha çabuk gelmişti sanki.

Kendisini çok yorgun hissediyordu. Salondaki kanepeye uzandığında, gözlerinden iki damla yaş süzüldü yanaklarına.

Bu üzüntünün değil, sadece eli kolu bağlı olmaya, adaletsizliğe, duyulan isyanın dışavurumuydu. Ülkesini ve insanları sevmesinin, emeği, barışı ve özgürlüğü savunmasının bedelini ona böyle ödeteceklerse, ödeyecekti.

Ve de ödedi; o günden sonra aylarca iş aradı bulamadı. Sıkıyönetimce işine son verilen birisinin, iş bulmasının imkansızlığını yaşadı. Kimsenin geçmişini sormadığı, basit günlük işlerde çalıştı. Amelelik yaptı. En lüks işi, düşük bir ücretle muhasebe işlerine bakmak oldu. Eşinin getirdiği maaşla kirayı ancak ödeyip, ailesinden görebildiği destekle yetindi. Gün geldi, ekmek, süt alacak parası olmadı. Çocuklarını devlet okullarında güçlükle okuttu. Bir sefer olsun, ailesiyle birlikte tatile gidemedi.

Yıllar sonra, yargı kararlarıyla, bilmem kaç sayılı sıkıyönetim kanunuyla işlerinden çıkartılanların geri dönmesi gerçekleştiğinde, sevinmedi. Çünkü bunca acı ve zulümden sonra gelen adalet, adalet sayılmazdı.

Giden karanlık yılların hesabını vermek öyle kolay değildi. Sıkıntılara göğüs geren eşi o ölümcül hastalığa yakalanmış, kendisi çok yaşlanmıştı. Olup, bitenler, çocuklarının başarısından tutun, aile büyüklerinin sağlığına kadar her şeyi evet her şeyi derinden etkilemiş, geçen zaman içinde hayat avuçlarının içinden akıp gitmişti.

O, inançlarını bedelini ödemişti. Peki, bu bedeli ödemesinin bedelini kim ödeyecekti?

                                                                  ----o----

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder