18 Ocak 2015 Pazar

İlker Başbuğ Neler Yazmış Neler...

Aşağıdaki uzun yazımın tamamını okumadan şöyle göz ucuyla bakanlar, sen de bir şeye taktın mı takıyorsun, ne istiyorsun eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’dan, geçen gün de yazdın; şimdi yine yazıyorsun; sırası mı diye düşünebilirler...
*
O nedenle baştan söyleyeyim; benim İlker paşa ile daha doğrusu şahıs olarak kimseyle hiçbir alıp veremediğim yok...
Benim derdim, geçtiğimiz yakın tarihte ülke olarak yaşadığımız Ergenekon, Balyoz, Şike; Oda TV gibi soruşturmaların ve bunlara ait davaların bütün sorumluluğunu, “adeta “günah keçisi” yapılan “cemaate” yükleyip geçmenin, büyük resmin görülmemesi ve dolayısıyla AKP’nin “17-25 Aralık bir darbe girişimiydi” stratejisine destek verilmesi olduğunu anlatmak ve unutturmamaktır...
*
Çünkü bütün olumsuzlukları sadece “cemaatin” işiymiş gibi görmek ve göstermek, ABD’nin “cemaati” neden yıllardır himaye ettiğini, PKK terörünün nihai hedefini, ABD’nin Orta Doğu için planladığı BOP projesinin neleri amaçladığını, AKP’nin, ABD’nin hedeflerini yaşama geçirmek için kurulmuş bir “proje partisi” olduğunu, orduya kumpasın neden kurulduğunu ve ülkenin bu iktidarla nereye sürüklendiğini hiç anlamamak veya anlamazdan gelmek demektir...
Ki, bu da sözde o dillerden düşürülmeyen, ama eriyip giderken seyredilen laik Türkiye Cumhuriyetine ve ülkenin bütünlüğüne ihanetle eş anlamlıdır; ağacı görüp ormanı görmemektir...
*
İlker paşayla ilgili durup dururken yazmıyorum...
Kendisi hemen her gün bir vesile ile konuşup da başına gelenlerin sorumlusunun, sadece ve sadece “cemaat” olduğunu söyledikçe benim de kendi düşünceme göre gerçek olduğuna inandıklarımı yazasım geliyor...
*
Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök’ün, bugün köşesinde İlker Başbuğ’un yeni bir kitap daha çıkarttığını yazıp bu kitaba, uzun alıntılar yaparak övgüler dizdiğini, ancak bu alıntılarda İlker paşanın yine sadece “cemaati” suçladığını ve olayları doğru analiz etmediğini görünce, aynı duygularım depreşti ve kendimi klavyenin başında buldum...
*
PAŞA’YA ÖVGÜ:

Ertuğrul Özkök, İlker paşaya, “ Darbeci diye girdiği cezaevinden kitapları binlerce satan bir yazar olarak çıktı.” Diyerek övgüler diziyor...
Ama aslında, İlker paşanın kitap yazmasının değil, Ergenekon kumpası başlayıp da astları, darbe iddialarıyla bir bir tutuklanarak içeri atılırken, onların en üst komutanı sıfatıyla “durun bakalım ne oluyor, eğer bir suç varsa sorumluluk benimdir” diyerek dik durabilmeyi başarmasının, arkadaşlarına sahip çıkmasının, polisler kapısına dayanmadan, alın beni de yargılayın demesinin önemli olması gerekiyor...
Bunun yapmamış olmasının, gerek ordu mensupları gerekse kamuoyu üzerinde ciddi hayal kırıklığı yarattığını herkes biliyor...
*
Kim bilir, belki de İlker paşanın her fırsatta konuşmasının, “kozmik odada” arama yapılmasına izin vermesini ve diğer yaptıklarını savunmasının, üst üste kitap yayınlamasının altında da bu vicdan rahatsızlığı yatıyor...
*
Kitaptan yapılan alıntıları değerlendirmeye geçmeden, aklıma görevdeyken tutuklanarak içeri atılmış, kumpasa “kurban gitmiş” bir Genel Kurmay Başkanı neden yazar, yazarsa ne yazar sorusu takılıyor...
Ve bu soruların cevabı da kafamda, eğer yazarsa, kumpasla ilgili doğru ve geleceğe ışık tutan tutarlı bir analizini yazmalı şeklinde beliriyor...
*
ANILAR:

Geçiyorum kitaptan alıntılara; çocukluk yıllarında tanığı olduğu 6-7 Eylül olaylarının, 1995 yılında Kuzey Irak’a yapılan sınır ötesi harekatın ve hatta 2005 yılında yaşadığı komik bir anının dahi yer aldığını görünce, eğer yazsaydı, alıntılarda bu bölümden de birkaç paragraf mutlaka olurdu veya söz edilirdi diye düşünüp, umduğum “derin analizin” kitapta yer almadığını anlıyorum ve değerlendirmelerimi bu çerçevede yapmaya karar veriyorum...
*
HATA:

Kitaptan aktarılan 2005 yılına ait anı şöyle: İlker paşa Genel Kurmay 2. Başkanıyken bir gün Plan Dairesi Başkanı, üzerinde “ Baskına uğradık. Çatışıyoruz. Hemen hava desteği ve uçak gönderin.” Notu yazılı bir kağıtla yanına geliyor; bunun üzerine oradaki birliğimizin Amerikan askerleriyle çatıştığına hükmedilip ABD büyük elçiliği ve hava kuvvetlerimiz aranıyor; aradan çok geçmeden, bu notun altında “tatbikat, tatbikat, tatbikat” ibaresi konulmamış eğitim amaçlı bir “tatbikat” notu olduğu anlaşılıyor...
*
İlginç ve komik değil mi? Kuşkusuz her işte istenmeyen hatalar olabilir, ama Allah aşkına, hassas bir bölgede bir tatbikatı bile doğru yapamamak, ta ABD elçisinin aranmasına neden olmak bir zaaf değilse nedir?
Yoksa bu anıyı yazmakla anlatılmak istenilen, dava konusu olmuş darbe planlarında da bu tür yanlış anlamalara meydan verebilecek basit hataların olabileceği midir?
*
HAREKAT:

İkinci bir anı, ilkinden on yıl daha geriden 20 Mart 1995’ten: 35 000 askerle Irak’ın 60 km. içine girilmiş, bu harekat, bugüne kadar yapılan en büyük sınır ötesi harekatmış 45 gün orada kalınmış 64 askerimiz “kaybedilmiş” yani “şehit” olmuş 555 terörist “etkisiz hale” getirilmiş, Gabar dağı geçlince taş atsan tıngır mıngır Musul’a inilecek noktaya gelinmiş, bizim böyle bir düşüncemiz yokmuş ama ABD ve Avrupa Musul’a gireceğimizi sanmış, bu da bize sıkıntı yaratmış, “bazı yazarlara” göre, ABD askerlerimizin başına çuval geçirerek Türkiye’ye bölgede bir ders vermeye o zaman karar vermiş...
*
Ne demek bu şimdi? “bazı yazarlar” doğru mu söylüyor eğri mi? Koskoca eski Genel Kurmay Başkanı kitabında o “bazı yazarların” söylediklerini aktarması, kuvvetle muhtemelen o “yazarların” kanaatlerini paylaştığına işaret ediyor...
Ve bu da Nato üyesi olduğumuzdan bu yana olduğu gibi, bizim Orta Doğuda ABD’nin bilgisi ve onayı olmadan bir adım bile atamayacağımız bir kez daha itirafı niteliğini taşıyor...
*
Kaldı ki, Irak’a büyük harekat yapılmışta neticesi ne olmuştur; koskoca bir hiç değil midir? PKK terörünün merkezi Kandil kampı olduğu yerde terör yuvası olmaya devam etmiştir. Öyleyse bir harekatın büyüklüğü ve önemi, katılan asker sayısıyla, gidilen km. ile değil, aldığı sonuçla ölçülmelidir...
*
TSK’nın gerek bu anıdaki harekatı, gerekse diğer sınır ötesi harekatlarının tümünün sonu bu anlamda fiyaskodur. Hatırlanacağı üzere bu harekatların hemen hepsi, bir PKK pususunda çok sayıda şehit vermemizden sonra ülkedeki infiali absorbe etmek, amiyane tabirle insanlarımızın “gazını almak” için yapıldığı herkesin malumudur... Aksi olması halinde bugün PKK’nın olmaması gerektiği de ortadadır...
*
27 NİSAN BİLDİRİSİ:

İlker paşa kitabında 27 Nisan 2009 tarihinde TSK sitesinde yayınlanan meşhur bildiri ile ilgili olarak da; yayınlanmasından sonra zamanın Genel Kurmay Başkanına “ keşke bildiriyi yayınlamadan önce bizim de bilgimiz olsaydı” dediğini, onun da “ ben durumu böyle değerlendirdim” yanıtını verdiğini söylüyor...
*
Peki, bu ne demek şimdi durup dururken? Açıkça görüleceği üzere 27 Nisan bildirisinden Genel Kurmay 2. Başkanı olarak “benim haberim yok, benim darbe izlenimi ve kokusu veren hiçbir tarakta bezim olmaz” demek. O zamanın Genel Kurmay Başkanını bu bildirinin tek sorumlusu olarak göstermek demek...
*
Nasıl olsa o Genel Kurmay Başkanı, Recep Tayyip Erdoğan ile Dolmabahçe’de ne görüştüklerini mezara kadar sır olarak saklamak konusunda mutabakat yaptığından, sorumluluğun onun üzerinde bırakılmasında hiçbir sakınca olmayacağı için rahat yazmak demek...
*
Başka ne demek? TSK’nın üst komuta kademesinin hükümete muhtıra verilmesi gibi çok önemli bir konuda bile, tıpkı “tatbikat” ibaresinin yazılmamasında olduğu gibi birbirinden kopuk hareket edebildiği, hayati bir meselede dahi zaaf içinde olduğu demek...
*
YALNIZLIK:

İlker paşa kitabında, tutuklandığı gün hissettiklerini de anlatıyor; Beşiktaş Adliyesinden çıkartılıp Silivri’ye doğru götürülürken küçük bir kalabalık olduğunu, kendisi bir beklenti içinde olmamakla beraber, silah arkadaşı Mete Yarar’ın o gün televizyonda, “ eğer o gün mahkemenin önünde yüz binler toplansaydı durum belki farklı olabilirdi” dediğini söylüyor. Silivri’ye götürülürken yolda, vatan şairi Namık Kemal’i düşündüğünü, onun cezaevinden Sirkeci iskelesine götürülürken halkın ayaklanıp kendisini kurtaracağını sandığını, ama kimsenin olmadığını, Namık Kemal’i sürgüne gönderen hükümetin Adalet Bakanı olan ve meşrutiyet idaresini getiren Mithat Paşa’nın da sürgüne gönderildiğini, gemiye binerken Galata iskelesinde onun da yalnız olduğunu söylüyor.
*
Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu için Türk milleti gereken tepkiyi gösterebilmiş midir diye sorup, “kocaman bir hayır” diye sorusunun yanıtını kendisi veriyor. Ve bu yalnızlığın herkes için bir düş kırıklığı olduğunu ifade ediyor.
*
Bu da her halde, TSK’nın en üst komutanlığını yaptım, ama o TSK’nın yaptığı ve sonunda Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idam edildiği 27 Mayıs darbesini ve sonuçlarını eleştiriyorum demek oluyor...
*
FENERBAHÇE:

İlker paşa bütün bu “yalnızlık” örneklerinden sonra Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın da sanıkları arasında olduğu şike soruşturması ve davası sırasında Fenerbahçe taraftarının tarih yazdığını söyleyip, Fenerbahçe taraftarı olduğu için onur duyduğunu belirtiyor. Tüm diğer davalarda olduğu gibi şike davasında da “asıl aktörün yargıyı araç olarak kullanan cemaat “ olduğunu vurguluyor...
*
Ama insanımızın büyük çoğunluğunun yaptığı gibi Fenerbahçe taraftarının da kendi kulüp başkanları tutuklanana kadar ne Ergenekon, ne Balyoz soruşturmalarında ordu mensupları, aydınlar, gazeteciler tutuklanırken, kimisi intihar ederken kılını bile kıpırdatmadığını, en azından Fenerbahçe taraftarlığı bilinen kendisine bile sahip çıkmadığını hiç söylemiyor; şike davasına gösterilen tepkinin, haksız ve hukuksuz tutuklamalara, kumpaslara değil, futbol ve takım aşkına yapıldığını, dolayısıyla bunun övünülecek değil, aslında üzerinde uzun uzun tartışılacak bir sosyal sorun olduğunu, konu futbol olunca ayağa kalkan ama hak ve özgürlükler olunca gıkı çıkmayan bir toplumda yaşadığını görmezden geliyor...
*
GEZİ:

Gezi protestoları için “saygı duyulacak bir olaydı” demekle yetiniyor; ama Fenerbahçe taraftarına övgü dizerken, Gezi protestolarında en ön saflarda futbolu değil, hak ve özgürlükleri savunmak için bulunan Beşiktaş kulübünün Çarşı grubunun adını ağzına bile almıyor; Şimdi Çarşı Grubu için açılan darbe yapmaya teşebbüs davasıyla ilgili tek laf etmiyor...
*
Bir dönem MİT ile ilişkilerini de anlatıyor. TSK mensubu subaylarla ilgili her hafta aynı yerden atılan isimsiz ihbar mektupları geldiğini, MİT müsteşarından bu kişinin bulunmasını istediğini, kamera kayıtları getirilirse bu “personelin” bulunacağını belirttiği halde o kamera kayıtlarının kendilerine hiç verilmediğini anlatıyor. Sn Başbakan’a MİT müsteşar yardımcısının asker kökenli olmasında fayda olduğunu söylediğini ama o konjonktürde bunun gerçekleşmediğini belirtiyor...
*
Aslında burada iki da hata ortaya çıkmış oluyor; birincisi, MİT doğrudan başbakana bağlı olduğu için MİT müsteşarına “bu kişiyi bulun” talebini yapmasının hiyerarşiye ve devletin işleyişine aykırı oluyor, ikincisi, Bülent Arınç’a süikast meselesini açıklarken “biz oraya personelimizi bir subayı izlemesi için gönderdik” demesi, gerektiğinde izleme yaptırabildiklerini ortaya koyduğundan, bu mektupları atanı bulmak için kendilerinin de bir çalışma yapabilme imkanına sahip oldukları halde yapmadıkları ortaya çıkıyor...
Tabi bu açıklaması aynı zamanda, bir de MİT’in de mi, o kumpasların içinde olduğu sorusunu gündeme getiriyor...
*
PKK DEĞERLENDİRMESİ:

İlker paşa, kitabında PKK’yı da değerlendiriyor; alıntılardan anlaşıldığı kadarıyla PKK ile ilgili olarak, “artık terörle istediği amaca ulaşamaz” deyip bunu açarak, bugün uluslar arası konjonktürde terör olaylarının eskisi gibi büyük destek bulmadığını,  PKK’nın bugün kuzey Irak’ta sahip olduğu güvenli bölgelere ileride sahip olamayacağını, Irak’ın yeni yapılanmasında ve geleceğinde PKK terör örgütüne yer olmadığını söylüyor...
*
Ama madem ki koşullar bu denli PKK’nın aleyhineyse, AKP iktidarının bu örgütle neden masaya oturup pazarlık yaptığını, Güney Doğu’da kontrolün neden bu terör örgütünde olduğunu, Cizre’de devletin güvenlik güçlerinin görev yapamaz halde bulunduğunu, özerklik açıklamalarının ne anlama geldiğini ABD’nin PKK’dan desteğini çekip çekmediğini açıklamıyor...
Böyle olunca da büyük olasılıkla fiili gerçeği değil, kendi dileklerini dile getirdiği izlenimi yaratıyor...
*
Ertuğrul Özkök, kitabı överken, küçük bilgiler ve istatistikler de söylüyor; İlker paşanın okuduğu ilk gazetenin ne olduğunu, kimin etkisiyle Fenerbahçeli olduğunu, formasını çok sevdiği için Kuleli askeri lisesine gittiğini belirttikten sonra, kitapta kimin adının kaç kez geçtiğine, en çok adı geçen ünlülerin kimler olduğuna dair rakamlar veriyor...
Bunların ne önemi varsa?
*
SONUÇ:

Ve bütün bu yazdıklarımın sonunda, İçinde bulunduğumuz ülke koşullarının yakındığımız gibi olmasında büyük olasılıkla, başlarından önemli deneyimler geçmiş olmasına rağmen kamuda üst görevler yapan insanlarımızın, meselelere yukarıda ifade etmeye çalıştığım üzere yüzeysel bakıyor olmasının, konjonktürle hiç ilgisi olmayan kitaplar yazıp, açıklamalar yapmasının, bunların suçlu olarak gösterdiği bir tarikatın ortağı olan siyasi iktidarın işine yaradığını fark etmemesinin, gazeteci geçinenlerimizin, bu insanları parlatmaya ve günü birlik değerlendirmelerle günü kurtarmaya meraklı olmasının önemli payı olduğu sonucuna ulaşmamak elde olmuyor...

Mustafa Tuğrul Turhan


  



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder