HOŞGÖRÜ
Dışarıdan bakıldığında topu topu üç hafta, göz açıp kapayıncaya kadar geçer denilse de öyle kolay değildi günlerin geçmesi. Hadi, gündüzleri iyi kötü dosyalarla haşır neşir olarak akşam edilirdi de akşamlar, özellikle de geceler uzar gider, bir türlü bitmezdi gurbette.
Teftişi çabuk bitirmek için akşam yemeğinden sonra da çalışmazsa eğer, biraz gecelerin uzunluğunu ve yalnızlığını azaltmak, biraz da sevdiği için olsa gerek, gün batıp da hava hafiften kararmaya başlayınca rakıya oturur, muhabbet edecek birisi olsun olmasın geç saatlere kadar demlenir, sonra alkolün verdiği mahmurlukla kafayı vurur yatardı.
Van’daki ilk gününün akşamında da
içinden çalışmak gelmemiş, doğrudan lokale geçerek bir ufak açtırmış, yanına da
meze olarak, sadece Van’ın ünlü otlu peynirinden istemiş, ilk yudumumu
pencerenin tam karşısındaki çiçeklerle bezenmiş ağacın güzelliği için almıştı.
Birkaç dakika sonra fonda hiç
rahatsız etmeyecek bir ses seviyesiyle, derinden, derinden İbrahim Tatlıses’in son
kaseti çalmaya başladığında, lokal görevlisinin halden anlayan veya işini iyi yapan
birisi olduğunu düşünmüştü.
İbo’nun türküleriyle düşüncelere dalıp dubleyi henüz yarılamıştı ki, iki yardımcısıyla birlikte yanına kadar geldiğini hiç fark etmediği kurum müdürünün, “afiyet olsun müfettiş bey, müsaade var mı oturabilir miyiz” diyen sesiyle irkilmişti.“Estağfurullah, o nasıl söz, buyurun şeref veririsiniz.” Diye yanıtlamasının ardından gelenler saygılı hareketlerle masaya oturduklarında, “siz misafirimizsiniz, yalnız bırakmak istemedik, umarız rahatsız etmiyoruz.” Diye tekrar nezaket göstermişlerdi.
İbo’nun türküleriyle düşüncelere dalıp dubleyi henüz yarılamıştı ki, iki yardımcısıyla birlikte yanına kadar geldiğini hiç fark etmediği kurum müdürünün, “afiyet olsun müfettiş bey, müsaade var mı oturabilir miyiz” diyen sesiyle irkilmişti.“Estağfurullah, o nasıl söz, buyurun şeref veririsiniz.” Diye yanıtlamasının ardından gelenler saygılı hareketlerle masaya oturduklarında, “siz misafirimizsiniz, yalnız bırakmak istemedik, umarız rahatsız etmiyoruz.” Diye tekrar nezaket göstermişlerdi.
Müdür, hemen garsonu çağırarak, “evladım müfettiş beyin masasını neden donatmadınız” diye sormuş, “efendim kendileri öyle istediler” cevabını alınca da öyle, bir kuru peynirle içtiğine şaşırmıştı.
***
Mesut’a kalırsa, masanın ilk
oturanı o olduğuna ve müdürle yardımcıları onun masasına geldiğine göre raconda,
onlar misafir sayılırlardı. Öyleyse, kendisinin onlara bir şeyler ikram etmesi
gerekirdi. Hazır garson gelmişken müdür ve yardımcılarına, “asıl sizler benim
masama şeref verdiniz, ben size bir şeyler ikram etmek isterim, ne içersiniz?”
diye sorduğunda, “olur mu öyle şey müfettiş bey” demişlerdi. Mesut biraz ısrar
edince de, sanki oyunbozanlık yapıyorlarmış da ondan dolayı utanıp sıkılıyorlarmış
gibi kendisi ve diğerleri adına müdür,“ biz rakı içmesek, kola veya meyve suyu
alsak ayıp olmaz değil mi müfettiş bey” demişti, yüzü hafiften kızararak. Müdür, bunu söylerken sanki Mesut ayıp olur dese, hatır için ona eşlik edecek kadar saygılı davranmış, birden Mesut’un içinde ona karşı bir sevgi doğmuştu. Anadolu misafirperverliği bu olsa gerekti.
O gece geç vakitlere kadar oturulmuş, dereden, tepeden konuşulmuş, Mesut masadan kalkana kadar hiç birisi kalkmamıştı.
Mesut, lokalin kapısında müdür ve yardımcısından ayrılıp, serin bahar gecesinde misafirhaneye kadar yavaş, yavaş yürüyerek, temiz havayı içine çektikten sonra odasına çekildiğinde saat gece yarısını çoktan geçmişti.
***
Ertesi gün mesai saati bittikten
sonra bir süre daha yoğun çalışmış, teftiş planını oluşturmuş, ikinci gün
olmasına rağmen hiç de fena sayılmayacak bir mesafe almıştı Mesut. Artık akşam yemekten
sonra çalışacak hali kalmamış, doğruca lokalin yolunu tutmuştu. Aslında
çalışmaktan yorulmazdı; bahar havası mı çarpmıştı nedir? Çalışmak gelmiyordu
içinden. Dosyalardan uzaklaşmak, öyle amaçsız vakit geçirmek isteği duyuyordu.
Lokale girdiğinde, çoktan gelmiş
ve önceki gün oturduğu masaya yerleşmiş olan müdür ve yardımcıları hemen ayağa
kalkarak, onu nazik bir şekilde karşılamış, müdür hemen garsonu çağırıp,
“müfettiş beyin rakısını ve peynirini getirin evladım” talimatını vermişti.
Hoş adamdı müdür Derviş bey,
gündüz rahat çalışması için gerekli ortamı sağlıyor, ikide bir gelip gidip hiç
rahatsız etmiyor, geceleri de hiç yalnız bırakmıyor, hürmet ediyordu. Yaşı,
Mesut’tan oldukça büyük olmasına karşılık, hiç yüksünmeden saygı gösteriyordu.
Sonuçta, memuriyette yaş değil, deruhte edilen görevlerin hiyerarşisi önemliydi
ve Derviş bey bunun bilincinde olan bir müdürdü. Onu ayrıcalıklı yapan bir
başka özelliği de, gösterdiği saygının yapmacık, salt Mesut’un görev unvanına
dayalı değil, içten gelen, sevgi de içeren bir saygı olduğunu hissettirmesiydi.
İlk haftanın bütün geceleri böyle
geçmiş, bazen yardımcılarından biri eksik olsa da Derviş bey, Mesut’u hiçbir
gece yalnız bırakmamış, o rakısını içerken Derviş bey de meyve suyuyla ona eşlik
etmişti.
***
Mesut, ikinci haftanın ilk akşamı
lokale gittiğinde, diğer günlerden farklı olarak masaların çoğu doluydu. Müdür
ve iki yardımcısıyla, diğer üst yöneticiler, birkaç masanın birleştirilmesiyle
u harfi şeklinde oluşturulan büyük bir masaya oturmuştu. Mesut’u görünce ayağa
kalkmışlar, müdür, derhal öne çıkarak, kendisi sandalyesinin yanında onun için
ayrıldığı anlaşılan boş sandalyeye oturmasına yardım etmiş, sonra da kendisi
oturmuştu.Masaya zeytinyağlı soğuk yemeklerin ve salataların servis edilmesine rağmen hiç kimsenin elini bile sürmemesinden ve önlerindeki büyük servis tabaklarının boş olmasından, birkaç gün önce imsakiyelerini gördüğü Ramazan’ın başladığını ve masadakilerin oruçlu olup iftar ezanının okunmasını beklediklerini anlamıştı Mesut.
Derviş bey,
masanın biraz uzağında ezan okunur okunmaz servis yapmak üzere bekleyen
garsonlardan birisini eliyle işaret ederek çağırmış ve koşar adımlarla gelip
buyurun efendim dediğinde, her zamanki gibi “müfettiş beyin rakısını getir
evladım” talimatını vermişti.
Şaşırmak sırası
şimdi Mesut’taydı. Van gibi muhafazakar bir şehirde, her gün rakı sofrasına eşlik
etmesi yetmezmiş gibi şimdi de Ramazanın ilk günü, müfettiş beyin rakısını
getirin diyordu müdür. Masadakilerin meraklı bakışları karşısında kendisini
rahatsız hisseden Mesut’un şaşkınlığı kısa sürmüş, derhal toparlayarak, hemen
rakısını getirmek için seyirten garsonun arkasından, “yo, yo hayır bugün
içmeyeceğim” diye bağırmıştı.
Müdür, yine
son derece samimi bir ifadeyle, “müfettiş bey, siz seferi sayılırsınız, oruç tutamıyorsunuz
biliyorum. Rakınızı içmenizin bizim için mahsuru yoktur. O ayrı iştir,
bizimkisi ayrı iştir” demişse de Mesut,“olur mu öyle müdür bey, siz bana
günlerdir saygı gösterdiniz, rakı içmeseniz de her akşam nezaketle eşlik
ettiniz, ben alkolik değilim, akşamları yalnızlıktan içiyorum. Ama gördüğünüz
gibi artık daha kalabalığız ve yalnız da değilim. Şimdi nezaket gösterme sırası
bende. Bundan sonra oruç tutmasam da ben size eşlik edeceğim” yanıtını vermişti.
O an, masada bulunanların
yüzlerinde her ikisini de takdir eden bir ifade oluşmuştu. Bu Mesut’u son
derece mutlu etmiş, bir anda önceki güne göre onlarla daha fazla kaynaşmış
olduğunu hissetmişti. Az önceki rahatsızlık yerini derin bir mutluluğa
bırakmıştı.
O gün ve
sonraki günler lokalde oruçlularla birlikte iftarda beraber olmuş, oruç tutmasa
da o manevi havayı onlarla birlikte solumuş, teftişini, planladığı gibi
Ramazanın ortalarında tamamlamıştı.
Uçağı, Van’ın masmavi gölünü
yalayarak Ankara’ya havalandığında, insanların birbirlerine saygılı oldukları,
hoşgörülü davrandıkları sürece her şeyin iyi gideceğini, sorun yaşanmayacağını,
tersine daha da kaynaşılacağını ve mutlu olunacağını, Derviş müdürle birlikte
bir kez daha kanıtlamış olmanın huzuru içindeydi.
Mustafa Tuğrul Turhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder