15 Aralık 2016 Perşembe




Suriye Halep ve Gerçekler...

Suriye topraklarının genelinde ve en son Halep’te egemenlik Esat güçlerinin eline geçtikçe dezenformasyon da artıyor...
*
Savaşı kaybeden tarafa göre, sivil insanlar katlediliyor...
Kazanan tarafa göreyse, her şey yolunda, sivillere insani yardımlar devam ediyor...
*
Bizdeki yandaş basın kaybedenler tarafında ve Türkiye’ye bu süreçte arabuluculuk rolü biçiyor...
*
Türkiye’yi yönetenler, biz Halep mağdurlarını da bağrımıza basmaya hazırız diyor...
Ama Suriye, Rusya ve İran üçlüsü, sivillerin İblib’e yerleştirileceğini söylüyor...
*
Başından beri bir mezhep kışkırtmalarıyla yürütülen savaş, aynı zeminde sona doğru yaklaşıyor...
*
Yerli medya ve AKP iktidarı, Suriye’de ve tabi Halep’te Türkiye’nin inisiyatif sahibi olduğu,  arabuluculuk yaptığı yolunda görüntü yaratmaya çalışsa da gerçeğin böyle olduğu çok tartışmalı görünüyor...
*
Suriye’de meselesinde işin başından beri yanlış politikalar izleyen Türkiye, bunun bir neticesi olarak,  son gelişmeleri eli kolu bağlı izlemek durumunda kalıyor...
*
Bunun böyle olduğu, AKP iktidarı yanlısı İslamcı gurupların, İstanbul’daki Rusya Başkonsolosluğu önünde “Tek yol şehadet” sloganlarıyla gösteri yapmasından da açıkça anlaşılıyor...
*
Yandaş basın buna rağmen, gerçekleri yazmak yerine, AKP iktidarına omuz vermeye devam ediyor...
*
Hürriyet’in fırıldak köşe yazarı Ahmet Hakan bugün bir kez daha gerçek yüzünü gösterip köşesinde;
“Bazı İslamcı guruplar, Halep’teki gelişmeler nedeniyle İstanbul’da Rus Konsolosluğunun önünde gösteri yaptı. ‘Emperyalist Rusya Suriye’den defol’ diye slogan attılar. Hükümetin Rusya ile anlaşmasına zerre kadar takılmadan... Hükümetten bağımsız tavır koyabilen... Bu İslamcı gurupları tebrik ve takdir ediyorum.” Diye yazarak, Rusya Konsolosluğu önünde gösteri yapan İslamcılara ve dolayısıyla AKP iktidarına açıkça destek veriyor...
*
Bu İslamcıların bir kısmının elinde IŞİD bayrakları taşımasına, savaşı başlatan Amerika için Suriye’de defol dememelerine hiç ama hiç aldırmıyor...
*
Hal böyle olunca da, yurtseverlerin ortada çok ciddi bir bilgi kirliliği olduğunu gözden uzak tutmamaları, her fotoğrafa, her habere inanmamaları, İslamcı gurupların yaratmak istedikleri atmosfere dikkat etmeleri gerekiyor...

                                                           ---0---

12 Aralık 2016 Pazartesi




MARMARA ADASI MERMERDİR... (Bürokrasi anıları)


Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı müfettişiydim, ama bir dönem çoğunlukla maden sektörüyle ilgili soruşturmalarda görevlendiriliyordum. Tabiri caizse, kısmetim maden işlerinden açılmıştı ve öyle de devam ediyordu.

Müfettişliği uhdesine verilen yeni maden işi de Marmara adasında bulunan bir mermer sahası ile ilgiliydi. Bakanlığa verilen bir şikayet dilekçesinde şikayetçi özetle, mermer sahasının ruhsatının kendisine ait olduğunu, ancak bir takım oyunlarla bilgisi dışında ruhsatın yürürlüğünün düşürüldüğünü ve başka şahıslara devredildiğini belirtmekteydi.
**
İlk incelemeleri yapmak için Maden Dairesi Başkanlığından aldığım söz konusu ruhsat ait dosyaya şöyle bir göz attığımda, şikayeti, haklı gerekçeleri olmayan afaki bir ihbar gibi görüp, işi kısa sürede tamamlayarak, daha önceden planladığım yaz tatiline çıkana kadar inceleme raporumu yazıp verebileceğimi düşündüm.

Tahminen bir hafta sonra raporu verebileceğimi düşüncesi ile izin dilekçemi başkanlığa verdim ve raporumu dosya tetkiki üzerinden edindiğim bilgi ve belgeler çerçevesinde yazmaya koyuldum.

Yoğun bir çalışma temposuyla neredeyse raporumu tamamlamıştım ki, raporun ekine koyacağım bazı evraklarda bulunan, şikayetçiden sonra ruhsat verilen şahsa ait imzalardaki farklılık dikkatimi çekti; kafam birden karıştı.

Sahayı usulüne uygun olarak devraldığı görülen ve İstanbul’da ikamet ettiği anlaşılan kişinin ilk başvuru dilekçesindeki imzası, daha sonra verilen işletme projesi ve faaliyet raporundaki imzalarının hiç birisi, birbirini tutmuyordu. Yine de ilk bakışta anlaşılamayacak kadar ustaca atılmış olmalıydı ki, dosyayı ilk incelememde gözümden kaçmıştı. Lakin dikkatle bakıldığında, imzaların başlangıç ve bitiş çizgileri, kalem eğimleri farklılık gösteriyordu.

Bu durum, saha sahibinin Maden Dairesi içinden birileri ile irtibatlı olduğunu, önce şikayetçinin basit bir hatasından yararlanarak içeridekilerce sahanın düşürüldüğünü ve zaman kaybetmemek için yeni ruhsat verilecek kişinin imzası taklit edilerek başvuruda bulunulduğunu ve sonraki işlemlerin de bu yöntemle yürütüldüğünü, belki de sahanın yeni sahibinin hayali birisi olduğunu düşündürmüştü.

Zira ilk ruhsat sahibinin yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmemesi nedeniyle mermer sahası düşürülse bile, hemen aynı günlerde İstanbul’daki yeni ruhsat sahibinin bu sahanın düşmüş olduğunu bilerek, ruhsat talebiyle başvuru yapması içeriden irtibat olmadan pek mümkün görünmüyordu. Ama bu sadece bir kuşkuydu.

Böyle olunca da o ana kadar yaptığım dosya incelemesi üzerinden rapor yazmam imkansız olmuş, inceleme ve soruşturma adeta sıfırdan yeni başlamıştı.
**
İmzalar arasında tutarsızlıklar olduğunu, birçok kişi belki fark edemezdi ama işini seven ve dolayısıyla dikkatli çalışan birisi olmam nedeniyle olsa gerek ben fark etmiştim ve işin boyutlarını başka noktalara taşımış, soruşturmaya geçmiştim; yine gerçeğin peşinde koşacak ve yine kendimi yoracaktım.

İmzalardaki farklılıkları fark etmeme rağmen, bir an önce tatile çıkmak için, bunu görmezden gelip, incelemeyi derinleştirmeden her şey normal diye yazıp bitirmiş olduğum raporu başkanlığa vermek vicdanıma sığmazdı. Bunu yapabilecek karakterde olanlar yok değildi, ama ben yapamazdım. Bu işler bana uymazdı.

Daha önce raporumu bir haftaya kadar verip yıllık izine çıkmak istediğimi bildirmiş olmam nedeniyle soluğu Teftiş Kurulu Başkanımız Sırrı beyin yanında aldım. Durumu kısaca özetleyip, raporu verip izne çıkmayı planladıysam da şimdi iznimi kullandıktan sonra verebileceğimi, zira işin uzayabileceğini söyledim.
**
İzin dönüşü, dosyada bulunan adresine bir iadeli taahhütlü mektup göndererek, ruhsat sahibini, belirttiğim güne Ankara’ya çağırdım. Yüz yüze görüşecek ve imzaların ona ait olup olmadığını araştıracak, sahanın ruhsatına sahip olurken yaptığı işlemleri bir de onun ağzından dinleyecek ve sonrasında bu görüşmeden elde edeceğim verilere göre yol çizecektim.

Sahaya ait ruhsatın yeni ve son sahibi, mektubumda belirttiğim günde benimle görüşmeye geldiğinde, kısa süren hoş geldiniz faslından sonra imzalar konusuna hiç girmeden, ruhsatı nasıl aldığına ilişkin süreci anlatmasını isteyip, bunu usulen yazılı olarak kayda geçireceğimizi söyledim. Daktilo yazımı işlemini yapması ve aynı zamanda anlatılanlara ve yazılanlara tanıklık etmesi, mesleki ifadesiyle, zabıt katipliği yapması için, daktilo memuru arkadaşımı da davet edip, ruhsat sahibinin söylediklerini aynen yazdırdım.

Bunu yapmaktaki tek amacım, adama 3 nüsha düzenleyeceğimiz ifade tutanağının altına 3 kez imzasını attırmaktı. Böylece, bizzat yanımda attığı imzasını görmüş olacaktım. İmza konusunu baştan açmış olmam halinde adam bir tedbir alabilir, nüshalara eğimleri farklı, boyutları biraz değişik imzalar atma yoluna gidip, bazen böyle tutarsızlıklar olduğu falan türünden saçma gerekçelerle de olsa kendisine göre bir savunma geliştirebilirdi.

Son derece rahat bir ortamda, hiçbir suçlamaya muhatap olmadan ifade vermiş olması, yeni ruhsat sahibinde işlerin yolunda gittiği izlenimi yaratmıştı. Bu durum, hareketlerinden kolayca anlaşılıyordu. Zaten benim de istediğim böyle hissetmesiydi.

Neticede ruhsat sahibi, bu rehavet içinde ifadesinin 3 nüshasını da imzaladı. Attığı imzaların üçü de birbirinin aynısıydı, ama benim önümdeki dosyada bulunan belgelerdeki imzalar ile tutarlı değillerdi. Dosyada bulunan belgelerdeki imzaların hepsi birbirinden farklı olduğu gibi benim yanımda attığı imzalardan da farklıydı.
**
İşte şimdi, ikinci aşamaya gelinmişti. Ruhsat sahibine, “küçük bir problem var, o nedenle bir ek ifadenizi almak zorundayım” dediğimde, yüzündeki ifade anında değişti, rahat tavırların yerini tedirginlik aldı.

Hele, yanımda attığı üç imzanın kendisine ait olduğuna şüphe olmadığını, ancak dosyadaki belgeleri kendisine göstererek, bunlardaki imzaların da kendisine ait olup olmadığını belirtmesini istediğimde yüzü iyice allak bullak oldu.

Artık kaçışı yoktu; bu imzaların kendisine ait olmadığını söyleyemeyeceğine göre, evet demekten başka çaresi kalmamıştı. Nitekim o da öyle yaptı ve kendisine ait olduklarını söyledi. Aradaki farklıklar hususunda ise bir fikrinin olmadığını belirtmekle yetindi.

Bu sahada kendisine ruhsat verilmesinde Maden Dairesi içinden kendisine destek veren ve yardım edenler olup olmadığı, şeklindeki sorularıma, kesinlikle olmadığı, yolunda yanıtlar verdi. Bu konuda kuşkularım yok değildi, ama ne yazık ki, elimde bundan başka söylediklerinin aksini kanıtlayacak hiçbir delil de yoktu...

Bu nedenle daha fazla uzatmadım, şifahi olarak bana söylediklerini ifade olarak zapta geçirtip kendisine imza ettirdikten sonra, bu imzaları inceletip, ona göre değerlendirme yapacağımı söyleyerek, kendisini gönderdim.
**
Bana göre adamın yalan söylediği çok açıktı. Ama, raporumu yazarken bunu hukuken belgelemem ve tartışmaya mahal vermeyecek şekilde ortaya koymam gerekirdi. Bu amaçla, Emniyet Genel Müdürlüğü Kriminal Daire Başkanlığıyla resmi bir görüşme yaparak, imza örneklerinin aynı elden çıkıp, çıkmadığının bir raporla tarafıma bildirilmesini talep ettim. 

Emniyet, aslında kendisi dışındaki kurum ve kuruluşlara bu tür bir hizmet vermek zorunda olmamakla birlikte, sanırım saygılı ve centilmen davranışlarımı da göz önünde bulundurup, bu talebimi bir kamu görevidir diyerek, geri çevirmedi ve incelemeyi kabul etti. Ben de kendilerine gerekli olan asıl imza örneklerini içeren ifade tutanaklarını ve incelenmesini istediğim imzaları taşıyan dosyadaki belgeleri verdim.
**
Yaklaşık bir hafta kadar sonra çıkan kriminal raporda, dosyadaki belgelerde bulunan imzaların, ifade tutanaklarındaki imzalar ile aynı elden çıkmadığı, bütün teknik boyutlarıyla açıkça belirtiliyordu. Böylece, tahminlerimde yanılmadığım ortaya çıkmış ve inceleme konusuna da nokta konulmuş oldu. Benim göz kararı vardığım kanaat, artık belgeye dayanan hukuki bir boyut kazandı.

Bu moral ile hızla kaleme aldığım raporda, inceleme ve soruşturmanın başından beri gelişen süreci belgeleriyle ortaya koyarak ve usulsüz yollarla elde edilmiş olan ruhsatı iptal edilmesini ve haklı olduğu anlaşılan şikayetçinin hakkının teslim edilip, ruhsatının tekrar verilmesini sağladım.
**
Bundan yaklaşık bir buçuk iki ay sonra, Teftiş Kurulu Başkanımız Sırrı bey, beni çağırıp da zamanın Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Fahrettin Kurt’un, son düzenlediğim rapordan dolayı beni kutladığını söylediğinde çok ama çok şaşırdım. Böyle bir şeyi şimdiye kadar yaşamadığım gibi, benden daha kıdemli üstatlarımdan da duymamıştım.

Neden diye soran bakışlarım üzerine başkan, şikayetçinin bakanın dayısı olduğunu, fakat bunu incelemenin objektif yapılmasını etkilememek ve yanlış anlaşılmaktan koktukları için, kimseye söylemediklerini, soruşturma bittiğinde haklarının teslim edilmesinden sonra gösterdiğim üstün performans nedeniyle bana teşekkür etmeyi insanlık borcu saydıklarını, bakanın bunları tarafıma iletmesini istediğini söylediğinde, şaşkınlığım daha da arttı.

Hele, Bakanın dayısının teşekkür için bana getirdiği, ancak o gün bakanlıkta olmamam nedeniyle bana teslim edilmek üzere Müsteşar Yardımcısı bir arkadaşımıza bıraktığı fındık ve balı kabul etmeyeceğimi de benim adıma belirttiğini söylerken, çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle efsane olmuş Sırrı bey’in gözlerinden benimle gurur duyduğu çok net okunuyordu.

Bu, benim için en büyük hediyeydi.

Yapılan görev karşısında hediye kabul etmemek, başkanımızın karakterinde olmadığı gibi benim karakterimde de yoktu.

Bu nedenle, kendisine “çok iyi yapmışsınız” dedim ve yanından gururla ayrıldım.

                                      ---0--- 

10 Aralık 2016 Cumartesi




SİLİSYUM DİOKSİT...  (Bürokrasi Anıları)



Çanakkale Valiliğinden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına gönderilen yazıda, Bakanlığın Maden Dairesince verilen arama ruhsatlarına dayanılarak, Biga ilçesi açıklarında deniz içinde silisyum dioksit arandığı görüntüsü verilip, deniz kumu çıkarıldığı ve yürürlükteki Maden Yasasına göre, arama safhasında bulunan cevherin %10’unun ticari olarak değerlendirilebilecek olmasından da yararlanılmak suretiyle çıkarılan deniz kumların, İstanbul piyasasında inşaat kumu olarak satıldığı, bu hukuk dışı faaliyetlerin çevreye önemli ölçüde zarar verdiği ve ekolojik yapıyı tamamen tahrip ettiği belirtilip gereğinin yapılması arz ve talep ediliyordu.

Konu, Bakan tarafından Teftiş Kurulu Başkanlığımıza gereği yapılmak üzere havale edilince, incelenmesi ve gerekirse soruşturulması için Başmüfettişliğimin uhdesine verilmiş ve işin yürütülmesinde benimle birlikte çalışmak üzere bir de müfettiş görevlendirilmişti.

İlk değerlendirmelerden ortaya çıkan plana göre, inceleme konumuz, Biga sahilleri ve açıklarında maden araması yapmak üzere verilen ruhsatlara dayanılarak yürütülen faaliyetlerin gerçekten silisyum dioksit bulmaya yönelik olup olmadığının, denizden çıkarılan kumların İnşaat kumu olarak kullanılıp kullanılmadığının ortaya konulmasıydı.

Buna netlik kazandırdıktan sonra duruma göre soruşturma aşamasına geçecektik. Bu nedenle, öncelikle konuyu mevzuat açısından incelemiş ve ilgililerden de uygulamanın nasıl yürütüldüğüne ilişkin bilgiler almıştık. Silisyum Dioksit, doğada kum içinde bulunan ve gerekli elemelerden sonra elde edilerek cam imalatında ham madde olarak kullanılan cevher’in adıydı. Gerçekten de son yıllarda deniz içinde koordinatlar belirtilerek verilen ruhsatlara istinaden birçok bölgede silisyum dioksit arama faaliyeti yürütülmekte ve bunların denetimleri, gerekli teşkilatı bulunmayan Valiliklerce yapılamamaktaydı. Kaldı ki, bu faaliyeti yapanların sadece ruhsatlarında yazan koordinatlar içinde çalıştıklarını ve silisyum dioksit bulduklarını sürekli olarak kim nasıl denetleyebilirdi ki?. Açık denizleri de kapsayacak şekilde arama ruhsatı verilmesiyle zaten her şey ruhsat sahibinin insafına bırakılmış olmuyor muydu? Yani iş, baştan yanlış görünüyordu.

O halde yapılması gereken ilk iş, şikayete konu ruhsat bölgesine, yani Biga açıklarına gidip, numune alarak analiz ettirmek ve gerçekten silisyum dioksit mi, yoksa adi deniz kumu mu çıkarıldığının ortaya konulması olacaktı.

Her ne kadar ruhsat dosyasında, koordinat sınırları içinde arama ve kısmen ön işletme faaliyetlerinin yürütülmesi için ruhsat düzenlenmesi aşamasında Maden Dairesi Başkanlığınca mahalline teknik bir heyet gönderildiğine ve bu heyetçe denizden alınan kum numunelerinin, Maden Tetkik Arama Enstitüsünde (MTA) yaptırılan analizlerinde, silisyum dioksit bulunduğunun belirlenmesi üzerine ruhsat düzenlendiğine dair raporlar ve bilgiler olsa da, Çanakkale Valiliğinin yazısında, silisyum dioksit var denilerek çıkarılan kumların İstanbul’da inşaat kumu olarak satıldığının belirtilmesi dikkat alındığında, müfettişliğimizce de yeniden numune alınıp analiz ettirilerek, deniz kumunda silisyum dioksit olduğunun ve dosyada bulunan bu yöndeki bilgilerin teyit edilmesi gerekiyordu.

Şayet silisyum dioksit belirlenirse, ruhsat alanı içinde madencilik faaliyetinin yürütülmesinde mevzuata ve dolayısıyla hukuka aykırı bir durum olmadığı sonucuna ulaşacak, aksi haldeyse, soruşturmayı derinleştirecektik.

*
Bu amaçla, bir taraftan ruhsat sahibi Harun Ay’ın İstanbul’daki adresine yazılı bir bildirim yaparak, belirttiğimiz günde, kum çıkartmakta kullandığı gemilerinden birisi ile birlikte Biga Liman Müdürlüğünde olmasını istemiş, bir taraftan da daha önce mahalline gidip, numune alarak analiz ettirdikten sonra silisyum çıkarıldığına dair rapor düzenleyerek Harun Ay’a ruhsat verilmesini sağlayan, Maden Dairesinde görevli 3 mühendise bu seyahatte bize eşlik etmelerini yine yazılı olarak bildirmiş, bununla yetinmeyip, dosyada imzası bulunan bu mühendislerden başka, Maden Dairesinde çalışmakta olan bir maden ve bir jeoloji mühendisini daha objektif bir inceleme yapılması için heyetimize dahil etmiştik.

Amacımız, oluşturduğumuz teknik heyetteki grevlilerin, hem ruhsatın verilmesini sağlayan numunenin, nereden nasıl aldıklarına ilişkin olarak yapacağımız tatbikata eşlik etmelerini,  hem de bizim numune almamıza şahitlik etmelerini sağlayarak, bizim yaptıracağımız analiz sonuçlarının farklı çıkması halinde herhangi bir itiraza meydan bırakmamaktı.

Böyle kalabalık sayılacak bir ekiple Biga da nerede kalabileceğimizi bilmediğimiz için, aynı zamanda mahalline gidişi gelişlerimizde kullanabilecek bir araç da alabileceğimizi düşünerek, Bakanlığımızın ilgili kuruluşu Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) Çan işletmesine ait misafirhanede yer ayırtmış ve yorucu bir otobüs yolculuğunun ardından hep birlikte Çan’a gelmiştik. O gece istirahat edecek ve ertesi sabah saat 10.00 da Biga Limanı Müdürlüğünde Harun Ay ile buluşup, denizden numune alacaktık.

TKİ İşletme Müdürünün o gece bizim için verdiği yemekte, mühendislerin hiç tatlarının olmadığını, huzursuz olduklarını fark ettim ve bu izlenimimi diğer müfettiş arkadaşımla paylaştım.

Geç saatte odalarımıza çekildikten sonra birden rahatsızlandım. Üzerime şiddetli bir üşüme geldi, sıtmaya tutulmuş gibi tir, tir titremeye başladım. Ağustos ayında olmamıza rağmen, pike yedek battaniye ne varsa üstüme örterek hemen yatağa girdiysem de titremem bir türlü geçmedi, hatta giderek daha da arttı. İç çamaşırlarım ve pijamam su içindeydi. Bir şeyler yapmalıydım, ama yerimden kalkamıyordum. Bir süre öylece yattıktan sonra zorlukla kalkıp, müfettiş arkadaşımın kaldığı odanın kapısını çalıp ve bana hiç değilse bir aspirin bulmasını istedim. Bir süre sonra bulup getirdiği aspirini içip çamaşırlarımı da değiştirdikten sonra yeniden yattığımda gün aydınlanmaya başlamıştı. Gece boyunca terlemem devam ettiği ve adeta kabuslar görerek uyumaya çalıştığım için, sabah kahvaltı salonuna indiğimde son derece bitkindim. Fakat randevuya da mutlaka gitmemiz gerektiğinden, iştahsız da olsam zorla bir şeyler yedim ve ekiple beraber, işletmeden bize tahsis edilen pikaba atlayıp yola koyuldum.

*
Karabiga’ya varır varmaz doğruca liman işletmesi müdürlüğüne giderek, bakanlık müfettişleri ile randevusu olduğunu söyleyen birilerinin gelip, gelmediğini sorduk. Daha randevu saatimize beş, on dakika olmasına rağmen Liman Müdürü, iki kişinin geldiğini bizleri sorup, gelmemişler diyerek gittiği söylediğinde bu işte bir gariplik olduğunu fark ettim. Adamlar onlarsa ve samimi olarak gelmişlerse, neden beklemeden gitmiş olabilirdi. Muhtemelen, ya biz geldik, ama siz yoktunuz demek için erkenden gelmiş ve hemen ayrılmış olabilirlerdi; ya da Liman Müdürü ile anlaşmış, yalan söyletmişlerdi.

Beklemediğim bu gelişme üzerine liman müdürüne; “biz buradayız, bir saat sonra tekrar geleceğiz, gelirlerse mutlaka beklesinler yoksa gereğini yaparız dedikten sonra yanından ayrıldım.

Çaresiz ruhsat sahibini beklemek için sahildeki çay bahçelerinden birine oturmaya gittik. Liman müdürünün hal ve hareketleri hiç güven vermemişti. Onun için, gereğini yaparız diyerek imalı bir tehdit mesajı bırakmaya gerek görmüştüm. Gereği neyse artık, o düşünsündü!.

Yaklaşık bir saat sonra tekrar liman işletmesinin önüne tekrar geldiğimizde, birisi göbekli, saçları usturaya vurulmuş, bakışı ve duruşu ile mafya babası görünümünde olan, diğeri,  zayıf, kara kuru, siyah takım elbisesi içinde mafya babasının tetikçisi gibi görünen iki kişi, ön iki kapısı açık İstanbul plakalı lüks bir Mersedes otomobilin yanında bekliyordu.

Mafya babası görünümünde olanı, müfettiş bey biz geldik diyerek elini uzatıp adını söylediğinde uzaktan yaptığım tahmin doğru çıkmıştı. Evet, bu ruhsat sahibi Harun Ay’dı.

Bu adamlar sabah neden gitmişler ve neden geri dönmüşlerdi. Acaba, benim durumdan kuşkulanmam üzerine Liman Müdürüne yaptığım blöf mü etkili olmuştu? Her neyse, sonuçta aradığımız adamlar karşımızdaydı.

Usulen yapılan bir merhaba ve tanışma faslından sonra denize açılıp numune alacağımız gemiyi sorduğumda Harun Ay, İstanbul’dan yola çıktığını, gelmek üzere olduğunu söyledi ve ardından, gemiyi beklerken sahildeki restoranlardan birisine öğle yemeği yemeyi önerdi. Vakit gerçekten öğle olduğundan ve tek başıma olmadığımdan arkadaşların eğiliminin de bu yönde olduğunu görüp, teklifi kabul ettim.

Restorana oturulduğunda, kalabalık taraf bizim ekip olduğu için hesapları bizim vermemiz gerektiğini düşünüp, ona göre davranırken, yemeklerin sipariş aşamasında Harun Ay, kimin ne içeceğini sorup, denize doğru rakının iyi gideceğini söyleyiverdi. Tam, ekipten bazı arkadaşlar bu teklife olumlu yanıt verecekken, hemen devreye girerek, biz memuruz mesai saatleri içinde içki içmeyiz diyerek önlerini kestim. Harun Ay, canım ne var bir dubleden ne çıkar falan dediyse de, benim olduğum masada memurlar içemez diye sert çıkarak kesin tavrımı belli edip noktayı koydum.

Harun Ay, bozuntuya vermeden ve utanma belasına bir duble rakı içtiyse de, hepimiz su veya kola içtik.

Yemek biteli epey bir zaman geçmesine karşılık, az sonra gelir denilen gemiden haber çıkmamıştı. Bir duble içip gevşemiş olan Harun Ay’e gemiyi sorduğumda, biraz fırtına olduğunu ve muhtemelen bu nedenle gelemediğini söyledi. Oysa ki, aylardan Ağustos’tu ve geminin geleceği deniz, bir iç deniz olan Marmara idi. Olur mu, falan dediysem de saatler geçmiş, zaten denize açılıp numune almak için de çok geç olmuştu.

Restorandan kalktığımızda ben, Harun Ay’a, ertesi sabah gemiyi mutlaka getirmesini sert bir üslupla tembih ettikten sonra Çan’daki TKİ misafirhanesine hareket etmek üzereyken o, lüks mersedesinin kapısını açıp, sahte bir kibarlık içinde beni ve diğer müfettiş arkadaşımı, Çan’a arabasıyla bırakmayı teklif etti. Hiç tereddüt etmeden bu teklifi reddederken, gözüm mersedesin ön kapısının cebine görünmesi için özellikle konulmuş olduğunu düşündüğüm büyükçe bir tabancaya takıldı.

Harun Ay’ın bize gözdağı vermek adına, tabancasının özellikle görülmesi için aracına davet ettiğini düşünerek, bu gibi şeylerin bizi korkutmayacağını hissettirmek için, silahı işaret ederek, “ne o bununla kuş mu vuruyorsun” diye alaycı bir üslupla laf attım. Bu gibi durumlara çok alışkın ve silahı bilen biri havasıyla yaptığım bu çıkış, Harun’u şaşırtmıştı. Ne diyeceğini şöyle bir düşünür gibi oldu ve sonunda suçlu bir çocuk edasıyla,“yok efendim, bir iş adamı olarak sadece korunmak için” şeklinde bir açıklama yapmak zorunda kaldı.

*
Sabah, Çan’dan hareket edip, yeniden Karabiga Limanına geldiğimizde, ortalarda ne gemi, ne de Harun Aydemir vardı. Aslında bunun böyle olacağı dünden belliydi. Ama bazen ihtimal çok kuvvetli olsa da kesin tavır sergilemekte zorlanılıyordu insan. İşte burada da böyle olmuş, daha olayı yaşamadan, sen gemiyi yarın da getirmeyeceksin biliyorum diyememiştim. Zira bu, bir niyet okuma olacaktı. Ama artık, bu günden sonra niyet açıkça ortaya çıkmış olacağından açık tavır koymak için her şey müsaitti.

Öğleye doğru Harun geldi ve yine geminin gelmemesiyle ilgili bir sürü bahane uydurmaya başladı. Sözünü kararlı bir şekilde kestim ve o gün Karabiga’dan kiralamak için gemi bakacağımı, şayet bulamaz isem ertesi gün İstanbul’a geçip, ilgili Vali Yardımcısıyla görüşerek, kum işiyle uğraşanlardan bir gemi kiralaması için destek isteyeceğimi ve gelip o numuneyi mutlaka alacağımı, devletin kendisinden çok daha güçlü olduğunu, tüm bu işler için gereken finansmanı Madencilik Fonundan karşılatmaya yetkili olduğumu, işin sonunda silisyum dioksit adı altında adi kum ticareti yaptığının ortaya çıkması halinde, bu masrafları kendisine ödettireceğimi sert bir üslupla ifade ettim.

Gerçekten de bunları yapacaktım. Ne yani, kıçımıza bakarak geri dönecek değildik ya, devlet isek gereğini layıkıyla yapacaktık. Nitekim bu konuşmam üzerine ekipten bir mühendisin, Çanakkale Seramik fabrikalarının da bu civarda silisyum dioksit çıkarttığını ve bu iş için kullandıkları gemileri olduğunu söylemesi üzerine derhal Fabrikanın telefonlarını temin edip, yetkili kişiden gemiyi kullanmamıza izin vermeleri için ricada bulundum. Ne var ki, gemilerinin zincir ve kepçe donanımının, bizim numune alacağımız derinliğe ulaşacak uzunlukta olmadığını öğrendim.

Bu girişimimiz başarısızlıkla sonuçlansa da özünde faydalı olmuş, Harun Ay, bizim numune almakta kararlı olduğumuzu iyice anlamıştı. İşlerin giderek sarpa saracağını ve bizim sinirlenmeye başladığımızı fark etmiş olmalı ki, akşamüstüne doğru geminin ertesi sabah mutlaka limanda olacağına dair yeminler etti.  O gün için yapabileceğimiz başka bir şey olmadığından, sabah gelip bakacağımızı, limanda gemiyi görmezsek doğruca İstanbul’a geçeceğimizi söyleyip, Karabigadan ayrılıp misafirhaneye döndük.

*
Ertesi sabah erkenden Karabiga limanına geldiğimizde gördüğümüz manzara bizi kahkahaya boğdu. Limana yanaşmış olan büyük kum gemisinin güvertesinde Harun bir sağa bir sola volta atıyor, kabak kafası güneşten parıl, parıl parlıyordu.

Hiç vakit geçirmeden denize açılmıştık. Kaptan köşkündeki radardan bulunduğumuz yerin koordinatlarını ve derinliğini görebiliyorduk. Geminin teknik donanımı da oldukça iyi sayılırdı. Bir süre açıldıktan sonra numune almamız gereken koordinatların oluşturduğu bölgeye geldiğimizde, ben radarı kontrol amacıyla kaptan köşkünde kalırken, müfettiş arkadaşım mühendislerin usulüne uygun, çeyrekleme metoduyla numune alıp almadıklarını kontrol etmek için, kepçelerle kumun çıkarılıp döküleceği bölüme inmişti. Denizin yaklaşık kırk elli metre dibine inip çıkan kepçelerin ve büyük demir makaralara sarılan kalın zincirlerin çıkarttığı korkunç gürültüler arasında ilk kepçelerdeki kumlar dökülürken, müfettiş arkadaşım birden geminin korkuluklarına yaslanmış ve denize düşmesine ramak kalmış bir şekilde kusmaya başladı. Hemen aşağıya koştum, birkaç kişinin yardımıyla onu da kaptan köşküne getirdiğimde, rengi benzi sapsarıydı, deniz tutmuş olmalı diye düşünerek, istirahat etmesi için onu, kaptan köşkündeki kanepeye yatırdık.

O dakikadan sonra numunelerin alınmasının da, daha önce Maden Dairesinde görevli mühendislerce numune alınan koordinatlarda olduğumuzun kontrolü de bende oldu. Neyse ki, bundan başka bir olumsuzluk yaşamadan yeni numuneler alındı ve torbaların ağızları kırmızı mumla mühürlenerek bağlandı.

Her şey kuralına uygun yapılmıştı. Bundan sonrası daha kolaydı. Artık Ankara’da bu numuneler analiz ettirilecek ve çıkacak netice bundan sonra izleyeceğimiz yolu belli edecekti.

*

Ekiple birlikte Ankara’ya döndükten sonra getirdiğimiz numuneleri analiz edilmek üzere tutanakla MTA genel müdürlüğüne teslim ettik. Bir süre sonra verilen analiz raporlarından numunelerin silisyum dioksit içermediğini, adi deniz kumu olduğunu öğrendik.

Oysa Harun Ay'a, deniz kumunda silisyum dioksit var raporu ve bilgisi üzerine ruhsat verilmişti. Demek ki, bu doğru değildi ve gerçek Çanakkale Valiliğinin yazısında belirtildiği gibiydi; denizden silisyum dioksit bahanesiyle bildiğimiz adi deniz kumu çıkarılıp inşaatlarda kullanılıyordu. İşte bunu tespit ettikten sonra işimiz daha yeni başlamıştı. Çünkü bundan sonra sahada silisyum dioksit varmış gösterilen analiz raporunun MTA tarafından usulsüz olarak mı düzenlendiğini, yoksa sahadan alınmış numune gibi gösterilerek, MTA ya, başka bir yerden elde edilen silisyum dioksit örneklerinin mi verildiğini ortaya çıkartmak, suiistimalin kimlerin yaptığını aydınlatmak gerekecekti.

*
MTA da yapılan araştırmamızda, sahada silisyum dioksit olduğuna ilişkin analiz raporuna esas teşkil eden şahit numuneler olduğu söylenen bir torba içindeki silisyum dioksitler ele geçirmişsek de bu torbadakilerin gerçekten Karabigadan alınıp analize verilen örneklere mi ait olduğu, yoksa bizim soruşturma nedeniyle MTA’lıların kendilerini temize çıkartmak adına sonradan bir yerlerden getirttikleri silisyum dioksitler mi olduğunu anlayabilmemize olanak yoktu. Çünkü bunu ispatlayacak bir başka numune alma sistemi mevcut değildi. Kaldı ki, bu suiistimali MTA laboratuarlarında yapılmış olsa, bizim verdiğimiz numuneler için de silisyum dioksit içeriyor raporunun verilir ve işin açığa çıkmasının önüne geçilebilirdi.

Hal böyle olunca, kuşkularımız sahadan numune almaya gitmiş olan ekibin, numune almadan bir başka yerden getirilmiş hazır silisyum dioksit örneklerini MTA’ya vermiş olabileceği olasılığı üzerinde yoğunlaştı. Öncelikle bu hususu sahadan numune almış olan ekipteki mühendislere ve topografa sormak istedik ve ağız birliği yapmalarını önlemek için, hepsini bir odaya topladıktan ve başlarına bir memur görevli koyduktan sonra tek, tek görüşüp ifadelerini almaya başladık.

Yazılı olarak ifadesini aldığımız kişiyi diğerleriyle görüştürmeden gönderip, bir diğerini ifadeye çağırdık. Böyle yapınca, bir diğerinin ne cevap verdiğini bilmeyen ekip elemanları, detay sorulara çelişkili cevaplar verdi ve ortaya birbirinden farklı üç ifade çıktı.

Aslında, üçünün de daha önceden çalıştıkları, muhtemel sorulara nasıl cevap verecekleri konusunda hazırlık yaptıkları her hallerinden ve verdikleri ifadelerinden belli olmuyor değildi. Ancak, daha önce çalışmadıkları akıllarına getirmedikleri, numune almak için Karabigaya hangi güzergahtan gittikleri, numune almaya hangi gemiyle çıktıkları gibi detay sorularda bocalayıp farklı yanıtlar verdiler. Mesela üçü de sahadan numune almak için denize açıldıkları geminin adının “Kısmetim 1” olduğunu söyledi ama, denize hangi noktadan açıldıkları konusunda çuvalladı. Birisi Karabiga dedi, birisi başka bir liman ismi verip oradan açıldıklarını ve denizden numune aldıktan sonra tekrar oraya döndüklerini, Karabiga’ya hiç uğramadıklarını söyledi, birisi, nereden çıktıklarını hiç hatırlamadı. Keza, numuneyi MTA'ya kimin verdiğine ilişkin olarak, üçü de çelişkili cevaplar verdi.

Özellikle geminin çıkış yaptığı ve döndüğü limana ilişkin çelişkili ifadeler,  bizi ister istemez ismi Kısmetim 1 olarak verilen geminin o günlerdeki rotasının ve bulunduğu limanların araştırılmasına yöneltti. Bu amaçla, öncelikle Karabiga Limanının kayıtlarını incelediğimizde, araştırmaya konu tarihler arasında bu isimde bir geminin, bu limana giriş yapmadığını gördük, buna dair liman bilgilerini içeren belgeleri onaylatıp aldık.

*
Sonra bu bilgileri çapraz kontrol etmek amacıyla, Ulaştırma Bakanlığı bünyesindeki Deniz Ulaşımı Genel Müdürlüğü nezdinde girişimde bulunarak, Kısmetim 1 adlı geminin rotasına ilişkin bilgileri içeren, seyir defteri kayıtlarını istedik.

Ülke sınırları içinde aktif işletmede olan tüm gemilerin seyir defterlerine ilişkin bilgileri vermek durumunda oldukları bu genel müdürlükten gelecek bilgi ve belgeler bu konunun aydınlanmasına çok yardımcı olacak, ifadeleri alınan ekip üyelerinin doğru söyleyip, söylemediği, geminin hangi limanlara uğrayıp, uğramadığı, kısacası gerçeğin ne olduğu anlaşılacaktı.

Anılan genel müdürlükten bir süre sonra gönderilen resmi yazılı cevap bizi çok ama çok şaşırtmıştı. Tamam, geminin, ruhsat verilme aşamasında Maden Dairesinden gönderilen mühendislerin belirttikleri limanlara uğramamış olması gibi bir yanıtı zaten bekliyorduk ama, “Kısmetim 1” isimli geminin yıllar önce hurdaya çıktığı ve jilet fabrikasına gönderildiği, o günden sonra da bu isimde işletmeye alınan bir başka geminin de olmadığı bilgisini bırakın beklemeyi, hayal bile etmemiştik.

Belli ki, birileri bu usulsüz ruhsat verme işinin bu kadar detaylı incelenebileceğini akıllarına bile getirmemiş, rasgele sallamıştı. Gel gör ki, yanlış hesap bizim soruşturmadan dönmüş, şimdi ayaklarına dolanmıştı.

*
Bu taze bilgiler üzerine deniz kumunda silisyum dioksit var göstererek Harun Ay'a usulsüz ruhsat verilmesini ve denizin ekolojisinin tahrip edilmesini sağlayan mühendislerin ifadelerine yeniden başvurup, önceki ifadelerinde belirttikleri Kısmetim 1 isimli bir geminin olmadığına ve dolayısıyla, numune aldık dedikleri tarihlerde bu isimde bir geminin Karabiga Limanına girişi çıkış yapmadığına dair belgeleri gösterdiğimizde, artık söyleyecekleri hiçbir şey kalmamıştı.

Birisi, denize hiç açılmadan, kendilerine verilen numuneyi MTA’ya verdiklerini ve sanki denizden numune almış gibi tutanak düzenlediklerini itiraf etti. Birisi yalanında ısrar etmeye çalıştı, birisi de Ankara’dan hiç ayrılmadığını, arkadaşlarının düzenlediği tutanağı imzaladığını söyleyerek, usulsüzlüğü bir başka yönden itiraf etti. Böylece, bu teknik ekibin denizden hiç numune almadan, kendilerine verilen silisyum dioksit örneklerini, denizden aldıkları numuneymiş gibi gösterip, MTA’ya verdikleri ve doğal olarak, çıkan olumlu rapora istinaden de Harun Ay’a, belli koordinatlar içinde, denizde silisyum dioksit raporu verilmesine imkan sağladıkları çok net olarak ortaya çıktı.

*
Müfettişliğimce düzenlenen raporla, usulsüz ve yolsuz işlemler neticesinde verilen ruhsat feshedildi. Ekip üyesi mühendisler, disiplin ve idari yönlerden cezalandırmanın ötesinde, konunun Türk Ceza Kanunun yönünden de soruşturulması için, Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunuldu.

*
Meslek yaşamımdaki bir soruşturma daha böylece neticelendi. Yorgun olsam da görevimi başarıyla yapıp bir yolsuzluğu daha ortaya çıkartmış olmam her şeye bedeldi.



                                                ----0---






                                              


5 Aralık 2016 Pazartesi


Kıssadan Hisse... (Üç Mektup...)

Bugün size eski bir hikayeyi aktaracağım...
*
Ülkenin birinde eski Vezir, görevi bırakırken yeni vezire 3 mektup bırakmış ve  “Başın sıkıştıkça sırasıyla aç uygula” demiş...

Yeni Vezir, pek anlam veremeyip içinden, “başım niye sıkışacak ki, ben sen miyim” diye geçirse de üç mektubu alıp masasının çekmecesine kilitlemiş...

Gel zaman git zaman derken memleket meseleleri iyice karışıp içinden çıkılmaz hale gelince bu üç mektubu hatırlamış, derhal bulup ilk mektubu açmış, tek satır mektupta, “Eskileri kötüle” yazmaktaymış...

Vezir de demek ki eski vezirin bir bildiği vardı diyerek öyle yapmış ve eskileri kötülemiş...

Ortalık bir süre sakinlemiş, lakin bir süre sonra yeniden huzursuzluklar ve karışıklıklar yaşanmaya başlamış, bunun üzerine vezir çekmecesinde sakladığı ikinci mektubu da açmış, bu mektupta da tek satırda, “Yanındakileri kötüle” yazmaktaymış....

Vezir de öyle yapmış, yanındakileri kötülemiş...

Ortalık bir süre daha sakinlemiş, ama bir süre sonra tepkiler yine ve daha da şiddetle artmaya başlayınca vezir, üçüncü mektubu açmış, bu son mektuptaki tek satırda ise “Artık sen de üç mektup yaz” yazmaktaymış...
*
Hadi gelin, şimdi kıssadan hisse çıkartalım...
*
Birisi, Lozan dahil, eskileri kötüledi mi, kötüledi...
*
Yetmedi, yanındakileri kötüledi mi, kötüledi...
*
Hatta tek başınayım dedi...
*
E öyleyse, mektup yazma zamanı geldi mi?...


                                                           ---0---






Milli İrade...


Milli irade deyince akan sula duruyor değil mi?...
*
İtiraz edene, "bi dakka millet öyle istiyor, sen ne diyorsun" deniliyor...
*
Siyasilerin hepsi milli iradeye tapıyor...
*
Türk Silahlı Kuvvetlerinin genelkurmay başkanı, Yenikapı’da miting kürsüsüne çıkıp, milli iradenin ve milletin emrindeyiz diyor...
*
MİT müsteşarı desen zaten memur; "milli iradeye dayanarak" ülkeyi yöneten hükümetin ve dolayısıyla milli iradenin emrinde...
*
Ama her ne hikmetse, bu milli iradenin tecelli ettiği en yüce kurum olan millet meclisinde millet adına görev yapan Darbe Komisyonu, milletin emrinde olan genelkurmay başkanını ve memur MİT müsteşarını, dinlemek için meclise getiremiyor...
*
Ne oldu milli irade?...
*
Bu arkadaşlar milli iradenin üzerinde mi?...
*
Yoksa o milli irade dediğiniz, işinize gelince yücelttiğiniz, işinize gelmediğinde kale bile almadığınız bir safsata mı?...

                                                            ---0---


4 Aralık 2016 Pazar


NAZLI ILICAK, YOLSUZLUK, İRTİCA VE BEYAZ ENERJİ OPERASYONU


Bugün Google’da bir arama yaparken, şimdi FETÖ’cü olduğu iddiasıyla tutuklu bulunan Nazlı Ilıcak’ın, bundan tam 15 yıl önce, Enerji Bakanlığında yürütülen bir soruşturma ve irtica ile mücadele kapsamındaki yapılan bir inceleme ile birlikte, Teftiş Kurulu Başkanı olmam hasebiyle şahsımla ilgili asılsız iddialar ileri sürdüğü “İrtica, soygun ve aile fotoğrafı” başlıklı yazısına rastladım...

Her şeye rağmen basın, düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde, tutuklanmasını onaylamadığım Nazlı Ilıcak’ın, kamu görevlileri hakkında itibarlarını zedeleyecek iddiaları hiç araştırmadan ne kadar rahat yazabildiğini ve dolayısıyla, o kendisinin de fikirlerini özgürce yazabilmesi için tüm gazeteciler için en geniş şekilde uygulanmasını talep ettiğimiz basın özgürlüğünü nasıl da kötüye kullandığını tekrar hatırladım...
*
O zamanlar kamu görevlisi olduğumuz için Ilıcak’a ne yanıt verebilmiş, ne de zamanın İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ve ekibince, saçma sapan isimler altında yürütülen sözde yolsuzluk operasyonlarından gözümüzü açıp yazdıklarını yargıya taşımaya fırsat bulabilmiştik...

Şimdiyse üzerinden uzun yıllar geçmiş olsa da salt tarihe not düşmek adına da olsa Ilıcak’ın, bakanlık içinden birilerince kendisine uçurulduğu anlaşılan asılsız iddiaları hiç araştırma zahmeti göstermeden kaleme aldığı yazısına yanıt vermek istedim...

Bunun, Ilıcak’ın yazdıkları ve savundukları sebebiyle cezaevinde olmasından dolayı doğru bir zamanda yapılmış olduğunu ve konuya ilgi duyanlar açısından bazı olayların karanlıkta kalmış yönlerini aydınlatacağını düşünüyorum...
*
Nazlı Ilıcak söz konusu yazısında, ünlü Beyaz Enerji Operasyonu soruşturması sonunda TBMM’de zamanın Enerji Bakanı Cumhur Ersümer hakkında verilen gensoru önergesinin reddedilmesini nedeniyle, zamanın Başbakanı Bülent Ecevit’in, Ersümer’i ve işin ucunun ona kadar uzanacak olması nedeniyle de Mesut Yılmaz’ı koruduğunu söyledikten sonra Teftiş Kurulu Başkanı diye bir başlık açıp, şahsım hakkında, “Aslında Konya-Yeşilhisar Enerji Nakil Hattı ihalesinin soruşturmasında, sorun Teftiş Kurulu Başkanı Tuğrul Turhan ile başlıyor.” Diyor..

Ve devamla, Enerji bakanı Cumhur Ersümer’in göreve başladığında beni Teftiş Kurulu Başkanlığına atamasının manidar olduğunu ima etikten sonra, önceki Enerji Bakanı Ziya Aktaş zamanında soruşturulması için onay verilmiş olan Konya-Yeşilhisar Enerji Nakil Hattı İhalesi ile ilgili olarak düzenlenen 1999 tarihli ilk rapora işaret ederek, “İlk raporda 349 milyar liralık bir kamu zararından söz ediyor. Raporda alacak davası açılması tavsiye ediliyor. Bugün rüşvet aldıkları Beyaz Operasyonla meydana çıkan bu kişilerin, görevden alınması veyahut haklarında takibata geçilmesi istenmiyor.” Diyerek eleştiri yapıyor...

Ve bu eleştirisini, “Çünkü, Teftiş Kurulu Başkanı Tuğrul Turhan'a göre, KİT personelinin tâbi olduğu kuralları düzenleyen 1990 tarihli 399 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname, devleti zarara uğratan KİT personeli hakkında, kasıt tesbit edilemezse, sadece alacak davası açılmasına imkân veriyor; cezai takibata geçilemiyor. (16 Ocak 2001 - Sedat Ergin - Hürriyet) diyerek kuvvetlendirmeye çalışıyor...
*
Olaylar kendisine taraflı aktarıldığı ve hiç araştırmadan yazdığı için bilmiyor ki, o rapor yapılırken Teftiş Kurulu Başkanı olarak, soruşturmayı yürüten müfettişlerle ne kadar cebelleşmişim de konu, ihale süreci dahil bütün uygulamaların normal görülme noktasından çıkıp, hiç değilse kamunun zarara sokulduğunun yazılması noktasına gelmiş...

Bilmiyor ki, bu soruşturmaya kapı aralayan aynı içerikteki birkaç soruşturmada müfettişler, ortada bir kamu zararı olmasına rağmen, konuyu en azından bu açıdan yargıya taşımaları gerekirken, işi zarara sokanların “vicdanlarına” havale etmiş...

Bilmiyor ki, Teftiş Kurulu Başkanı olarak, şahsım ve refakat Müfettişlerimle birlikte bu raporları, düzeltilmeleri için o müfettişlere kaç kez iade etmişim...

Bilmiyor ki, ben ve yardımcılarım, hukuk sisteminde vicdani sorumluluklarına havale etmek gibi bir müeyyide olmadığını belirterek, kamu zararının sorumlularının tespit edilip haklarında yasa ve yönetmeliklerin öngördüğü cezaların uygulanması için, o raporları, düzenleyen müfettişlere iade ettikçe, o müfettişler, TEAŞ’ın sorumluluğu görülen üst yöneticilerine “biz bir sorumluluk yok diyoruz, ama o başkan var ya illa cezalandırılmanızı istiyor” şeklinde laf taşıyarak, şahsımı hedef haline getirmeye çalışmış...

Bilmiyor ki, kamu zararına neden olanlar hakkında hukuk davası (alacak davası” açılması yaptırımı bile müfettişlere ite kaka yazdırılabilmiş...

Bilmiyor ki, bazı müfettişlere TEAŞ yönetimince LapTop verilerek aradaki bağlar kuvvetlendirilmiş ve ben bunu duyar duymaz, derhal o LapTop’ları iade ettirip kötü adam olmuşum...
*
Nazlı Ilıcak yazısında eleştirilerine (iddialarına) devam ederek,

“Aralık 1999'daki ilk rapor 349 milyarlık bir zarardan söz ederken, Ağustos 2000 tarihli ikinci raporda "TEAŞ Yönetim Kurulu üyelerinin, yönetmeliğe aykırı şartnameleri uygulamaya koyup, ihalelerde daha ucuz teklifleri göz ardı ederek, 3,5 trilyon liralık kurum zararına sebebiyet verdikleri, kurumun menfaatlerini koruyamadıkları, kurum kaynaklarını verimlilik ve kârlılık üzerine yönetemedikleri anlaşılmıştır" deniliyor; bu defa Teftiş Kurulu Başkanı Tuğrul Turhan, TEAŞ Genel Müdürü Muzaffer Selvi, Genel Müdür yardımcısı Ünal Peker ve arkadaşlarının görevden alınmalarını talep ediyor. Buna mukabil, gene, Türk Ceza Kanunu açısından bir işlem tesis etmeye gerek olmadığını belirtiyor. Müfettiş halâ kasıt yok görüşünde!!!  Dedikten sonra şahsımla ilgili olarak, “Ersümer'in müfettişi..” diyor...
*
Bilmiyor ki, 349 milyarlık zararın tespit edildiği ilk raporda, gerek ifadeleri alınan TEAŞ yöneticilerince ve gerekse, raporu düzenleyen müfettişlerce, bu ihaleye dair şartnamenin çok uzun yıllardan beri tatbik edilen bir şartname olduğunu, dolayısıyla, zarar var denilecekse, geriye doğru birçok ihale ve dolayısıyla onları yapan kamu görevlileri hakkında da işlem yapılması gerekeceğini söyleyerek, işin boyutlarını genişletmek suretiyle tabiri caizse “çanak çömlek patlatmaya” yani iş, sulandırmaya çalışılmışsa da Teftiş Kurulu başkanı olarak bendeniz, madem öyle geriye doğru yasal zamanaşımı süresi dikkate alınarak bütün ihalelerin soruşturulması için onay alıp, aynı şartname ile düzenlenen bütün ihalelerin soruşturulmasını ve dolayısıyla bu ikinci raporun düzenlenmesini sağlamışım...

Bilmiyor ki, bu ikinci rapor düzenlendiğinde de müfettişlerce yine görevden alma istenmemesi üzerine müfettişlerle yaptığım görüşmede, kamuyu zarar sokanların derhal görevlerinden alınmaları gerektiğini ve bunun için öneri getirmesini kendilerine söylediğimde, o müfettişler, bunu yapamayacağımı düşünerek veya en azından TEAŞ yönetimine, “bakın biz yazmadık ama başkan görevden alın diyor” diye gösterip kendilerini şirin beni kötü adam göstermek amacıyla olsa gerek, “bu söylediklerinizi yazılı olarak bize iletin” şeklinde yanıt vermiş...

Ve daha da önemlisi, Türk Ceza kanunu yönünden bir yaptırım getirilmemiş olmasını, kasıt unsurunun ortaya konulmamış olmasını eleştirirken bilmiyor ki, bu soruşturmanın, sahte isimli bir ihbar mektubunun bakanlığa ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına ve daha birkaç mercie gönderilmiş olup, bakanlıkça soruşturma başlatılıp yürütülürken, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca bakanlığa gönderilen bir yazıyla, konu soruşturulacaksa sonucunda düzenlenecek raporun bir nüshasının da kendilerine gönderilmesini talep etmiş olması nedeniyle, soruşturma konusunun ceza kanunu ve kasıt yönünden savcılıkça değerlendirilecektir; ki, esasen bu zaten savcılığın işidir...

Bilmiyor ki, onca cebelleşme nedeniyle ve sanki kasıtlı olarak birilerini görevden aldırmak istiyormuşum ve haklarında Ceza kanununa göre işlem yaptırmak istiyormuşum gibi düşünülmesini ve dedikodu yapılmasını önlemek için rapor zaten ceza kanunun yönünden değerlendirilmek üzere savcılığa gönderileceğinden, illa bunu da yazacaksınız diyerek müfettişlerle bir kez daha cebelleşmeyi anlamsız bulmuşum...

Ve raporları, gerekleri yerine getirilip yapılacak işlemlerin sonucunun bakanlığımıza bildirilmesi için ilgili tüm kamu kurumlarına göndermişim...  
*
Nazlı Ilıcak eleştirmeye devam ediyor, bu defa sırada Enerji Bakanı Cumhur Ersümer var...

“Bakan Ersümer de, hiçbir surette müfettişin raporuyla bağlı olmamasına, inisiyatifini kullanarak ceza davası açtırma yetkisine sahip bulunmasına rağmen, seyirci kalmayı tercih ediyor.

Sadece, sözde alacak davasını takip ediyor. Sanki namuslu bir memurun sebeb olduğu 3,5 trilyon liralık zararı karşılayabilecek parası olabilirmiş gibi, hukuk davasını açmaları için, üstelik bizzat o davanın sorumlularına, talimat veriyor. Aklına, bu kişileri görevden alıp, bir başkasını o makama getirmek, böylece hiç değilse hukuk davasının bir an önce açılmasını temin etmek gelmiyor.

Ağustos 2000 tarihli rapor, "sorumlular görevden alınsın" diyor. Buna rağmen, Ersümer en son güne kadar, operasyonun gerçekleştiği tarihe kadar bekliyor. Üç beş gün sonra zaman aşımından dolayı, alacak davası açma imkânı tam kalkacakken, Beyaz Enerji Operasyonu ile hesaplar alt üst oluyor.”

Diyor...
*
Doğruya doğru, işin bu boyutunda teknik hatalarına rağmen haklılık payı olmadığını söylemek zor...

Mesela, ceza davası dediğinin, Cumhur Ersümer’in veya bir başka kişinin isteğiyle değil, savcılık makamının takdiriyle açılabileceğini atlıyor, çünkü eleştiri yaparken işine öyle geliyor; kaldı ki, rapor zaten savcılığa intikal ettirileceği için Bakan’ın ayrıca ceza davası için bir öneri eklemesine de gerek bulunmuyor...

Ancak, Ilıcak, ikinci raporun, Beyaz Enerji operasyonunun başlamasına kadar Ersümer tarafından imzalanmamış olduğunu haklı olarak eleştiriyor...
*
Bu konuda da, Ersümer’in müfettişi olmakla itham ettiği bendenizin Teftiş Kurulu Başkanı olarak ne mücadeleler verdiğini, bakanla kaç kez karşı karşıya geldiğini bilmiyor...

Bilmiyor ki, raporda belirtilen hukuk davasının açılması için bendeniz, TEAŞ yönetimine defalarca tekit yazıları göndermişim...

Bilmiyor ki, TEAŞ yönetimi, konunun yargıya intikal etmesini engellemek için bakanlık müsteşarını da arkasına alarak, bizim soruşturma raporunu çürütmek için dışarıdan bilirkişiler tutup rapor düzenletmiş, bendeniz bunu duyar duymaz, kamuya ait ve gizliliği olan bir raporu, özel bilirkişiler tutup inceletmiş olmaları nedeniyle haklarında ayrıca soruşturma yapılmasını yazılı olarak bakanlık makamından talep etmişim...

Bilmiyor ki, bununla yetinmeyip bizim raporu çürütmek için koynu Bayındırlık Bakanlığı Fen Tetkik Kuruluna intikal ettirip ihale şartnamesinin uygunluğu konusunda görüş vermesi için aracılar vasıtasıyla girişimde bulunmuşlar ve bendeniz bunu öğrenir öğrenmez, hem bu Fen Tetkik Kurulu başkanını arayarak, hem de Bayındırlık Bakanlığı müsteşarına ulaşarak, yolsuzluklarını örtmek için Fen tetkik kurulunu kullanmak istediklerini söyleyip, dikkatli olmalarını isteyerek oyunu bozmuşum...

Bilmiyor ki, TEAŞ genel müdürü kurumunu denetleyen zamanın Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu Üyesiyle olan hemşerilik bağı ve diğer sıcak ilişkileri vasıtasıyla o yıl düzenlenecek olan denetleme raporunda bizim soruşturma raporunun altını oyacak ve kendilerini kurtaracak görüşler yazması konusunda ikna etmiş, ancak bendeniz bunu öğrenir öğrenmez, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu başkanını ziyaret ederek durumu ve oynanılacak oyunu kendisine detaylı olarak anlatmışım...

Ve bilmiyor ki, bu süre zarfında, Bakan Cumhur Ersümer beni makamına kabul etmemiş ve imzalanacak raporların beklediğini bunların imzalanmaması durumunda hukuki sorumluluklar doğacağını bildiren bir yazılı not göndermem üzerine hiddetlenerek beni çağırıp “bunları sana birileri mi yaptırıyor” şeklinde saçma sapan bir çıkış yapmış ama ben dik durmaya devam etmişim...

Bilmiyor ki, bakan uzun süre bendenizle görüşmedikten sonra, bir gün çağırıp “bekleyen raporlar var diyordun getir de imzalayalım” dediğinde şaşıran şahsımın, Beyaz Enerji Operasyonundan o an itibariyle haberi bile olmamış...

Bilmiyor ki, Bakanın bekleyen raporları bu operasyonun başladığını öğrendikten sonra imzaladığını bendeniz, ertesi gün operasyon medyada duyulunca öğrenmiş ve o güne kadar tek başına verdiği mücadeleden gurur duymuş...
*
Bilmiyor, ama itham ediyor, Hürriyet Gazetesinden Sedat Ergin’inden alıntı yapıyor ama Sedat Ergin’in yaptığı gibi doğrudan şahsımı arayıp bilgi alarak, eğriyi doğruyu teyit ettikten sonra yazısını yazıp yayınlamadan önce de tarafıma gönderip olur aldıktan sonra gazetesinde yayınladığı gibi yapmıyor, doğrudan kendisine intikal ettirilen yalan yanlış iddialar üzerine ahkam kesiyor...
*
Çünkü başta şahsıma olmak üzere bakanlığımıza karşı önyargılı...
*
Bu önyargı, yazısının devamından kolayca anlaşılıyor...
*
O zaman eski adı Batı Çalışma Grubu olup Başbakanlık Koordinasyonu Takip Kuruluna dönüştürülerek başbakanlık bünyesine alınan kuruldan gönderilen Bilgi Notlarına istinaden Teftiş Kurulu Başkanlığımızca yürütülen incelenmelerle, TEAŞ ve bakanlığa bağlı diğer kuruluşlardan kritik görevlerde bulunanların pasif görevlere alınmalarından rahatsızlık duyuyor...

Bu rahatsızlığını,

“Enerji ekibi değişti Recai Kutan Enerji Bakanlığına gelince, Anaplı Hüsnü Doğan'ın göreve getirdiği bürokratlarla çalıştı. Cumhur Ersümer ise, aynı partiden gelmiş olmasına rağmen, Hüsnü Doğan'dan devraldığı bürokratların pek çoğunu yerlerinde tutmadı. Hep kendine yakın isimleri, önemli mercilere getirdi. Teftiş Kurulu Başkanı'nı bile, yukarıda bahsettiğimiz gibi değiştirdi.

Ersümer, Hüsnü Doğan döneminde, bakanlığın ve çeşitli genel müdürlüklerin üst kademelerinde hizmet verenleri, kolayca ve hiçbir sebeb yokken gözden çıkarabiliyor da, kendi atadıklarını, trilyonlarca lira zarara rağmen son güne kadar yerinde tutuyor.”

Diyerek dile getiriyor...

Bununla yetinmiyor, “Cumhur Ersümer'in, bakanlığında ve bağlı kuruluşlarda büyük çapta bir "irticacı avı" başlattığını bilmem biliyor musunuz?" dedikten sonra, bir irticai faaliyet raporundan isimler vererek alıntı yapıyor ve daha sonra "ihbar - iftira" deyip, "Görüldüğü gibi, irtica burada da soyguna kılıf oluşturuyor. Üst düzey görevliler .... tarikat bahanesiyle pasif noktalara gönderiliyor; Tedaş'tan iki genel müdür muavini uzaklaştırılıyor." ifadelerini kullanıyor...

Cumhur Ersümer, çeşitli vesilelerle, bu arada irtica gerekçesini de kullanarak, Hüsnü Doğan'ın ekibini dağıttı; kendi adamlarını göreve getirdi. Kolay söz dinleteceği müfettişlerle çalışmayı tercih etti.

İşte sonuç: Rüşvet ve soygun... Beyaz Enerji Operasyonu... Mavi vurgun.” Diyor...
*
İşte asıl neden bu; tarikatlarla irtibatlı olduğundan kuşku duyulan ve "irticai" faaliyetlere karıştığı düşünülen kamu çalışanlarının gerekçeli raporlarla pasif görevlere alınması...

Onlar alınıyorlar, yerlerine atananlar yolsuzluk yapıyor demeye getiriyor...

Bizim müfettişlerimizce yapılan soruşturmalar neticesinde görevden alınmaları önerilen görevlilerin Ersümer zamanında atananlar olduğunu görmek istemiyor, bizi takdir edeceğine Ersümer’in müfettişleri diye itham ediyor...

Hayatının her döneminde olduğu gibi, tarikatlara ve onlarla irtibatlı oldukları yolunda istihbarat bilgileri bulunan sağ tandanslılara sahip çıkıyor, onların kendisine aktardıklarını sorgulamadan doğru kabul ediyor, kendi düşüncesinden olmayan yurtsever ve dürüst insanlara kara çalıyor...
*
Böylece, devlet içinde tarikat örgütlenmeleri, Ilıcak gibi onlara cesaret verip destekleyenlerin sayesinde daha kolay gerçekleşiyor...

Yurtseverler tasfiye edilirken gıkı çıkmayanlar, tarikatlarla bağlantılı olan veya şu veya bu şekilde irticai faaliyet içinde bulunanlar tasfiye edilirken ayağa kalkıp yaygara yapıyor...

Onların bu yaygaraları, AKP iktidarı döneminde, şahsıma olduğu gibi birçok yurtsever kamu görevlisisin tasfiyesi için "sicil" olarak kullanılmış bulunuyor...

İşin bu bölümünü, bu yazıyı uzatmamak için ayrı bir yazıda irdelemek daha yararlı olacak gibi görünüyor...
*
Netice itibariyle; biz tarikatlarla bağlantılı olduğu veya irticai faaliyetlere karıştığı kanısına ulaşılan kamu personelini incelemeler sonunda çok çok sadece ve sadece pasif görevle almıştık, ama şimdi ne gariptir ki, istihbari bilgiler ile FETÖ’cü olduklarına kanaat getirilen kamu görevlileri işinden atılıyor...

Ve yine ne gariptir ki, Nazlı Ilıcak’ın kendisi de bu FETÖ’cü oldukları söylenen kamu görevlileri ile aynı suçtan tutuklu bulunuyor...


Not: Yazının içinde isimler açık olarak geçtiği için önce bunun bazı insanları rahatsız edebileceğini düşündüysem de, Nazlı Ilıcak’ın 25 Ocak 2001 tarihinde Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan yazısının Google’a giren herkes tarafından görülebileceğini ve gizliliği bulunmadığını gözeterek yazısının ilgili bölümlerini aynen paylaşmakta sakınca görmedim...