HANGİMİZ HAKLIYDI?...
Onyedi onsekizli yaşlarındaydık. Okul döneminde en büyük
eğlencemiz, Cumartesi geceleri sinemaya
gitmekti. Yine bir Cumartesi gecesi gittiğimiz sinemanın önünde, dokuz bilemedin 10 yaşlarında bir çocuk kesti
önümüzü. Elinde bir ayakkabı fırçası tutuyordu. Ama boya sandığı filan yoktu.
“Abi “ dedi, ayakkabılarınızı parlatayım mı?”
Yetişme tarzımız itibariyle oldum olası bu tür durumlara
hassas olduğumuzdan, ayakkabılarımızın parlatılmaya ihtiyacı olmadığı halde,
“hadi parlat bakalım” dedik ufaklığa, hep bir ağızdan. O, sevinçle önce benim ayakkabılarıma
doğru eğilirken, ben de ona vereceğim parayı hazırlıyordum ki, içimizden bir
arkadaşım, benden önce davranıp elindeki parayı çocuğa uzatarak, “al şu parayı
hadi git” dedi.
Çocuk, önce arkadaşımın uzattığı parayı kaptı, ardından da
benim ayakkabıya iki fırça darbesi vurduktan sonra, verdiğim parayı alıp
ayakkabısını parlatarak para alabileceği bir başkasını bulmak üzere yanımızdan uzaklaştı.
Bir iki adım atmıştık ki, çocuğa ayakkabısını fırçalatmadan
para verip gönderen arkadaşım bana dönerek, sanki çok yanlış bir davranışta
bulunmuşum gibi suçlarcasına “oğlum, ayakkabını neden fırçalatıyorsun, ver
parayı gitsin çocuk yazık değil mi?” dedi.
Aslında ben de onun çocuğa direk para verip hadi git
demesini yadırgamıştım, ama üstünde durmamıştım. Fakat beni eleştirince cevap
vermeden edemedim; “Bana göre senin davranışın yanlıştı” dedim. Ve böylece,
aramızda bir tartışma başladı.
Hangimizin davranışı doğruydu?...
O, çocuğun ihtiyacı olmasa böyle bir işi yapmayacağını, onun
için ayakkabıyı fırçalatmaya gerek olmadığını, parayı verip ona yardım etmenin
yeterli olduğunu savunuyor, bense, bu tavrın, çocuğu çalışmadan, emek vermeden,
insanlara kendini acındırarak kazanmaya alıştıracağını, bunun bir diğer adının
dilencilik olduğunu, bizim karşılıksız para vermemizin de onu dilenci yerine
koymak ve dilenciliği benimsemesini teşvik etmek olacağını söylüyordum...
Bu temelde uzayan tartışmada, ikimiz de birbirimizi ikna
edemeden konuyu kapattık...
*
Arkadaşım mı haklıydı, yoksa ben mi? Bu sorunun yanıtını daha
sonraki yaşamımda karşılaştığım benzer olaylarda da aradım; ama her aradığımda,
yine kendimi haklı gördüm. Tavrım, hep o gece küçük çocuğa davrandığım gibi
oldu..
*
En son örneğini bu yıl yaz tatilinde yaşadım. Plajda
güneşlenirken, kucağında taşıdığı, iç içe geçirilerek üst üste dizilmiş fötr
şapkaları satmaya uğraşan on bilemedin 11 yaşlarında bir çocuk dikkatimi çekti.
Güneşin en etkili olduğu saatte kendi başında şapkası yoktu, başkalarına şapka
satmaya uğraşıyordu. Üzerinde birisinden ödünç alınıp da giyilmiş gibi duran
bedenine göre oldukça büyük bir siyah tişört, altında yine öyle bol ve uzun
paçalı bir pantolon vardı. Bu kıyafetle o sıcakta, ayak basılamayacak kadar
kızgın kumların üzerinde güçlükle ilerliyor, ayağındaki parmak arası terlik iki
de bir kumlara gömüldükçe, ıstırabı yüzüne yansıyordu.
Kendisine dikkatli baktığımı görünce bana doğru yürüdü ve
kucağındaki şapkaları işaret ederek, “abi şapka lazım mı? Diye sordu. O an
nasıl olduysa, aklım arkadaşımla tartıştığımız o sinema gecesine gitti. Yoksa
dedim kendi kendime, arkadaşım mı haklıydı? Ama dedim sonra, şimdi bir şapka
bile almadan ona para vermek, onu dilenci yerine koymak olmaz mı?. Onu, kolaya,
avantaya, beleşçiliğe itmez mi?..
*
Aslında şapka takmak adetim değildi, ama yanıma çağırıp
“kaça veriyorsun bu şapkaları” diye sordum. “Onbeş lira abi, iki tane alırsan
20 lira olur” dedi. Az önce bu çocukla,
bir şapkayı on liraya ve hatta daha da ucuza almak için pazarlık edip de almaktan
vazgeçenleri de izlemiştim uzaktan.
“Tamam” dedim ve devam ettim, “ver bakalım iki tane, ama
şapkalar güzel, ikisini yirmi liraya değil, tanesi onbeşten ikisini otuz liraya
alacağım, yoksa hakkını yemiş olurum.”
Şaşırdı, yüzüme baktı. Anlam veremedi bu söylediğime. “Bence
ikisi otuz eder, al” dedim ve parayı uzattım. Alıp almamakta tereddüt etti. Alırsa
yanlış bir iş yapmış olacak gibi düşünceliydi, Onun bu endişeli halini görünce,
“Otuz çok diyorsan, senin hesabına göre iki şapka yirmiyse, sana bu şapkaları sattıran kimse,
ona yirmi ver, kalanına da kendine bir şort alırsın, bu sıcakta daha rahat
gezersin.” dedim.
Rahatlar gibi oldu, ama hala kafası karışık olduğu yüzünden
okunuyordu. Az durdu ve “Peki, öyleyse”, dedi ve uzattığım parayı aldı.
*
Şezlongun üstüne koyduğu şapkalardan iki tane aldım. O tam
kalan şapkaları kucaklayıp gidecekken, kendisinden bir iki yaş daha küçük
olduğu anlaşılan bir başka çocuk bitiverdi yanımızda. Onun kucağında da aynı
şapkalardan vardı. Arkadaşını görünce doğrudan yanımıza geldi. Ve bana, “abi,
hadi bir şapka al da bana elli lira versene. Hatta iki tane al istersen yüz
lira ver” dedi. Yüzünde bu işe çok alışık olduğunu gösteren bir arsız ifade
vardı..
Bu defa ben şaşırmıştım. İki çocuk, ikisi birbirinden ne
kadar da farklıydı. Siyahla beyaz gibi ne kadar da zıttı. Birisine on lira
fazlayı, bir sürü dil dökerek, “hakkı bu” vurgusu yaparak, zorla verebilmiştim.
Yaşça daha küçük olan ötekisi, şimdiden hak ettiğinin çok çok üzerinde bir
parayı doğrudan isteyebiliyordu. Hatta şapka almadan verilecek bir paraya daha
da çok sevinecekti. Küçücük yaşına rağmen beleşe, avantacılığa çoktan
alışmıştı.
Bana, açıktan kendisine de para vermem için biraz fazla
asılınca, şapkaları aldığım çocuk, “uzatma tamam, iki tane şapka aldı o abi”
diyerek müdahale etti..
*
Onlar uzaklaşıp giderlerken, hayat ne garip diye
düşünüyordum...
Yaşam kavgası içinde bana şapkaları satan çocuk mu daha
şanslı olabilirdi, yoksa sonradan gelip “bir şapka al elli lira ver” diyen “beleşçi”
çocuk mu?..
Hele, her alanda, en kısa yoldan, birilerinin üstüne basa
basa köşe dönmenin revaçta olduğu, “yırtık” olmanın, “uyanıklık” olarak takdir
edildiği, yüzsüzlüğün itibar gördüğü bu zamanda...
Hangisi?..
O sinema gecesi, arkadaşım mı haklıydı, yoksa ben mi?.
Yıllar sonra, ben bu soruyu kendime tekrar soruyordum...
---0---
27 Temmuz 2018 / Bodrum