28 Eylül 2014 Pazar


 

Parasız Eğitim Haktır...

 
Her gün hızla değişen iç ve dış siyasi gelişmelerden fırsat bulup da ciddi memleket meseleleri üzerine pek az kişi kafa yoruyor...
IŞİD’di, Ezidiler’di, PKK’nın ana dilde eğitim yapmak amacıyla okullar açmasıydı, türbanın orta öğretime inmesiydi derken, temel sorunlar gözden kaçıyor...
Bunların en başında da eğitim öğretim geliyor...
Bu konuda söylenecek çok şey olsa da fırsat eşitliğini bozan, eğitim öğretimin paralı olması sorunu, her zaman ilk sırayı alıyor...
*
Geçtiğimiz günlerde, özel okul furyası ile fırsat eşitliğinin iyice bozulduğu, en çok ücreti isteyen özel okulun en iyi öğretim yapan okulmuş gibi algılandığı, devlet okullarının birçok eksiği varken özel okullara teşvik verilmesinin yanlış olduğu, okul başarısının doğrudan hayat başarısı olmadığı gibi konuları el aldıysam da, eğitim öğretim sorunlarına sık değinen ender köşe yazarlarından İsmet Berkan’ın, dünkü Hürriyette yer alan “çocuk haklarından ne kadar haberdarız” başlıklı yazısı, bu konularda ne kadar da yazsak yeterli olmayacağını ortaya koyuyor...
*
Berkan, yazısında Türkiye’nin 1990 yılında imzaladığı ve 1995 yılında da TBMM’nin onaylamasıyla bağlayıcı hale gelen “Çocuk Hakları Sözleşmesi” kapsamında çocukların sahip oldukları haklardan söz ediyor ve bunlardan kamuoyunun haberdar olmadığına dikkat çekiyor...
Toplam 54 maddeden oluşan “Çocuk Hakları Sözleşmesi” özünde 1-Yaşama hakkı, 2-Gelişimini tamamlama hakkı, 3-Zararlı etkilerden, tacizden ve istismardan korunma, 4-Ailesiyle birlikte kültürel ve sosyal hayata katılma hakkı olmak üzere dört temel ilke üzerine oturuyor ve 18 yaşından küçük herkesi çocuk sayıyor...
Anılan sözleşmenin, eğitimle ilgili 18. Maddesi, çocuğun eğitiminden ve gelişiminden ana babanın birlikte sorumlu olduğunu söylüyor ve çocuğun eğitim hakkına ilişkin 28. Maddesi de, ilköğretimin “ücretsiz” olmasını “emrediyor”...
*
Evet, yanlış okumadınız, ilköğretimin “ücretsiz olmasını emrediyor”...
Önermiyor, tavsiye etmiyor; “emrediyor”...
*
Peki, uluslararası bağlayıcı olan bu sözleşmede imzamız olmasına rağmen biz de durum ne?
Ana okulları dahil, ilköğretimde özel okullar cirit atıyor...
Parası olanlar, özel okullara büyük meblağlar ödüyor, olmayanlar çocuklarını imkanları kıt olan devlet okullarına gönderiyor...
Fırsat eşitsizliği, daha ana kucağında başlıyor...
*
Bizim Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri, eğitim öğretimin bu tarafıyla değil, çocuk yaştakilerin kafalarını örtmekle uğraşıyor...
Sözde çocuklarımızı düşünen (!) anlı şanlı eğitimciler, kendi özel okullarının diğerlerinden ayrıcalıklı olduğuyla övünüp müşteri kazanma yarışı yapıyor...
Uluslar arası bağlayıcılığı olan “Çocuk Hakları Sözleşmesinin”, “emredici hükmü” çocuklarımız için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan (!) bu kesimlerce görmezden, bilmezden geliniyor...
*
Eğitim öğretimin, hak ve hukuk hiçe sayılarak parası olanların nitelikli hizmet alabileceği bir kazanç kapısı yapılmasına göz yumularak, çocukların önemli bir bölümünün geleceği karartılıyor...
Hiç kuşkusuz, fırsat eşitliğinin yok edildiği bu çarpık eğitim öğretim politikası, ülkenin geleceği için de en büyük tehlike oluyor...
Ve ne yazık ki, uluslararası sözleşmede yer alsa da, en temel haklardan biri olsa da, parasız eğitimin hayata geçmesi için de mücadele vermek gerekiyor...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

27 Eylül 2014 Cumartesi

Fırıldak...

“Asrın lideri” Amerika’dan döner dönmez ayağının tozuyla ne diyor?..
IŞİD’e karşı mücadelede, “uçuşa yasaklı bölgenin ilan edilmesi ve bu bölgenin güvence altına alınması. Güvenli bir bölgenin Suriye tarafında tesis edilmesi” diyor...
*
Emperyalizmin kuklası olmak, işte tamda bu sergilediği tutumdur...
Tükürdüğünü yalatırlar adama...
Kraldan çok kralcı olmayı pahalı ödetirler...
*
Dün söylemediğini bırakmadığın Suriye ile işbirliğine girmeyi telaffuz edersin...
Daha geçen güne kadar yardım ettiğin IŞİD’e karşı askeri harekat yapılmasını savunursun...
Budur!..
*
Oysa dış politikanı, emperyalist ağa babalarının taleplerine göre değil de bölgenin koşullarını dikkate alarak ülkenin menfaatlerine göre yapsan bunların hiç birisi gelmez başına...
*
Ama diyet borcun var senin...
Öyle üst perdeden kabadayı rolleri yapsan da eninde sonunda dönüp, ne derlerse onu yapacaksın...
Elin mecbur!..
*
Dün nasıl Suriye’ye girmeye hazırsan, bugün de IŞİD’e vurmaya hazırsın...
Ülkenin çıkarları, bataklığa dönmüş olan Orta Doğu’da bir savaşa girmeyi değil, tersine uzak durmayı, komşu ülkelerin iç işlerine karışmamayı, oralardaki muhaliflere gizliden her türlü desteği vermek gibi karanlık ilişkilere girmemeyi, emperyalistlerin emellerine alet olmamayı gerektirirken sen onlara teslim olmuşsun...
*
Özgür iradeni ipotek ettirmişsin...
Emir kulu durumundasın; ülkeyi maceraya sürüklüyorsun...
Hükümet mükümet laf ola, tek sen varsın; her şey iki dudağının arasında...
Bir o yana, bir bu yana yalpalıyorsun...
*
Yedi düvele karşı dimdik durarak bağımsızlığı söke söke almış Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin cumhurbaşkanı mısın, birilerinin taşeronu musun?
Sahi,sen  nesin?
*
Ve ey muhalefet, peki, sen neredesin?

Mustafa Tuğrul Turhan





25 Eylül 2014 Perşembe

Neşet Ertaş Anısına...

Yeri doldurulamayacak halk ozanı Neşet Ertaş’ı ölümünün 2. Yılında özlem ve rahmetle anıyor,
Büyük ustayı kaybettiğimiz gün kaleme aldığım yazımı ve ekinde yer verdiğim ustanın kendi ağzından, kendi üslubuyla anlattığı yaşam hikayesini, aziz anısına saygıyla bir kez daha paylaşıyorum...

Güle Güle Usta!..

Bugün bir kor daha düştü yüreklere!
Büyük bir ozanı kaybetti Türkiye!
Bozlakların ustası, namı diğer, “Bozkırın Tezenesi” de göçüp gitti bu yalan dünyadan.
Arkasında, öksüz türküler ve doldurulması imkansız bir boşluk bırakarak.
Neşet Ertaş bir daha gelir mi?
Çok zor!
O, “Bozkırın Tezenesiydi” hepimiz için.
Bozkırın, sazıydı, sesiydi!.
“Bozkırın Tezenesi” öyle bir lakaptı ki, bütün sevenleri benimsemiş, o artık bu adla anılır olmuştu.
Neşet usta, yıllar sonra Bozkırın Tezenesi’nin hikayesini şöyle anlatmıştı:
“1969'da konser için Almanya'ya davet ettiler. Benim bir Volkswagen'im var. Ehliyetim yok. Davet edenlerden biri direksiyona geçti, üç araba gittik. Stüdyoya sokup plak kaydettiler. Bir de aralarında kavga çıktı. Parayı da alamadan ortada kaldım. Diğer otomobiller dönüşe geçti. Ben de ilk kez direksiyona geçtim. Vitesi kurcalaya kurcalıya buldum. Otobana çıktığımızda rahatladım. Yolda iyice ilerlettim. Ama Yugoslavya'da kaza yaptım. Pasaportum öndeki otomobildeydi. Onlar gitti. Ben kimliksiz olduğum için hapse girdim. Konsolosluğu aradım, Türkiye'ye yazdım. İlgilenen olmadı. Bir gün postadan Yaşar Kemal'in romanı çıktı. İçinde de o geçmiş olsun mesajı. Hàlà bilmem kimin gönderdiğini. Zor günümde bana destek olmuştu. Yaşar Kemal'le hiç karşılaşmadım. O deyişi de Ankara'da bir cezaevi konserinde söylemiştim.”
Evet, Bozkırın Tezenesi, halkın sesiydi, halkın ta kendisiydi.
O halkın içinden gelen, halk gibi yaşayan bir efsaneydi.
Onu anlatmaya kelimeler yetmez, en iyisi mi, kendi ağzından dinleyelim hayat hikayesini.
Güle, güle büyük usta!...
Toprağın bol olsun; nurlar içinde yat!..

Mustafa Tuğrul Turhan

İŞTE USTA’NIN KENDİ AĞZINDAN HAYAT HİKAYESİ

BİN DOKUZ YÜZ OTUZ SEKİZ CİHANA
KIRŞEHİR'İN KIRTILLAR KÖYÜNDE GELDİN DEDİLER
BABAMA MUHARREM, ANAMA DÖNE
DEDİYSEN ATAYI BİLDİN DEDİLER
DİZİNDE SIZIYDI ANAMIN DERDİ
TOKACI SAZ YAPTI ELİME VERDİ
YENİ BİTİRMİŞTİM ÜÇ İLE DÖRDÜ
BABAN GİBİ SAZCI OLDUN DEDİLER
O ZAMAN BABAMDAN ÖĞRENDİM SAZI
ENGİN GÖNÜL İLE HAKK'A NİYAZI
O YAŞIMDA YAKTI BİR AHU GÖZLÜ
MECNUN GİBİ ÇÖLDE KALDIN DEDİLER
ZALİM KADER DEVRANINI DÖNDERDİ
TUTTU BİZİ ÇİÇEKDAĞININ İBİKLİ KÖYÜNE GÖNDERDİ
PARMAĞIMA ZİLLER TAKTI DÖNDERDİ
OYNADIM MEYDANDA KÖÇEK DEDİLER
ANAM DÖNE İBİKLİ KÖYÜNDE ÖLÜNCE
BEŞ TANE ÖKSÜZ YETİM KALINCA
BEŞİMİZ DE HEP PERİŞAN OLUNCA
BABAMGİLE BURDAN GÖÇEK DEDİLER
YÜRÜDÜ GÖÇÜMÜZ ÇİÇEKDAĞININ KESEK KÖYÜNE DOĞRU
BU HALI GÖRENİN YANIYO BAĞRI
ÜÇ AYLIK ÇOCUĞUN ÇEKİLMEZ KAHRI
BUNLARA BİR ANA BULUN DEDİLER
ELİMİZİNEN YOZGATIN KIRIKSOKU KÖYÜNE VARDIK
BİZE ANA YOK MU DİYE SORDUK
ADI ARZU DERLER BİR ANA BULDUK
İŞTE BU ANADIR BULDUN DEDİLER
ENKÜÇÜK KARDEŞİ KAYBEYLEDİK
ONUN İÇİN GİZLİCE AĞLADIK
ÜSTELİK BABAMI ASKER EYLEDİK
YİNE ÖKSÜZ YETİM KALDIN DEDİLER
ZALİM KADER TEKMİLİMİZİ ŞAŞIRTTI
HABE VERDİ DALIMIZA DEŞİRTTİ
YARDIM ETTİ YERKÖY'ÜNE GÖÇÜRTTÜ
BİRAZ DA BURDA KALIN DEDİLER
YERKÖY'ÜNDEN KIRIKKALE'YE GELDİK
BABAM SAZ ÇALARKEN BİZ CÜMBÜŞ ÇALDIK
KIRŞEHİR'E VARINCA KEMANI ÇALDIK
AFERİN ARKADAŞ ÇALDIN DEDİLER
YARİN AŞKI İLE ARTTI HEP DERDİM
BABAMI BİR YARE DÜNÜR GÖNDERDİM
BAŞLIĞI ÇOK İSTEMİŞLER HABERİN ALDIM
İSTEMİYO SENİ YARİN DEDİLER
KIRŞEHİR'DE YEDİ SENE KALINCA
DÜĞÜN DÜZGÜN HEPSİ BİZE GELİNCE
NE YAPSIN ÇALGICI ARKADAŞLAR,YER DARALINCA
ANKARA'YA GİDER YOLUN DEDİLER
GELDİM ANKARA'YA VEYSEL'İ BULDUM
EPEYCE EĞLEŞTİM YANINDA KALDIM
YÜZ LİRA VERDİ BİR PAMUK YATAY ALDIM
ETTİYSEN BÖYLE BULDUN DEDİLER
BİR EV KİRALADIM MÜNASİP BİR YERDE
KALDIK AĞAM KARDAŞ HEP KIRŞEHİR'DE
BU AŞK VURDU HANÇERİNİ DERİNDEN
ÇARESİN BULAMAZSAN ÖLÜN DEDİLER
YARİN AŞKI İLE DÖNDÜM ŞAŞKINA
HER ZAMAN İÇERİM YARİN AŞKINA
CANAN ACIMAZ MI GARİP DOSTUNA
BUNU DA İÇERİYE AT DEDİLER
                     


22 Eylül 2014 Pazartesi


Bitmez Bu Türban Hikayesi...

Gözümüz aydın...(!)
Nihayet türban orta öğretim kurumlarında da serbest...
Ne diyor hükümet sözcüsü Bülent Arınç?
"Özellikle bazı kız öğrencilerin hasretle beklediklerini biliyormuş, son Bursa seyahatinde de okulların açılışlarında ve öğrencilerle bir araya geldiklerinde onlar, heyecanlı bir şekilde bu müjdeyi bekliyorlarmış”...
*
E türbanı meclise sokup, mahkeme salonları dahil, kamu görevlerinde de serbest bırakılmasından sonra geriye ne kaldı ki zaten..
Salam politikasıyla dilim dilim türbanı her alana yayıyorlar...
Nasıl olsa ses çıkartan da yok...
Fırsat bu fırsat...
*
Aslında bir doğumevleri yönetmeliği çıkartıp da kız çocuklarına dünyaya gelir gelmez türban taksalar da içlerinde ukde kalmasa bunların...
O zaman bayrağı burca iyice dikerler...
*
Tabi gelinen bu noktadan, sadece bu iktidarın değil, türban meclise kadar sokulup Anayasa'nın laiklik ilkesi çiğnenirken gıkını çıkartmayan muhalefetin, özellikle de lafa gelince Atatürk'ün partisiyim demekle övünen CHP'nin, bu işlere ses çıkarmamayı yenilikçilik zanneden yönetiminin de sorumlu olduğunun altını çizmek lazım...
*
Çizmek lazım ki, doğru yolu bulalım, artık kime oy verip vermeyeceğimizi görelim, hayal peşinde koşup hayal kırıklıkları yaşamaktansa, cumhuriyet değerlerinin gerçek bekçileri olarak laik cumhuriyeti lafta değil, filiyatta hangi siyasi parti savunuyorsa güçlerimizi onda birleştirelim...
Böyle bir parti yoksa eğer, var olması için mücadele edelim...
Yeter ki artık gerçekleri ve “proje” partilerini görelim...
*
Sesimi duyan var mı?

Mustafa Tuğrul Turhan

 

21 Eylül 2014 Pazar


Rehineleri Kim Kurtardı?
 
Amerika, IŞİD’e yapılması planlanan müdahale operasyonunun içinde Türkiye’nin de olmasını istedi...
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, bu konuyu konuşmak için geçen hafta Türkiye’ye geldi, Recep Tayyip Erdoğan ve diğer yetkililer ile görüştü...
Ama Türkiye, daha doğrusu AKP hükümeti,  IŞİD yapılacak müdahale içinde olmak istemedi...
Ve bunun için de, IŞİD’in elinde Türk rehinelerin bulunmasını gerekçe gösterdi...
*
Peki, sonra ne oldu?
Türkiye’nin, IŞİD’in elinde Türk rehinelerin bulunduğunu gerekçe göstererek müdahaleye katılmayacağını söylemesinden çok kısa bir süre sonra rehineler serbest bırakıldı...
Bunun bir tesadüf olduğunu söylemek ne kadar mümkün acaba?
*
Rehinelerin serbest bırakılmasıyla, Türkiye’nin IŞİD’e yapılacak bir müdahalenin içinde olmamak için gerekçesi kalmamıştır...
Bu açıdan bakıldığında, rehinelerin serbest kalmasının ABD bağlantılı bir iş olduğu düşünmek mümkündür...
Nitekim AKP’nin “acar” milletvekili Şamil Tayyar da Twitter hesabında rehineleri serbest bırakılmasının ABD Merkezi Haber Alma Teşkilatı CİA’nın hamlesi olduğuna işaret etmiş...
Ama bunu kulağını tersten göstererek yapmış...
Başka anlam yüklemiş...
Ona göre, güya Türkiye, IŞİD tuzağına sazan gibi atlamayıp, herhalde rehineleri gerekçe göstererek olsa gerek,  ABD'yi köşeye sıkıştırmış ve rehinelerin serbest bırakılmasını sağlamış...
İyi mi?
*
İşte tipik AKP kafası bu...
Rehinelerin ABD vasıtasıyla özgürlüklerine kavuştuklarını söylerken bile kendisine paye çıkartabiliyor...
Oysaki rehineler, ABD’nin girişimleriyle serbest bırakılmışlarsa bunun, Türkiye’nin ABD’yi köşeye sıkıştırması sonucunda değil, tersine ABD’nin Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak istemesi sonucunda gerçekleşmiş olduğu çok açıktır...
Zira IŞİD’e müdahale konusunda, Türkiye’nin rehineler gerekçesi ortadan kalkmıştır...
Bundan sonra işler zordur...
Türkiye tarafını temsil eden AKP hükümeti IŞİD’e nasıl bakmaktadır, kıvırmadan açıkça ortaya koymak durumundadır...
*
Bir yandan IŞİD’e destek verip öte yandan, ah şu rehineler olmasa oyunu sona ermiştir...
Herkesi aptal kendini akıllı sananlar için çember iyice daralmıştır...
Takiye bir yere kadardır...
 
Mustafa Tuğrul Turhan
 
 
 
 
 
 
 
 

14 Eylül 2014 Pazar


Hayatı Anlamak...
 
Yarın 2014-15 “eğitim öğretim” yılı açılıyor...
Hadi öğretim neyse de, eğitim neyin nesi ve nasıl yapılıyor anlamak zor...
Her geçen gün sayıları artan özel okulların rekabet adı altında yürüttükleri reklam kampanyalarının etkisiyle yıllardır değer yargıları tahrip edilerek pompalanan bireyci, farklı ve ayrıcalıklı olma anlayışı, ilgili bakanlığın adının önünde “milli” ibaresi olsa da eğitim temel dürtüsü haline gelmiş durumda...
Artık, en iddialı söylemlerde bulunan ve özellikle de en çok ücreti isteyen özel okul, en iyi öğretim yapan okulmuş gibi algılanıyor.
*
Okul başarısının, sadece okulun statik konumuna ve öğretim elemanı kadrosunun deneyimli olmasına değil, öğrencinin “kavrama”, “algılama”, “yorumlama”, bir başka deyişle “zeka” durumu ve kişisel yetenekleri başta olmak üzere, başka birçok faktöre bağlı olduğuna kimse değinmiyor.
Bazı özel okullar, başarılı görünmek adına, ders veya sınav başarısı olmayan öğrencilerden bir şekilde kurtulmaya, bu anlamda başarılı olanları bünyesine katarak başarılı görünmeye çalışıyor.
Bunun bir nevi aldatmaca olduğunu pek az kişi konuşuyor.
*
Okul çağında çocuğu olanlar, bu karmaşa ortamında adeta rüzgarın önündeki yaprak gibi sürükleniyor.
Bunların tamamına yakını, çocuğunun illa ki, isim yapmış, anlı şanlı bir özel okulda öğrenim görmesiyle başarılı olacağına ve “geleceğinin” kurtulacağına inanıyor.
Geleceğin ve başarının ne olduğu, ne olması gerektiği konusuna hiç kafa yormuyor.
Oysa sesleri duyulmayan, daha doğrusu duyurulmayan az sayıda eğitimci, okul başarısının mutlak hayat başarısı olmadığını söylüyor.
*
Prof. Dr. İlkay Kasatura, “İyi bir eğitim verebilmek bilinç işidir. İyi eğitim özel okullarda, özel öğretmenlerde para harcayarak yapılan eğitim anlamına gelmez. Böyle bir eğitim sırasında anne baba farkına varmadan çocuğa kendi sorumluluklarını hissettiremiyorsa büyük bir olasılıkla, daha fazla olmak için değil, daha fazla almak için yaşayan bir çocuk yetiştirecektir ki, başarı güdüsünün böyle bir çocukta uyandırılması güçtür.”diyor.
Akademik araştırmaların sonuçları, okul hayatı başarılı olan birçok öğrencinin hayatta aynı başarıyı yakalayamadığını, okulda başarısız olan birçok öğrencininse, hayatta başarıya ulaştığını ve mutlu olduğunu ortaya koyuyor.
Buradan hareketle, başarının, kişiden kişiye değişeceğini, herkesin çabasının ve başarısının kendi koşullarında, kendine özgü olacağının altını çiziyor.
Ve yine Prof. Dr. Kasatura ve birçok eğitimci, asıl başarının “mutlu olmayı başarabilmek” olduğunu vurguluyor.
*
Sahi, nedir başarı?
Okulda dereceye girmek midir, mal mülk sayısını, bankadaki paraları her geçen gün çoğaltmak mıdır, evlenip çocuk sahibi olmak mıdır, bir mesleği çok iyi yapmak mıdır?
Kuşkusuz başarıyı kalıplara dökmek, sınıflandırmak, tarifini yapmak ve herkesi buna göre değerlendirmek kolay değildir.
Herkesin başarısı kendi çapına göredir; görecelidir...
Mesela, bir akademisyenin, unvanını yükseltmesi ona göre, engelli bir çocuğun uzun sürede bir harfi öğrenmesi, giderek adını yazar hale gelmesi de ona göre başarıdır...
Okulda başarılı ve örnek olan öğrenci, iş yaşamında ve hayatta da örnek birisi olabilecek midir?
“Bireyciliği”, birinin ötekinden “ayrıcalıklı” ve daha önde olmasını pompalayan eğitim sistemimiz ve de bu değerleri ön plana çıkartarak yarış yapan özel okullar, böyle bir insan modelini yetiştirebilecek midir?
Buna inanmak, olsa olsa hayalciliktir?
Nobel ödülü sahibi ünlü yazarımız Orhan Pamuk’un geçenlerde verdiği röportajda, “okulda altı yıl edebiyat okudum. Edebiyatçı olmama nasıl yardımcı oldu? Neye yaradı? Hiçbir şeye! Okulda insanlık öğrenmedim. Okulda insan olmayı iyi insan olmayı öğrenmedim.” Diyerek, eğitim sistemimizi eleştirmesinde haklılık payı yok mudur?
*
Sonuç olarak, eğitim sistemi bireycilik tabanına oturtulduğu sürece, okullarda ötekilerden farklı olmak, ayrıcalıklı olmak aşılanmaya çalışıldığı sürece, okul başarısı başta olmak üzere hiç bir başarı insanı mutluluğa götürmeyecektir.
Okul başarısı eşittir hayat başarısı asla değildir!
Öyleyse, başarıyı “mutlu olmayı başarabilmek” olarak tanımlamak en doğru yaklaşım olacaktır.
*
Aslında bu konuyu uzun uzun yazmaya da gerek yoktur...
Ünlü İngiliz müzisyen John Lennon’un şu anekdotu, bizim söylemeye çalıştığımızı veciz bir şekilde anlatmaktadır...
Şöyle diyor Lennon; “Ben çocukken annem bana hep hayatın anahtarının mutluluk olduğunu anlatırdı. Okula gitmeye başladığım zaman, sınavda bana 'Büyüyünce ne olmak istiyorsun?' diye sordular. Ben de onlara 'Mutlu olmak istiyorum' diye cevap verdim. Onlar bana, soruyu anlamadığımı söylediler. Ben de onlara, asıl onların hayatı anlamadıklarını söyledim.”
Evet, meselenin özü budur!..
Eğitim, bencilliği değil, mutlu olmayı öğretmelidir!..
 
Mustafa Tuğrul Turhan
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

13 Eylül 2014 Cumartesi

DARBE

Toplumun üstüne, bir karabasan gibi, çökmüştü askeri darbe. Sadece, yapılmasına gerekçe gösterilen siyasi kavganın keskin taraflarını değil, yaşamı boyunca siyasetten uzak durmuş kesimleri de etkiliyordu.

Gizli örgüt üyesi oldukları iddiasıyla sosyalist ve milliyetçi görüşe sahip öğrenciler, işçiler, sendikacılar, parti, dernek yöneticileri bir, bir toplanıyor, gözaltına alınanların akıbetini kimse bilmiyor, aileleri bile onları soramıyordu.

Her tarafta korku ve endişe vardı. Ses çıkartmak şöyle dursun, ağızları bıçak açmıyor, herkes gölgesinden kaçıyordu.

Aydın, demokrat geçinen köşe yazarları, darbeye övgüler diziyor, gazetelerin hemen hepsi askeri alkışlıyor, devletin tekelinde olan tek televizyon kanalı, saat başı darbecilerin bildirilerini okuyordu.
Bu ortamda, herkes gibi o da tedirgindi!

Sendikalı bir işçi olarak çalışırken, hükümetin, kendilerini memur yapmak için aldığı kararı protesto edip, direnince birçok arkadaşıyla birlikte işten atıldıktan sonra, ailesinin geçimini sağlamak uğruna ne iş olursa, orada, burada, inşaatlarda çalışıp, sonunda kaderin cilvesi olsa gerek, başka bir kamu kuruluşunda çok direndiği memurluğa razı olmak zorunda kalmışsa da işçi olduğu yıllarda, sendikaya ve hatta yasalara göre kurulmuş bir sosyalist partiye de üye olmuştu.

Bu durum, tedirgin olması için fazlasıyla yeterliydi.

Memur olunca, ister istemez partiden ve sendikadan ayrılması, şimdi sadece ekmeğinin peşinde koşması, yasa dışı ve silahlı hiçbir eyleme katılmamış olması hiç, ama hiçbir şey ifade etmeyebilirdi. Sendika ve de sosyalist parti ha! Suçlu sayılması için başka ne lazım gelirdi.?

Bu düşünceleri, kafasından bir türlü atamıyordu. Gözaltına alınmaktan, işkence görmekten korkmuyordu;  ama geride bırakacağı iki küçük çocuğu ve eşi için endişeleniyordu. 

Zaten kıt kanaat geçinip, evin kirasını, çocukların masraflarını zor karşılarken, birden bire sadece eşinin gelirine kalırlarsa ne yaparlardı? Ne kendisinin, ne de eşinin aileleri onlara ekonomik destek sağlayacak durumda değildi. Hepsi, kendilerini anca idare ediyordu.

Bütün bir toplumun refahı için verilen mücadelelerde, bu tür kaygılara yer olmadığını biliyordu. Sendikaya üye olurken de sosyalist partiye kaydını yaptırırken de her şeyi göze almıştı.
Bugün yine aynı kararlılıktaydı ama, bunları düşünmeden de edemiyordu.

Tamam, sıkı bir devrimciydi, sosyalistti, fakat bu duyguları olmadığı anlamına gelmiyordu.
Maksim Gorki'nin, Ana adlı romanını okuduğundan beri, bu konularda birçok arkadaşından farklı düşünmeye başlamıştı. Onlar kadar katı olamıyordu. Devrimciler de aşık olabilir, çocukları için endişelenebilirdi. Hem zaten, verdikleri mücadele, herkesin insanca yaşaması için değil miydi? İnsanları, çocukları sevmeseler böyle bir mücadeleye atılırlar mıydı?

***
O sabah uyandığında, her zamankinden daha sıkıntılıydı. Kahvaltıda bir bardak çayı zorla içmiş, ağzına bir lokma ekmek koymamıştı. Canı, hiç işe gitmek istemiyordu. Odalarının kapısına asılan, içerde çalışan tüm memurların isimlerinin bulunduğu ve izinli mi, raporlu mu, tuvalette mi, olduklarını gösteren sütunların bulunduğu listeye, her tuvalete gidip, geldiğinde çarpı işareti koymaktan, potansiyel suçlu olarak görülmekten, o, kendilerini denetlemek için başlarına verilen üst rütbeli subayın, gözlerini kısarak, pisliğe bakar gibi, bakmasından, artık bıkkınlık gelmişti.

Adeta, sürünürcesine masadan kalkıp, işine gitmek için hazırlanan eşiyle akşam görüşmek dileğiyle vedalaşarak evden çıktığında, hafif bir yağmur çiseliyordu.

Kapıdaki listeye sabah imzasını atıp, odadan içeri girdiğinde, emekliliği iyice yaklaşmış yaşlı şef, gözlüklerinin üstünden bakarak, başlarındaki subayın kendisini sorduğunu, gelince yanına uğramasını istediğini söylemiş, neden diye soran bakışlarına, ellerini iki yana açıp, alt dudağını hafif aşağıya bükerek bilmediği belirtmişti.

Subayın, bir kat yukarıdaki odasına çıkarken, sabah beş dakika geç kaldığı için çağırdığını düşünüyordu. Geçen hafta yanındaki masada oturan arkadaşı 10 dakika geç geldiği için bir sürü laf işitmiş neredeyse, sorgulanmıştı.

Sakin olmaya çalışarak, odanın kapısını vurup, içeri girdi. Koltuğunda, arkaya kaykılmış sallanarak oturan asık suratlı subay, yüzüne hiç bakmadan adını sordu; aldığı cevaptan gelenin doğru kişi olduğunu anladıktan sonra, masanın üzerindeki sarı zarfa uzandı ve ucundan tutup, “dışarıda oku” diyerek kendisine uzattı.

Odadan çıkıp, kapıyı kapatırken geri dönüp içinde ne olduğunu sormak için bir an durakladı, yanıt alamayacağını düşünüp, vazgeçti. Uzun ve boş koridorun soğuk taş zemininde birkaç adım attıktan sonra durdu. Daha fazla bekleyemeyecekti. Zarfı titreyen elleriyle yırtıp, içindeki ikiye katlanmış beyaz kağıdı endişeyle açtı. Üç satırlık yazıyı bir çırpıda okuduğunda, birden dizleri titredi. Yere çökmemek için duvara sırtını dayadı ve bir kez daha okudu. Yanlış görmüyordu; o üç satırlık yazıda bilmem kaç sayılı sıkıyönetim kanunun verdiği yetkiye dayanılarak, işine son verildiği yazıyordu.

Zarfı katlayıp, ceketinin cebine koydu. Kafası karma karışıktı. Ağır adımlarla çalıştığı odaya doğru yürürken yapabileceği bir şey olup, olmadığını düşünmeye çalıştı. Kime, nasıl ne sorabilir, nasıl itiraz edebilir ve hak arayabilirdi? Zaten son derece kısıtlı olan her türlü özgürlük, darbe olduğundan bu yana, tamamen ortadan kalkmıştı. Hukuksuzluk ve çaresizlik dedikleri şey, tam da bu olsa gerekti. Hiçbir gerekçe gösterilmeden işine son veriliyor ama o, hiç bir şey yapamıyordu.

Ülkenin üzerinden her şeyi yıkıp, ezerek geçen darbe silindiri, şimdi onun üzerinden bir kez daha geçmişti.

Masasının çekmecelerindeki birkaç özel eşyasını almak için odaya girdiğinde, bu defa yaşlı şef ve diğer çalışma arkadaşları ona neler olduğunu soran gözlerle bakıyordu. Ama onun, hiç kimseye konuşacak mecali yoktu. Gözlerini meraklı bakışlardan kaçırarak, masasına doğru ilerlerken, yaşlı şef, yanına kadar gelip, elini omzuna koyarak, “ne oldu, kötü bir şey yok inşallah” diye sordu. Odada çıt çıkmıyordu; arkadaşlarının hepsi, şefin sorusuna vereceği cevabı dinlemek için o'na bakıyordu. 

Odadaki sessizliği, tarazlı kısık sesi bozdu; cebinden zarfı çıkartıp, şef'e doğru uzatırken, dudaklarından, “işime son verdiler” kelimeleri döküldü. Ve oda, yeniden o derin sessizliğe gömüldü.
Arka masada oturan, bayan memur arkadaşı, endişe dolu bir sesle, “ne olacak peki şimdi, çoluk, çocuk” derken, gözleri yaşlıydı. Askıdan paltosunu alırken gözleri doldu, utanmasa o da ağlayacaktı. Yıllarca çalıştığı odaya ve masasına son bir kez daha baktı. Arkadaşları, buğulu gözlerle, “üzme kendini geçer bu günler” diyerek, onunla vedalaşırken, orada kalıp, hala çalışıyor olmak- tan utanırcasına başlarını öne eğmişlerdi.

***
Eve dönerken, her gün kullandığı yolu değiştirip, bundan sonra ne yapacağını, durumu akşam eşine nasıl anlatacağını düşünmek için ara sokaklardan yürüyerek mesafeyi uzatmışsa da her zamankinden daha çabuk gelmişti sanki.

Kendisini çok yorgun hissediyordu. Salondaki kanepeye uzandığında, gözlerinden iki damla yaş süzüldü yanaklarına.

Bu üzüntünün değil, sadece eli kolu bağlı olmaya, adaletsizliğe, duyulan isyanın dışavurumuydu. Ülkesini ve insanları sevmesinin, emeği, barışı ve özgürlüğü savunmasının bedelini ona böyle ödeteceklerse, ödeyecekti.

Ve de ödedi; o günden sonra aylarca iş aradı bulamadı. Sıkıyönetimce işine son verilen birisinin, iş bulmasının imkansızlığını yaşadı. Kimsenin geçmişini sormadığı, basit günlük işlerde çalıştı. Amelelik yaptı. En lüks işi, düşük bir ücretle muhasebe işlerine bakmak oldu. Eşinin getirdiği maaşla kirayı ancak ödeyip, ailesinden görebildiği destekle yetindi. Gün geldi, ekmek, süt alacak parası olmadı. Çocuklarını devlet okullarında güçlükle okuttu. Bir sefer olsun, ailesiyle birlikte tatile gidemedi.

Yıllar sonra, yargı kararlarıyla, bilmem kaç sayılı sıkıyönetim kanunuyla işlerinden çıkartılanların geri dönmesi gerçekleştiğinde, sevinmedi. Çünkü bunca acı ve zulümden sonra gelen adalet, adalet sayılmazdı.

Giden karanlık yılların hesabını vermek öyle kolay değildi. Sıkıntılara göğüs geren eşi o ölümcül hastalığa yakalanmış, kendisi çok yaşlanmıştı. Olup, bitenler, çocuklarının başarısından tutun, aile büyüklerinin sağlığına kadar her şeyi evet her şeyi derinden etkilemiş, geçen zaman içinde hayat avuçlarının içinden akıp gitmişti.

O, inançlarını bedelini ödemişti. Peki, bu bedeli ödemesinin bedelini kim ödeyecekti?

                                                                  ----o----