DARBE
Toplumun
üstüne, bir karabasan gibi, çökmüştü askeri darbe. Sadece, yapılmasına gerekçe
gösterilen siyasi kavganın keskin taraflarını değil, yaşamı boyunca siyasetten
uzak durmuş kesimleri de etkiliyordu.
Gizli
örgüt üyesi oldukları iddiasıyla sosyalist ve milliyetçi görüşe sahip
öğrenciler, işçiler, sendikacılar, parti, dernek yöneticileri bir, bir
toplanıyor, gözaltına alınanların akıbetini kimse bilmiyor, aileleri bile
onları soramıyordu.
Her
tarafta korku ve endişe vardı. Ses çıkartmak şöyle dursun, ağızları bıçak
açmıyor, herkes gölgesinden kaçıyordu.
Aydın,
demokrat geçinen köşe yazarları, darbeye övgüler diziyor, gazetelerin hemen
hepsi askeri alkışlıyor, devletin tekelinde olan tek televizyon kanalı, saat
başı darbecilerin bildirilerini okuyordu.
Bu
ortamda, herkes gibi o da tedirgindi!
Sendikalı
bir işçi olarak çalışırken, hükümetin, kendilerini memur yapmak için aldığı
kararı protesto edip, direnince birçok arkadaşıyla birlikte işten atıldıktan
sonra, ailesinin geçimini sağlamak uğruna ne iş olursa, orada, burada,
inşaatlarda çalışıp, sonunda kaderin cilvesi olsa gerek, başka bir kamu
kuruluşunda çok direndiği memurluğa razı olmak zorunda kalmışsa da işçi olduğu
yıllarda, sendikaya ve hatta yasalara göre kurulmuş bir sosyalist partiye de
üye olmuştu.
Bu
durum, tedirgin olması için fazlasıyla yeterliydi.
Memur
olunca, ister istemez partiden ve sendikadan ayrılması, şimdi sadece ekmeğinin
peşinde koşması, yasa dışı ve silahlı hiçbir eyleme katılmamış olması hiç, ama
hiçbir şey ifade etmeyebilirdi. Sendika ve de sosyalist parti ha! Suçlu
sayılması için başka ne lazım gelirdi.?
Bu
düşünceleri, kafasından bir türlü atamıyordu. Gözaltına alınmaktan, işkence
görmekten korkmuyordu; ama geride
bırakacağı iki küçük çocuğu ve eşi için endişeleniyordu.
Zaten
kıt kanaat geçinip, evin kirasını, çocukların masraflarını zor karşılarken,
birden bire sadece eşinin gelirine kalırlarsa ne yaparlardı? Ne kendisinin, ne
de eşinin aileleri onlara ekonomik destek sağlayacak durumda değildi. Hepsi,
kendilerini anca idare ediyordu.
Bütün
bir toplumun refahı için verilen mücadelelerde, bu tür kaygılara yer olmadığını
biliyordu. Sendikaya üye olurken de sosyalist partiye kaydını yaptırırken de
her şeyi göze almıştı.
Bugün
yine aynı kararlılıktaydı ama, bunları düşünmeden de edemiyordu.
Tamam,
sıkı bir devrimciydi, sosyalistti, fakat bu duyguları olmadığı anlamına
gelmiyordu.
Maksim
Gorki'nin, Ana adlı romanını okuduğundan beri, bu konularda birçok arkadaşından
farklı düşünmeye başlamıştı. Onlar kadar katı olamıyordu. Devrimciler de aşık
olabilir, çocukları için endişelenebilirdi. Hem zaten, verdikleri mücadele,
herkesin insanca yaşaması için değil miydi? İnsanları, çocukları sevmeseler
böyle bir mücadeleye atılırlar mıydı?
***
O
sabah uyandığında, her zamankinden daha sıkıntılıydı. Kahvaltıda bir bardak
çayı zorla içmiş, ağzına bir lokma ekmek koymamıştı. Canı, hiç işe gitmek
istemiyordu. Odalarının kapısına asılan, içerde çalışan tüm memurların
isimlerinin bulunduğu ve izinli mi, raporlu mu, tuvalette mi, olduklarını
gösteren sütunların bulunduğu listeye, her tuvalete gidip, geldiğinde çarpı
işareti koymaktan, potansiyel suçlu olarak görülmekten, o, kendilerini
denetlemek için başlarına verilen üst rütbeli subayın, gözlerini kısarak,
pisliğe bakar gibi, bakmasından, artık bıkkınlık gelmişti.
Adeta,
sürünürcesine masadan kalkıp, işine gitmek için hazırlanan eşiyle akşam
görüşmek dileğiyle vedalaşarak evden çıktığında, hafif bir yağmur çiseliyordu.
Kapıdaki
listeye sabah imzasını atıp, odadan içeri girdiğinde, emekliliği iyice
yaklaşmış yaşlı şef, gözlüklerinin üstünden bakarak, başlarındaki subayın
kendisini sorduğunu, gelince yanına uğramasını istediğini söylemiş, neden diye
soran bakışlarına, ellerini iki yana açıp, alt dudağını hafif aşağıya bükerek
bilmediği belirtmişti.
Subayın,
bir kat yukarıdaki odasına çıkarken, sabah beş dakika geç kaldığı için
çağırdığını düşünüyordu. Geçen hafta yanındaki masada oturan arkadaşı 10 dakika
geç geldiği için bir sürü laf işitmiş neredeyse, sorgulanmıştı.
Sakin
olmaya çalışarak, odanın kapısını vurup, içeri girdi. Koltuğunda, arkaya
kaykılmış sallanarak oturan asık suratlı subay, yüzüne hiç bakmadan adını
sordu; aldığı cevaptan gelenin doğru kişi olduğunu anladıktan sonra, masanın
üzerindeki sarı zarfa uzandı ve ucundan tutup, “dışarıda oku” diyerek kendisine
uzattı.
Odadan
çıkıp, kapıyı kapatırken geri dönüp içinde ne olduğunu sormak için bir an
durakladı, yanıt alamayacağını düşünüp, vazgeçti. Uzun ve boş koridorun soğuk
taş zemininde birkaç adım attıktan sonra durdu. Daha fazla bekleyemeyecekti.
Zarfı titreyen elleriyle yırtıp, içindeki ikiye katlanmış beyaz kağıdı
endişeyle açtı. Üç satırlık yazıyı bir çırpıda okuduğunda, birden dizleri
titredi. Yere çökmemek için duvara sırtını dayadı ve bir kez daha okudu. Yanlış
görmüyordu; o üç satırlık yazıda bilmem kaç sayılı sıkıyönetim kanunun verdiği
yetkiye dayanılarak, işine son verildiği yazıyordu.
Zarfı
katlayıp, ceketinin cebine koydu. Kafası karma karışıktı. Ağır adımlarla
çalıştığı odaya doğru yürürken yapabileceği bir şey olup, olmadığını düşünmeye
çalıştı. Kime, nasıl ne sorabilir, nasıl itiraz edebilir ve hak arayabilirdi?
Zaten son derece kısıtlı olan her türlü özgürlük, darbe olduğundan bu yana,
tamamen ortadan kalkmıştı. Hukuksuzluk ve çaresizlik dedikleri şey, tam da bu
olsa gerekti. Hiçbir gerekçe gösterilmeden işine son veriliyor ama o, hiç bir şey
yapamıyordu.
Ülkenin
üzerinden her şeyi yıkıp, ezerek geçen darbe silindiri, şimdi onun üzerinden
bir kez daha geçmişti.
Masasının
çekmecelerindeki birkaç özel eşyasını almak için odaya girdiğinde, bu defa
yaşlı şef ve diğer çalışma arkadaşları ona neler olduğunu soran gözlerle
bakıyordu. Ama onun, hiç kimseye konuşacak mecali yoktu. Gözlerini meraklı
bakışlardan kaçırarak, masasına doğru ilerlerken, yaşlı şef, yanına kadar
gelip, elini omzuna koyarak, “ne oldu, kötü bir şey yok inşallah” diye sordu.
Odada çıt çıkmıyordu; arkadaşlarının hepsi, şefin sorusuna vereceği cevabı
dinlemek için o'na bakıyordu.
Odadaki sessizliği, tarazlı kısık sesi bozdu;
cebinden zarfı çıkartıp, şef'e doğru uzatırken, dudaklarından, “işime son verdiler”
kelimeleri döküldü. Ve oda, yeniden o derin sessizliğe gömüldü.
Arka
masada oturan, bayan memur arkadaşı, endişe dolu bir sesle, “ne olacak peki
şimdi, çoluk, çocuk” derken, gözleri yaşlıydı. Askıdan paltosunu alırken gözleri
doldu, utanmasa o da ağlayacaktı. Yıllarca çalıştığı odaya ve masasına son bir
kez daha baktı. Arkadaşları, buğulu gözlerle, “üzme kendini geçer bu günler”
diyerek, onunla vedalaşırken, orada kalıp, hala çalışıyor olmak- tan
utanırcasına başlarını öne eğmişlerdi.
***
Eve
dönerken, her gün kullandığı yolu değiştirip, bundan sonra ne yapacağını,
durumu akşam eşine nasıl anlatacağını düşünmek için ara sokaklardan yürüyerek
mesafeyi uzatmışsa da her zamankinden daha çabuk gelmişti sanki.
Kendisini
çok yorgun hissediyordu. Salondaki kanepeye uzandığında, gözlerinden iki damla
yaş süzüldü yanaklarına.
Bu
üzüntünün değil, sadece eli kolu bağlı olmaya, adaletsizliğe, duyulan isyanın
dışavurumuydu. Ülkesini ve insanları sevmesinin, emeği, barışı ve özgürlüğü
savunmasının bedelini ona böyle ödeteceklerse, ödeyecekti.
Ve
de ödedi; o günden sonra aylarca iş aradı bulamadı. Sıkıyönetimce işine son
verilen birisinin, iş bulmasının imkansızlığını yaşadı. Kimsenin geçmişini
sormadığı, basit günlük işlerde çalıştı. Amelelik yaptı. En lüks işi, düşük bir
ücretle muhasebe işlerine bakmak oldu. Eşinin getirdiği maaşla kirayı ancak
ödeyip, ailesinden görebildiği destekle yetindi. Gün geldi, ekmek, süt alacak
parası olmadı. Çocuklarını devlet okullarında güçlükle okuttu. Bir sefer olsun,
ailesiyle birlikte tatile gidemedi.
Yıllar
sonra, yargı kararlarıyla, bilmem kaç sayılı sıkıyönetim kanunuyla işlerinden
çıkartılanların geri dönmesi gerçekleştiğinde, sevinmedi. Çünkü bunca acı ve
zulümden sonra gelen adalet, adalet sayılmazdı.
Giden
karanlık yılların hesabını vermek öyle kolay değildi. Sıkıntılara göğüs geren
eşi o ölümcül hastalığa yakalanmış, kendisi çok yaşlanmıştı. Olup, bitenler,
çocuklarının başarısından tutun, aile büyüklerinin sağlığına kadar her şeyi
evet her şeyi derinden etkilemiş, geçen zaman içinde hayat avuçlarının içinden
akıp gitmişti.
O,
inançlarını bedelini ödemişti. Peki, bu bedeli ödemesinin bedelini kim
ödeyecekti?
----o----