20 Ağustos 2014 Çarşamba


Umudu Gül’e Bağlamak Dilek Ağacına Bez Bağlamaktır... (Analiz)

Artık açık seçik ortaya çıkmıştır ki, muhalefet partileri, Recep Tayyip Erdoğan’ı devirmeye güçlerinin yetmeyeceğini kabullenmiş ve bütün umutlarını, AKP içinde bir çatışma çıkmasına, Abdullah Gül’ün Erdoğan’a rakip olmasına bağlamışlardır...
*
Bugün MHP genel başkanının, “Erdoğan'ın lehine kalemşörlük ve müfterilik yapan yeni yetmelerin hücum ve hakaretlerine muhatap kalan Sayın Gül, artık biraz dik durmalı; giderayak Türkiye'ye sahip çıkmalıdır. 'Bizim cenahtan epeyce saygısızlık gördüm' diyerek sızlanan Sayın Gül, elini taşın altına koymalıdır.” Demesi,
CHP sözcüsü Haluk Koç’un, “AKP içindeki magmayı Sayın Cumhurbaşkanı dünkü açıklamaları ile ortaya çıkarmıştır. Sayın Cumhurbaşkanın üslubunda önüne çıkan her şeyi eritebileceği gibi AKP’yi de eriteceği görülüyor. Bu AKP için ciddi bir sona gidişin ön habercisidir. AKP içinde parti içi savaş kapıya dayanmıştır. Sayın Gül oyun dışı bırakılmış, İstanbul’a hicreti zorunlu kılınmıştır. Siz inanabiliyor musunuz, Sayın Gül’ün görev süresi bittikten sonra İstanbul’a yerleşip boğazdan geçen vapurları seyredeceğine? Bu manzarayla yetineceğine ben de inanmıyorum. Kurduğu partinin artık elinden kayıp gittiğini gören Sayın Gül, ya bu duruma ‘dur’ diyecek, parti içi muhalefet soyunarak kendi elleriyle partiye kazandırdığı Davutoğlu’na rakip olacak ya da yeni dönemde yeni bir partinin arayışı içinde olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Ya da olağan AKP kongresinde ‘kıdemlilerle yeni yetmelerin’ bir iç siyasi mücadelesine tanık olacağız demektir.” Şeklinde konuşması,
Bu durumun kanıtı değilse nedir?
*
Muhalefet, cumhurbaşkanlığı seçimi yenilgisinden sonraki taktiklerini tamamen Abdullah Gül üzerinden geliştirilmektedir...
Bu taktiklerin en başta geleni, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçildiği ve bu nedenle, milletvekilliğinin, parti üyeliğinin ve tabi başbakanlığının sona erdiği, yeni başbakan’ı Gül’ün ataması gerektiği iddiasıdır...
Bu iddia tamamen, cumhurbaşkanlığı görev devir tesliminden bir gün önce 27 Ağustos günü yapılacak olan AKP kongresinden önce Erdoğan’ın partisiyle ilişiğinin kesilmesi, bunun sonucu olarak, yeni genel başkanı ve dolayısıyla başbakanı belirleyememesi ve bu görevlendirmeyi mevcut cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, yapması hesabına dayalıdır...
Bu hesaba dayanak olarak, Anayasa ve yasa maddeleri gösterilip, ciddi tartışmalar ve itirazlar yapılsa da meselenin incir kabuğunu doldurmadığı ve Erdoğan’ın siyasi iktidarını zedeleyebilecek bir boyutu olmadığı ortadadır...
Nitekim CHP milletvekili Atilla Kart’ın Yargıtay cumhuriyet başsavcılığına bu konuda yaptığı başvuru, tıpkı cumhurbaşkanı adayı olduğu için başbakanlığının düşmesi gerekir iddiasıyla yapılan başvurunun Yüksek Seçim Kurulunca reddedildiği gibi reddedilmiştir...
Kırılma noktası aslında Yüksek Seçim Kurulunun, başbakanlık görevini kamu görevi kapsamı içinde değerlendirmeyen ilginç kararı olmuştur...
Zira Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olduğunda başbakanlıktan istifa etmesi durumunda, şimdi bu sorunların yaşanmayacak olduğu açıktır...
*
Ancak, işin hukuki ve yasal boyutundan ziyade siyasi boyutu önemlidir...
Muhalefet, Erdoğan’ın milletvekilliğinin düşmesi ve başbakanlıktan ayrılması iddiasında haklı olsa ve de uygulama böyle olsa ne olacaktır?
Gül, yeni başbakan’ı, Erdoğan’a sormadan, ona rağmen mi atayacaktır?
Bu, bugüne kadar yaşananların ışığında bakıldığında çok zayıf bir ihtimaldir...
Varsayalım böyle olsa bile, Erdoğan’ın bunu aşması hiç de zor olamayacaktır...
Gül’ün atadığı isim 27 Ağustos’ta toplanan AKP kongresine kadar geçici başbakan olacak, kongrede Erdoğan’ın işaret edeceği isim genel başkan seçildiğinde de cumhurbaşkanlığı görevine ertesi gün başlayacak olan Erdoğan’a istifasını sunarak, yeni başbakanı görevlendirmesinin önünü açacaktır...
Mesele bundan ibarettir...
Böyle olacağının en somut göstergesi de bizzat, kimilerinin bir tavır beklediği Abdullah Gül’ün pasifliği ve sessizliğidir...
Gül, parti içinde güçlüyse ve muhalefet etme niyetinde ise, Erdoğan’a, başbakanlığının düştüğünü söyleyerek neden yerine bir atama yapmamaktadır?
Erdoğan’a cumhurbaşkanı seçildiğine dair YSK kararını tebliğ etmeyen Cemil Çiçek’ten farkı nedir?
*
Erdoğan cumhurbaşkanı seçilirse, iyice tek adam olacak, cumhurbaşkanı değil, başkan olacak, kimseyi takmayacak diyenlerin, şimdi parti içinde kargaşalar olacağına dikkat kesilmesi, Gül’ün AKP içinden iki haftalık bir başbakan atamasının Erdoğan’a problem yaratacağını düşünmesi bile bir bariz çelişkidir...
*
Öyleyse, bir kaşık suda fırtına kopartmak niyedir...
Erdoğan’ın başbakanlıktan istifası, sanki iktidarının sonuymuş gibi suni gündemler yaratmak Erdoğan’a değil muhalefetin kendisine zarar vermektedir...
İşin özünü kavramayan sokaktaki yurttaş, bu hesaplar tutmadığında muhalefetin yine başarısız olduğunu, iş bilmediğini düşünmekte, umutlarını yitirmekte, bu da insanların demokrasiye inancı yok etmekte, sandığa küsmelerine yol açmaktadır...
*
Muhalefetin içinde bulunduğu bu hal, aslında şimdiye kadar Erdoğan karşısında neden başarısız olduklarının da izahı niteliğindedir...
Gerek CHP ve gerekse MHP yönetimleri ne yazık ki, Erdoğan’ı ve AKP’yi, bugüne kadar olduğu gibi bugün de iyi analiz edememekte, AKP içinde bir başkaldırı olacağını, Abdullah Gül’ün Erdoğan’a tavır alacağını sanmakta ve bu olasılık üzerine taktik geliştirmeye çalışmaktadır...
Aynen paralelci “cemaati” bir güç sanmalarında olduğu gibi bu konuda da yanıldıklarını ve bütün bunların hayali senaryolar olduğunu eninde sonunda göreceklerdir...
Zira AKP de ipler ve dolayısıyla güç tamamen Erdoğan’ın elindedir...
Abdullah Gül’ün, Erdoğan’a karşı bir hareket başlatması ve partiyi bölünme noktasına getirecek kadar taraftar bulması veya ayrı bir parti kurması olsa olsa fanteziden ibarettir...
*
Abdullah Gül’ün dünkü veda konuşmasının satır aralarından umutlar çıkartmak, objektif siyasetçilere değil, umut tacirlerine yakışan bir iştir...
Gül’ün, partisinde yeni yetmelerden saygısızlık gördüğünü söylemesinden derin manalar çıkartılırken, muhtemelen CHP’yi kast ederek, ‘bir zamanlar aman cumhurbaşkanı olamasın diyenler şimdi bana parti kurduruyor’ demesini de gözden kaçırmamak gerekir...
*
Unutulmamalıdır ki, siyasetin ve özellikle de iktidarı ele geçirmenin en başta gelen kuralı, rakibi iyi analiz etmek, strateji ve taktiği buna göre belirlemektir...
Hülasa Erdoğan’ı, cumhurbaşkanlığı seçiminde birleşerek de yıkamayıp, AKP içindeki kargaşalardan medet ummak ve umudu Abdullah Gül’e bağlamak, dilek ağacına bez bağlamaktan farksızdır...
Siyasi körlüktür...
Bir kere daha kaybetmek demektir...

Mustafa Tuğrul Turhan

19 Ağustos 2014 Salı

İmam ve Cemaat...

CHP kurultayıyla ilgili yazmak, adeta pehlivan tefrikası yazmak gibi...
Yaz yaz bitmez...
*
Genel Başkan Kılıçdaroğlu, daha birkaç gün önce grup başkan vekili Muharrem İnce’nin kurultay çağrısı üzerine yaptığı açıklamada, “Bir arkadaşımızın adaylığını koyması bizim geleneğimizde vardır. Basın toplantısı yapan arkadaşlara söylemiştim. İmzaları toplayın hemen kurultay yapacağım diye. Delegeler ya da genel başkan vasıtasıyla kurultay toplanır. Elbette bir zaman ve takvim olacaktır. Ben hiç bir delegeye bana oy verin diye bir arayış içine girmeyeceğim.” Demesine karşılık, kurultay kararı alındıktan hemen sonra bugün, il başkanlarını Nevşehir’de toplantıya çağırıyor...
*
Toplantıda söz alan, çiçeği burnunda Ankara il başkanı, “Buradan ilkesel bir karar alarak çıkmalıyız. Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanında olduğumuzu gerekçeleriyle birlikte kamuoyuna, basın açıklaması yoluyla aktarmalıyız.” Diyor...
Ve sonunda o toplantıdan 74 il başkanının Kılıçdaroğlu’na destek kararı çıkıyor...
Bak sen, ilkeye bak!
*
Parti içinde demokrasinin olmayışı, parti mensuplarınca o denli benimsenmiş ve olağan hale gelmiş ki, il başkanları,  kurultay kararı ve gündemi resmen açıklandıktan ve bir parti üyesi olan Muharrem İnce genel başkanlığa aday olduğunu ilan ettikten sonra, kurultayı manipüle edecek, delegeleri etkileyecek açıklamalar yapmakta hiçbir beis görmüyor...
*
Daha kurultayın toplanmasına iki hafta varken, muhtemelen adaylardan birisi olacak olan Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceklerini söylemeyi çok olağan bir davranış olarak görüyor...
*
İşte partinin il başkanları bile demokratlıktan ve demokrasiden bu kadar anlıyor...
Kurultay da ne, genel başkana biat et, oyunun rengini açıkla yerini muhafaza et...
Hadise bu...
Adı da ilkesellik...
*
Peki, o zaman kurultay ne için toplanıyor; o kurultay salonunda oy sandıkları neden kapalı kabinlere konuluyor ve oylar gizli kullanılıyor...
Süs için mi?
*
E tabi, imamla cemaat meselesi...
Genel başkanları, cumhurbaşkanı adayını partisinde kimseyle istişare etmeden “risk alıyorum” diye tek başına açıklarsa,“Ben hiç bir delegeye bana oy verin diye bir arayış içine girmeyeceğim.” Dediği halde, kurultay kararı alındıktan iki gün sonra il başkanlarını toplayıp kendisine destek arayışına girerse, yerlerini muhafaza etmeyi her şeyin üstünde gören il başkanları da böyle yapar...
Böyle saça böyle tarak...
Ve nihayetinde, böyle ana muhalefet partisinin olduğu ülkeye de böyle demokrasi...
Var mı bundan ötesi...
*
Ne demişler; “iğneyi kendine çuvaldızı başkasına”...
AKP’yi bırak, önce kendine bak...

Mustafa Tuğrul Turhan



17 Ağustos 2014 Pazar

AKP Milli Eğitimi Sermayeye Devrederek İdare Ediyor...

Bakmayın siz Recep Tayyip Erdoğan’ın, miting alanlarında halka, “devletin okulları bize yeter” deyip kükremesine...
Onun derdi devlet okullarını, özel okullara ve dershanelere ihtiyaç duyulmayacak kalitede eğitim öğretim yapar hale getirmek değil...
Onun derdi, savaşa tutuştuğu paralelci cemaatin okul ve dershanelerini zora sokmak ve bu suretle, onların finans kaynaklarından birisini kesmek...
Yoksa özel okullarla bir alıp veremediği yok...
*
Tersine, dershanelerin de özel okul olmasının yolunu açıp, adının başında milli sözcüğü olan eğitimi, tamamen özelleştirerek devletin sırtından atmaya çalışıyor...
Nitekim AKP hükümetlerinin her daim yumuşak karnı olmuş olan ve eğitim öğretimi Arap saçına çeviren Milli Eğitim Bakanlığının, şimdi de özel okullarda okuyan öğrencilere eğitim desteği adı altında, öğrenciler üzerinden özel okullara para aktarması bunun en somut göstergesi oluyor...
Bakanlık 2014-15 eğitim öğretim yılında 50 bin okul öncesi, 50 bin ilkokul, 75 bin orta öğretim ve 75 bin temel lise öğrencisine 2500 ile 3500 TL. arasında değişen ve toplamda bir trilyon 25 milyara ulaşan para desteği vermeye hazırlanıyor...
*
Bu uygulamayla, meşrutiyet döneminde iki defa Maarif Nezareti (Milli Eğitim Bakanlığı) Yapmış olan Emrullah efendinin,“Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim” sözünü, espri olmaktan çıkartıp, neredeyse bir asır sonra hayata geçiriyor...
Okulları tamamen özel sermayeye teslim edip, “bakanlığı bir güzel idare etmek” için son rötuşları yapıyor...
Böylece, yıllardır kuşa çevirdiği Tevhidi Tedrisat Kanununun ruhuna Fatiha okuyarak, eğitimde birliği ve fırsat eşitliğini tamamen ortadan kaldırmış oluyor...
*
Hal böyle olunca, Erdoğan’ın “devletin okulları bize yeter” sözü de havaya uçup gidiyor...
Erdoğan, bedelli askerlikte olduğu gibi, bir kez daha söylediğinin tam tersini yapmış oluyor...
*
Devlet okulları ile özel okullar arasında, gerek statik donanımın çok farklı olması ve gerekse, kaliteli öğretmenlerin düşük maaş nedeniyle zamanla özel okullara geçmesi gibi nedenlerle belli bir kalite farkı bulunduğunu herkes, ama en iyi de milli eğitim bakanlığı yetkilileri biliyor...
Ama gelin görün ki, o bakanlık, eğitimin “milli” bir hizmet olduğu gerçeğinden hareketle, devlet okullarını da özel okullar seviyesine yükseltmeye çalışması gerekirken tam tersini yapıyor...
Milletten topladıkları vergileri, yılda en az 15-20 binden başlayan özel okul ücretlerini ödeme imkanına sahip olmayan ailelerin çocuklarının eğitim koşullarının iyileştirilmesi ve devlet okullarıyla özel okullar arasındaki farkın hiç değilse asgariye indirilmesi için  devlet okullarının ihtiyaçlarına kullanacağına, ekonomik durumu kısmen iyi olan ailelerin çocukları üzerinden özel okullara nakit destek olarak aktarıyor...
*
Ve tabi, AKP’nin eğitim birliğini ve dolayısıyla da fırsat eşitliğini yok eden eğitim ve öğretim politikası bir kez daha dibe vuruyor...
Halktan değil, sermayeden yana olduğu apaçık ortaya çıkıyor...
Muhalefet her zamanki gibi uyumaya devam ediyor...
Bu durumda bize de, uysa da uymasa da “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” demek kalıyor...


Mustafa Tuğrul Turhan

5 Ağustos 2014 Salı

Ne İçin Boykot...

CHP ve MHP’nin ortak cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin ihsanoğlu’nu destekleyenler, onun İslamcı bir aileden geldiği gerekçesiyle Recep Tayyip Erdoğan İle bir elmanın iki yarısı gibi görülmesinin ve dolayısıyla seçimin boykot edilmesinin çok yanlış olduğunu söylüyorlar...
*
Kuşkusuz bu noktada haksız da değiller...
İslamcı bir aileden gelmesi, İslam İşbirliği Teşkilatında Genel Sekreterlik yapmış olması, elbette eşittir Recep Tayyip Erdoğan olduğu demek değildir...
Recep Tayyip Erdoğan, 12 yıldır bilfiil icraatın başında olduğu için hakkında bir çok yolsuzluk iddiası olan, mezhep ayrımcılığı gibi ilkelliklerden siyasi olarak nemalanmaya çalışan, toplumu ayrıştıran bir politikacıdır...
Ekmeleddin İhsanoğlu ise, icrai nitelikte hiç bir kamu görevinde bulunmamış, hakkında yolsuzluk iddiaları olmayan, dindarlığı bilinmekle birlikte, bunu nemalanmak için kullanıp kullanmayacağı konusunda gözle görülür somut veriler bulunmayan bir sade vatandaş konumundadır...   
Bu tespitlerde büyük ölçüde tereddüt yoktur...
Ancak gelin görün ki, boykot etmenin gerekçesi de salt, her iki adayın tamamıyla aynı görülmesi değildir...
*
Mesele, İslamcı zihniyetin ve Etnik Kürt Milliyetçilerinin kendi içlerinden gelen ve gönül rahatlığıyla oy verebilecekleri adaylarının olmasına karşılık, Atatürk’e gönül vermiş cumhuriyet yanlısı yurttaşların, evet bu benim adayım diyebileceği bir aday profilinin olmamasıdır...
İşin özü budur!..
Nitekim CHP’nin yetkili ağızları, İhsanoğlu ismi açıklandıktan sonra gelen eleştiriler üzerine, “bu isim CHP’nin adayı değildir, çatı adaydır” diyerek, savunma yaparken, bunun böyle olduğunu teyit etmiştir...
*
Öyleyse, açık söylemek gerekir...
Ekmeleddin bey, cumhuriyetçi ve Atatürkçülüğü ön planda olan bir adayla seçime gidilmesi halinde, Recep Tayyip Erdoğan’a karşı kazanma olasılığının neredeyse imkansız olduğu düşüncesinin ürünüdür; bu kabulün dışa vurumudur...
İşte Emeleddin bey’e destek verilip verilmemesi konusundaki farklı düşünceler de bu yaklaşımı doğru bulup bulmamaktan kaynaklanmaktadır...
Destekleyenler, tam da bu bakış açısından hareketle Ekmeleddin bey’i benimserken, biraz da Recep Tayyip Erdoğan’a duyulan nefret duygusuyla, adayın kim olduğunu bile önemsememekte, İslamcı kesimden de oy alacak birisinin aday yapılmasını makul ve çok da mantıklı bulmaktadır...
Cumhuriyet ve Atatürk yanlısı olup da CHP ve MHP’nin çatı adayı Ekmeleddin beye de destek vermeyerek seçimi boykot edecek olanlarsa, bunun tam tersini düşünmekte ve savunmaktadır...
Çünkü şayet işler açıkça cumhuriyetçi ve Atatürkçü bir adayla seçimin kazanılmasının imkansız olduğu, ancak dini vasıfları ön planda olan bir aday belirlenmesi halinde iddialı olunabileceği noktasına gelmişse, bu İslamcı değerlerin toplumda yerleştiğinin ve artık onlara uymak gerektiğinin açıkça kabul edilmesi demektir...
Bu da doğrudan doğruya ulusu tanımamak, halka güvenmemek, Mustafa Kemal’i ve devrimlerini anlamamaktır...
Ki bu durum, Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden çok daha büyük bir tehlikedir...
Erdoğan’ın karşısında olduğunu ve Atatürk’e sahip çıktığını söyleyen muhalefetin, onun silahları ve değerlerini referans alması, ortada ciddi bir sorun olduğunun ve artık İslami referansların siyasetin merkezine oturduğunun göstergesi değilse nedir?
*
Oysa herkes çok iyi bilmektedir ki, Mustafa Kemal, bu günlerden çok daha karanlık, taasubun çok daha koyu olduğu, Halife’nin fetva verdiği, Padişahın ölümünü emrettiği günlerde ulusa güvenmiş, cumhuriyeti ilan etmiş, şapka ve harf devrimleri yapmış, kadınlara seçme ve seçilme haklarını vermiştir...
O, toplumda o gün egemen olan havaya uymayı değil, o havayı değiştirmeyi, yerinde saymayı değil, ileri gitmeyi amaç edinmiştir...
Bugünse, Mustafa Kemal’in izinden gittiğini söyleyenler, bu devrimci ruhu kaybetmiş olup, karşı devrimin referanslarına sarılarak onun mirasına sahip çıkacaklarını sanma gafleti içine düşmüşlerdir...
*
İşte, daha önce yazdığımız birçok neden yanında seçimi boykot etmenin esas ve temel gerekçesi, bu devrimci ruhun kaybedilmesine ve sözde Atatürkçü kafalara duyulan tepkidir...
Mustafa Kemal’in devrimci ruhundan bihaber olanlar bu seçimi kazansa ne yazar?
Hülasa mesele, sadece Ekmeleddin bey’in Erdoğan ile mukayese edilmesinden ibaret olmayıp çok daha derindir...
Mesele, onu cemaat ve ABD’nin telkin ve tavsiyeleriyle çatı adayı gösterenlerin teslimiyetçiliğidir...
Boykot edilen, Ekmeleddin beyin şahsında bu teslimiyetçiliktir...
İşin özü budur!.


Mustafa Tuğrul Turhan

3 Ağustos 2014 Pazar

Zaman Gösterecek...

AKP’ye ve dolayısıyla Erdoğan’a karşı olan büyük çoğunluk cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefet partilerinin gösterdiği ortak adaya oy verecek...
Anketlere bakılırsa, AKP’ye şirin görünüp Erdoğan’ı açık ara önde gösterenler de var, muhalefete göz kırpıp başa baş gösterenlerde...
Selahattin Demirtaş’a şans verense yok...
Ama şapka ilk turda düşmezse, ikinci turda mutlaka düşecek ve kel o zaman görünecek...
Şimdilik hepsi tahmin...
*
Erdoğan taraftarlarına göreyse, liderleri kesin kazanacak ve her şey daha güzel olacak...
Erdoğan karşıtlarına göre, eğer Erdoğan seçilirse her şey bitecek, ülke karanlık günlere yelken açacak; İhsanoğlu seçilirse demokrasi kazanacak, bu AKP’nin iktidardan gönderilmesinin başlangıcı olacak...
*
Kuşkusuz bu öngörülerin ne kadar doğru olduğunu ise zaman gösterecek...
Erdoğan seçilirse ne olacağı üç aşağı beş yukarı belli; onu seçenlerin pişmanlık duyma ihtimalleri neredeyse sıfır...
Lakin İhsanoğlu’nun seçilmesi halinde, seçenler açısından aynı şeyi söylemek bu kadar kolay değil...
Şimdi seçilmesi için uğraşanların, yarın bir gün pişman olmayacakları kesin değil...
*
Bakmayın bugün yapılan yönlendirmelere, kararlı duruşlara, tarih, en yüksek oylar verilerek seçilenlerden duyulan pişmanlık örnekleriyle dolu...
Bunun en somut örneği, bugün eleştire eleştire bir hal olunan, yok efendim demokratik değil, darbe dönemi ürünü denilen 1982 Anayasası...
Oylamasına katılım oranı % 91.03 ile neredeyse rekor düzeyde olup % 8.63 oranındaki ret oyuna karşılık %91.37 gibi çok yüksek bir oy oranıyla kabul edildi...
Üzerinden 10 yıl geçtikten sonraysa, bu Anayasayı açıkça savunabilecek kimse kalmadı...
*
Kimse o zaman askeri yönetim vardı demesin...
 Sandığa silah zoruyla mı gidildi?
Gidenler, Anayasanın askerler tarafından yapıldığını, daha önce yıllarca oy verdikleri partilerin liderlerinin Zincirbozan zindanlarına atıldığını bilmiyor muydu?
Evet oyu vermek zorunlu muydu; benim ve eşimin de içinde olduğu hayır diyen % 8.63 oranındaki insanlar nasıl hayır dedi?
Kimse riya yapmasın, boşa konuşmasın...
Korku dönemi geçtikten sonra, oylamada doğrudan hayır demek varken tak, tak, tak yaparak geçersiz oy kullandığını bir marifetmiş gibi söyleyen ve demokratlığı kimselere bırakmayan siyasiler hala hafızlardadır...
*
Demek ki, çoğunluk tercihinin ne yönde olduğu başka, bunun doğru olup olmadığıysa başka iştir...
Çoğunluk her zaman doğu olanı temsil etmez...
*
İşte bugün cumhurbaşkanı seçimine de bu çerçevede bakmakta yarar vardır...
Erdoğan’a ve Demirtaş’a karşı olanların büyük çoğunluğu sandığa gidip İhsanoğlu’na oy vermenin doğru olduğuna inanırken küçük bir azınlıkta, Erdoğan ve Demirtaş’a karşı olduğu kadar İhsanoğlu’nun da cumhuriyetin adayı olduğuna inanmamakta ve seçimi boykot edeceğini söylemektedir...
Kimin haklı olduğu ve doğru tercihi yaptığını elbette zaman gösterecektir...
1982 Anayasası oylamasında esamisi okunmayacak kadar azınlıkta kalan hayır oyu verenler yıllar sonra nasıl haklı çıktıysa, kim bilir belki bu cumhurbaşkanlığı seçiminde de şimdiye kadar çok çok azınlıkta olan boykotçular haklı çıkacaktır...
Sonuçta, aynı hatalar yapıldığı sürece tarih tekerrürden ibaret değim midir?
 
Mustafa Tuğrul Turhan