16 Şubat 2015 Pazartesi

Lanet Olsun!..

Kolay değildir bazen yazmak...
*
Öyle olaylar vardır ki, yüreğinize oturur, içiniz kan ağlar, yazıp acınızı, isyanınız haykırmak, öfkenizi dağlara taşlara duyurmak istersiniz, ama gel gör ki, kelimeleri bulup da yazmakta zorlanırsınız...
*
Ne yazacağınızı, konuya nereden yaklaşacağınızı bir türlü belirleyemezsiniz...
*
Yazar yazar, olmadı diye silip yeni baştan yazmayı denersiniz...
*
Hadi gel de Mersin Tarsus’ta Özgecan’ın hunharca öldürülmesiyle ilgili yaz...
*
Ne söylenebilir, ne yazılabilir ki?
*
Derin analizler yapıp, bu tür sapık saldırıların bilimsel nedenlerinin ne olduğu mu?..
*
Kadına ve çocuğa yönelen cinsel suçlarda cezaların artırılması hatta, idam cezası verilmesi gerektiği mi?..
*
Hemen her gün bir kadının boşandığı eşi veya eski sevgilisi tarafından katledildiği ve katillere akla hayale gelmeyen gerekçelerle ceza indirimleri uygulandığı ve bunun da cinayetlerin devam etmesine yol açtığı mı?
*
Aile ve kadından sorumlu bakanın, cinsel tacize karşı çocuklara çığlık atmayı öğretmek gerektiğini öğütlediği mi?
*
Başbakan yardımcısı seviyesine bir siyasinin kadın iffetli olacak sokakta yüksek sesle gülmeyecek dediği mi?
*
Türkiye’nin dini referans alan AKP iktidarında hızla ortaçağ karanlığına sürüklendiği ve her gün bir başka gerici yobazın, kadının çalışmayarak sadece anne olması gerektiğine, kaç yaşındaki kız çocuğu ile evlenilebileceğine, anne de olsa diz kapağının üstünün tahrik ettiğine dair fetva verdiği mi?
*
Kadın cinayetlerinden, bu sapıkları cesaretlendiren fetvaları verenlerin sırtını sıvazlayan siyasi iktidarın sorumlu olduğu mu?..
*
Nazım’ın, ünlü şiirinde bu ülkede kadınların, sanki hiç yaşamamış gibi öldüğünü
ve soframızdaki yerlerinin öküzümüzden sonra geldiğini söylediği mi?..
*
Hangisi bu onulmaz acıya merhem olur?
*
Hangisi Özgecan’ın annesiyle babasının ve vicdan sahibi insanların yüreğini soğutur?
*
Hangisi?
*
Lanet olsun!..
*
Başka ne söylenebilir ki?..

Mustafa Tuğrul Turhan


15 Şubat 2015 Pazar

İşçi Partisi Sadece İsim mi Değiştirdi?...

İşçi Partisi günlerdir büyük bir tanıtım kampanyası ile hazırlandığı, olağanüstü kurultayını bugün yaptı...
*
Partinin ismini ve logosunun değiştirileceği, bazı emekli askerlerin ve bürokratların partiye katışacağı günler öncesinden söylendi...
*
Ve nihayet bugün kurultayda bu ikisi de oldu...
*
Bu da aslında kurultayın, parti yönetimince önceden oluşturulan kararları onaylama merci olmasının da bir göstergesi niteliğindeydi...
*
Partinin isminin neden değiştirildiğini, genel başkan yardımcısı İlker Yücel, “Programımızı ve adımızı mücadelemize uygun hale getirelim. Bu yüzden Vatan Partisi adını öneriyoruz. Etnik ve mezhepsel ayrıma karşı en büyük cepheyi kurmak için ilk adımı atıyoruz. Vatan'da birleşmeye hazır mıyız? Şimdi çoban yıldızını buğday başakları saracak.” Diyerek açıkladı...
*
Lakin bu, pek de doyurucu bir gerekçe olmadı; çünkü etnik ve mezhepsel ayrım dün de vardı ve önemli olan partinin ismi değil, mücadelesinin biçimi ve içeriği olmalıydı...
*
Partinin isminin değiştirilmesi, her ne kadar program ve ismin de mücadeleye uygun hale getirilmesi olarak açıklanmaya çalışılsa da, emekli asker ve bürokratların katılımının etkisiyle, milliyetçi eğilimlere itici gelebileceği gözetilerek, sosyalist hedefleri çağrıştıran “işçi partisi” isminin kullanılmasından vazgeçildiği izlenimi daha ağır basıyordu...
*
Eski logoda bulunan çoban yıldızının etrafının her iki yanda birer başakla sarılması suretiyle oluşturulan yeni logonun, bu şekliyle Kara Kuvvetleri logosuna benzemesi de partiye askerlerin katılımının bir yansıması gibiydi...
*
Günlerdir büyük bir propaganda yapılmasına ve bizzat genel başkanın 15 Şubat’ta parlamentoda temsil edileceğiz biçiminde ifadeler kullanmasına karşılık, isimleri uzundur bilinen emekli bazı asker, bürokrat, gazeteci ve eski bakanın dışında partiye CHP’den ayrılan milletvekillerinden katılım olmadı...
*
Katılımın abartıldığı kadar olmaması, dağ fare doğurdu sözünü akıllara getirdi...
*
Genel başkan Doğu Perinçek kurultay konuşmasında, “Bütün Türk milletini, halkçılarını, milliyetçilerini, sosyalistlerini büyük deneyimlerle sınanmış 6 Ok'ta birleşmeye davet ediyoruz.” Dese de, bunun nasıl mümkün olacağı soruları kafaları karıştırdı; çünkü her şeyden önce milliyetçilik ile sosyalizm birbiriyle bağdaşmayan, halkçılıksa içi herkese göre farklı doldurulan kavramlardı... 
*
Bunlar dışında kurultay adeta eskiden stadyumlarda yapılan milli bayram törenleri havasındaydı; okunan şiirler, çalınan marşlar o bayramları aratmayacak ölçüde milliyetçi temalardaydı, sunum konuşmaları da tıpkı bayramlardaki sunucuların konuşmaları gibi hamasiydi...
*
Herkes her şeyi alkışlıyor, genel başkanın yanındakiler o oturunca oturuyor, kalkınca kalkıyordu...
*
Kurultayda tiyatro da vardı opera da Ergenekon’dan çıkışta ve hepsinde milliyetçi ruh ön plandaydı...
*
Bu haliyle parti, İşçi Partisi yerine Vatan Partisi ismini alarak sadece ismini değil, aynı zamanda kimliğini de değiştirdiği, sosyalizmden oldukça uzaklaşarak, yıllardır bitmeyen “demokratik devrim” hikayesine sarılıp, tamamen milliyetçiliğe doğru yelken açtığı izlenimi veriyordu...
*
Ve bu ülkede milliyetçiliği yıllardır yapanlar olduğu dikkate alındığında, Vatan Partisinin bu yeni stratejisinin ne kadar başarılı olacağı da önümüzdeki dönemin sorusu olarak ortaya çıkıyordu...

Mustafa Tuğrul Turhan




14 Şubat 2015 Cumartesi

Dilin Kemiği Olsa keşke!...

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD'de geçtiğimiz günlerde üç Müslüman gencin öldürülmesinin ardından Obama'ya seslenerek, “neredesin Sayın Obama, biz siyasiler, ülkemizde işlenen cinayetlerin sorumlusuyuz; tavrımızı ortaya koymak zorundayız” demiş...
*
Peki, ya Obama'da, ben o olay için “'hiç kimse, kim olduğu veya inancı nedeniyle hedef alınmamalı'” diye açıklama yaptım; peki ya sen, Gezi protestolarında öldürülen gençler için, polisin katlettiği Ali İsmail Korkmaz için, Berkin Elvan için, Uludere’de, Reyhanlı’da ölenler için, kumpasla içeri atılıp cezaevinde ölenler için, Albay Ali Tatar için ne tavır koydun” diye sorarsa, ne olacak?..
*

Almanya’nın Hamburg kentinde ikamet eden, öğrenci değişim programı kapsamında Amerika’ya gelen ve Missoula şehrinde öldürülen 17 yaşındaki Türk genci Diren Dede’nin katiline daha dün 70 yıl hapis cezası verildi benim ülkemde; senin ülkendeyse, Ali İsmail Korkmaz’ın katili iki polise komik gerekçelerle 10’ar yıl hapis cezası verildi ve infaz yasanız uyarınca biri 4, biri de 6 yıl yatacak ne haber, derse ne cevap verilecek?..

 *
Sonra da, "iğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır” diyerek, ünlü ata sözümüzü hatırlatırsa ne yapılacak?...
*
Vaziyet zor yani!...
*
Dilin kemiği olsa keşke...

Mustafa Tuğrul Turhan


13 Şubat 2015 Cuma


Günah Keçisi...

Gaziantep Valiliği'nden yapılan yazılı açıklamada, dün Valiliğe yürüyen ve yolu kapatıp, uyarılara rağmen açmayan kalabalığa müdahale sırasında biber gazı sıkmakta tereddüt eden meslektaşına, ensesinden tutarak, "sık la sık" diye bağıran Çevik Kuvvet grup amiri C.G.G.'nin görevinden uzaklaştırılmasının kararlaştırıldığı bildirilmiş...
*
İyi mi!..
*
Şimdi eğri oturup doğru konuşmak gerek...
*
Bu olayın iki boyutu var...
*
Birincisi, bu ülkede polis insanlara karşı gaz sıkıyor mu, sıkıyor...
Öyleyse grup amirinin emrine rağmen, polis memurunun emri yerine getirmemesi normal mi, değil...
Doğruya doğru...
İşin bu tarafı ayrı...
*
Gelelim gaz sıkmaya...
Yanlış mı, yanlış!..
Peki, bu olay ilk mi oluyor, hayır!..
*
Öyleyse, Gaziantep’te gaz sıkın talimatını veren grup amiri neden manşetlerde?..
Anlayan beri gelsin!..
*
Sanki gösteri ve yürüyüş hakkını kullanan ve üzerlerine gaz sıkılan ilk kalabalık Gaziantep’teki esnaf grubu ve bu kalabalığa biber gazı sıktıran ilk amir bu amir...
*
Tekel işçilerine, Gezi protestocularına ve daha nicelerine, “boğmak” istercesine gaz sıktıranlar nerede?..
*
Bırak biber gazını, silah sıktıranlar ve sıkanlar, TOMA’yı kalabalıklara sürenler nerede?..
*
Cevap yok!..
*
Bu defa rüzgar böyle esti, birden hava değişti, Gaziantep’teki grup amiri günah keçisi ilan edildi ve gürültüye gitti...
*
Bir taraftan iç güvenlik yasası çıkartıp, hak ve özgürlük arayan herkesin karşısına polisi dikeceğin bir “polis devleti” kurmaya çalışacaksın, diğer taraftan bu amiri görevden alacaksın...
*
Fıkra gibi...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

11 Şubat 2015 Çarşamba

Abdullah Gül, Tarabya Köşkü ve Etik...

Cumhurbaşkanlığını devredip, Çankaya Köşkünden ayrılmasından beri ailece Tarabya Köşkünde kalan 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu konuda kendisine yöneltilen eleştirilere daha fazla kulak tıkayamamış olmalı ki, bugün kendisine ait internet sitesi üzerinden yanıt vermiş...
Bu yanıta göre, bu konuda basında yer alan eleştiriler spekülatifmiş...
Yeni ikametgahının inşasıyla ilgili “mücbir” sebeplerden kaynaklanan gecikme nedeniyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın teklifi üzerine geçici olarak Cumhurbaşkanlığına ait Tarabya yerleşkesini kullanmak durumunda kalmış...
*
Yoksa siyasi hayatı boyunca kamu malına devletin çeşitli kademelerinde yaptığı görevler sırasına sergilediği kamu malına yönelik doğruluk, dürüstlük anlayışı ve etik tavrı kamuoyunca bilinmekteymiş...
Bitme aşamasına gelen yeni ikametgahı kısa süre içinde tamamlanınca Tarabya Köşkünden ayrılacakmış...
Bu zorunlu konaklamayla ilgili olarak Tarabya Köşkünden yapılan tüm masrafları kendi cebinden karşılamaktaymış...
*
Peki soralım o zaman...
Tarabya yerleşkesi diyerek, sıradanmış gibi gösterilmeye gayret edilen köşkün, cumhurbaşkanlığının kullanımında olması ve yeni cumhurbaşkanının o köşkte ikamet edin teklifinde bulunması, eski Cumhurbaşkanının aylarca orada oturulması için yeterli gerekçe oluşturmakta mıdır?
Yeni ikametgahının inşaatının mücbir sebeplerle, yani Türkçesi elde olmayan önlenemez nedenlerle uzaması bu köşkte oturmayı açıklamakta mıdır?
*
Yeni ikametgahın bitmesini illa ki köşkte mi beklemek gerekir...
Yeni Cumhurbaşkanı teklif etse bile, teşekkür edip geçici bir ikametgah bulmak daha etik bir tavır değil midir?
*
Köşkteki masrafların kendi cebinden karşılanması, burada aylarca kalmayı mazur göstermeye yetmekte midir?
*
Bu soruların hiç birisine olumlu yanıt vermek mümkün değildir...
*
Bir defa, yeni ikametgahın inşaatının elde olmayan nedenlerle uzaması oraya oturduktan sonra meydana çıkan bir durum olduğuna göre, bunun kabul edilebilir bir mazeret olamayacağı açıktır...
*
İkincisi, madem ki siyasi hayat boyunca üstlenilen tüm görevlerde kamu malına karşı titizlik gösterildiği iddia edilmektedir, o halde bu titizliğin emeklilikte de devam etmesi gerekir...
*
Üçüncüsü, yeni cumhurbaşkanı teklif etse bile, ki, buna ne kadar hakkı ve yetkisi olduğu ayrı bir tartışma konusudur, bunu kabul edip etmemek teklif yapılan kişinin iradesindedir...
Yani bu da bir mazeret değildir...
*
Dördüncüsü, orada yapılan harcamaların devlet tarafından değil de cepten karşılandığının söylenmesi, bu işin etiğe aykırılığını örtmeye yetmemektedir...
Bu, olsa olsa durumu kurtarmaya, tepkileri izole etmeye yönelik bir “kurnazlık” olarak değerlendirilebilir...
*
Kısacası, önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından yapılan açıklama, Tarabya Köşkünde ailece aylardır kalmalarının her şeyden önce etik olmadığına yönelik eleştirilerin haklılığını ortadan kaldıramamıştır...
*
Bundan ötesi boş laftır...

Mustafa Tuğrul Turhan





10 Şubat 2015 Salı

Seçim Her Zaman Doğru Yöntem Değildir...

Hep söylüyorum; bir sözü, kimin söylediği değil, o sözün doğru olup olmadığı önemlidir...
Bir başka deyişle, kimin dediğine değil, ne dediğine bakılmalıdır...
*
Anayasa Mahkemesi önceki başkanı Haşim Kılıç’ın bugün göreve veda ederken söylediklerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir...
 *
Haşim Kılıç’ı sevip sevmemek apayrı bir iştir...
*
Kılıç’ın bugün yaptığı açıklamalardan bir hususun altını çizmekte yarar vardır...
*
Bu, “Yargıdaki seçimler yargıyı çürütüyor.” Tespitidir ki, buna katılmamak mümkün değildir...
*
HSYK Üyelerinin yüksek yargı organlarının başkan ve üyelerinin seçiminde yaşananlar ortadadır; hemen bütün seçimlerde hükümete yakın gruplar, cemaate yakın gruplar, sola yakın, sağa yakın gruplar günlerce liste mücadelesi vermekte, hakim ve savcılar siyasi düşüncelerine göre kümelenmekte, kimin hangi siyasi çizgide olduğunu herkes görmektedir...
*
Haşim Kılıç, bu durumu “en ücra köşeye gidin oradaki hakim ve savcıların hangi siyasi görüşe yakın olduğunu vatandaşlar biliyor” diyerek ifade etmektedir...
*
Kuşkusuz bu tablo yargıya güveni sarsan en büyük etkendir; çünkü yargıç ve savcının siyasi görüşünün ne olduğunun bilinmesi, farklı siyasi görüşte olan yurttaşların o yargıç ve savcıya güven duymaması sonucunu doğurur...
İşte bu nedenledir ki,  siyasi kümelenmelerle yapılan yargı seçimlerinin yargının çürümesine yol açtığı çok doğrudur...
*
Bugün gelinen noktada hükümet, salt kendi desteklediği listenin kazanmasını sağlamak amacıyla yargıç ve savcıların maaşlarına seçimler sonrasında geçerli olmak üzere maaş rüşveti vermekte, bu suretle yargıdaki seçimlere müdahale etmektedir...
*
Bu da yargıdaki seçimlerin yargının ne denli çürüdüğünü gösteren en somut örneklerden birisidir...
*
Türkiye, bir zamanlar yargıçların savcıların dernekleri veya sendikaları olursa, bu onların siyasi gruplaşmalarını doğurur denilen günlerden, yargıda siyasallaşmanın aleni olarak yapıldığı günlere gelmiştir...
*
Seçim, her zaman en uygun yöntem değildir...
Bazı seçimler vardır ki, huzuru sükunu ve istikrarı değil, tam tersini kargaşayı, çürümeyi getirir...
İşte yargıda yapılan seçimler de bu tür seçimlerdir...
*
Haşim Kılıç’ın da işaret ettiği gibi, Genel Kurmay Başkanını askerlerin, Diyanet İşleri Başkanını din adamlarının ve Emniyet Müdürlerini polislerin seçmesi halinde olacakları düşünmek bile ürkütücüdür...
*
O halde yargıda yapılan seçimlerden de vazgeçilerek, başkan ve üyelerin evrensel ölçülerde başka kriterlere göre belirlenmesini sağlayacak yeni bir sistem geliştirilmelidir...
*
Yargının siyasi gruplaşmalardan uzak, siyasetin vesayetinde olmayan, bağımsız ve güvenilir bir erk olabilmesi için bunun kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu gün gibi açıktır...

Mustafa Tuğrul Turhan



3 Şubat 2015 Salı

Malum da ilam da budur!..

Birinin, herkesçe bilinen ve açık olan bir şeyi söylemesine, eskiler “malumu ilam” derler...
*
Malumu ilam yapıyorsun demek, bilineni tekrar ifade ediyorsun anlamında biraz eleştiri ve küçümseme içerse de bazı “malumları” zaman zaman yeniden “ilam” etmekte yarar vardır...
*
Zira herkesçe bilindiği sanılan kimi doğrular,  farklı yorumlamalar ve buna bağlı uygulamalar sonucunda yozlaşabilmekte, yoz pratik, teorinin yerine geçince de yanlışlar doğruymuş gibi algılanabilmektedir...
*
Bu durumun en somut örneklerinden birisi de “demokratik kitle örgütü” kavramının veya bu kavramla tam örtüşmese de şimdilerde kullanılan “sivil toplum örgütü”  veya “dernek” tanımlamasının, Çayyolu’nda kimilerince yaşama geçirilme biçimi olsa gerektir...
*
Nedir, “demokratik kitle örgütü” veya yaygın adıyla “dernek” anlamında “malum” olan?
*
Demokratik kitle örgütünün, adı üzerinde yasalara uygun olarak kurulan, demokratik ilkeler çerçevesinde amaçlarını gerçekleştirmek için faaliyette bulunan, yönetimlerinin seçimle belirlendiği ve kararlarında üyelerin söz sahibi olduğu ve özellikle de siyasi düşüncesinin ne olduğuna bakılmaksızın yasalarda belirtilen kriterleri taşıyan herkesin üye olabildiği, bu çerçevede geniş kitleleri kucaklayabilmek için bütün siyasi akım ve partilere eşit mesafede duran örgüt olduğudur...
*
Peki, herkesçe malum olan bu doğru, Çayyolu’nda kurulu olan ve sayıları düzineleri bulan “derneklerde” tam da böyle mi ete kemiğe bürünmektedir?
Ne yazık ki, bazı istisnalar dışında bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün değildir...
*
Bu derneklerin çoğunun üye sayısı, neredeyse yönetim kurulu üyeleriyle sınırlı bulunmakta, hal böyle olunca yönetiminde hep aynı kişiler görev almakta, kimilerinde tüzüğünde yazılı amaç doğrultusunda birkaç göstermelik uygulama dışında genelde çeşitli kursların verildiği dershane olma durumu öne çıkmakta, önemli bir kısmı çoğu zaman belli bir partinin adeta “arka bahçesi” gibi hareket etmekte, özel günler ve birlik olmak adına o partinin çatısı altında toplantılara katılmakta, ortak kararlar alıp uygulamakta,  günü birlik hesaplarla yerel yönetim otoritesinin “himayesine” girmeye, yandaşı olmaya çalışmaktadır...
*
Dahası, bazıları yayın organı çıkartmakta, ancak bu yayınlarında, kendi amaç ve ilkelerinin anlatılması ve buna dair konuların işlenmesinden çok, reklam yayımlamaya ağırlık vermek suretiyle ticaret yapmakta, bazıları da tersini yaparak başında bulunduğu derneği, çeşitli yöntemlerle, kendi ticari yayın organı ile iç içeymiş gibi göstererek, şahsi kazanç sağlamanın aracı olarak kullanmakta hiçbir beis görmemektedir...
*
Geniş kesimlerin katılımını engelleyen ve duyarlı semt sakinlerinin malumu olan bu olumsuzlukların bulunduğu yerde bırakın geniş kitlelerin kucaklanmasını ve Çayyolu’nun sorunlarına gerçek manada sahip çıkılıp kalıcı çözümler sağlanarak mevziler kazanılmasını, o derneğin kendi amaçlarını bile gerçekleştirmesi mümkün olmamaktadır...
*
Oysa gerçek bir kitle örgütü olmak için yapılması gereken çok açıktır...
Daha önce de çeşitli vesileler ile ifade ettiğimiz üzere Çayyolu’nda dernek olduklarını iddia edenler, bölgedeki diğer kitle örgütlerini, daha önce başarısız olmuş, hedefsiz, daha çok siyaset ve ikbal arayışı kokan zoraki birliklere dahil etmeye çalışmak yerine, bugüne kadar ortaya koydukları elitist, jakoben anlayıştan vazgeçmeli, dünyayı Çayyolu’ndan ibaret sanma alışkanlığını bırakmalı, ülke gerçeklerini görmeli, tavır ve davranışlarını buna göre sergileyerek, tüm siyasi partilere eşit mesafede durarak kendi tüzüklerinde yazan amaçları doğrultusunda siyasi düşüncesine bakmaksızın geniş kitlelerle buluşmaya çalışmalıdır...
*
Kimse kusura bakmasın, konu Çayyolu özelinde demokratik kitle örgütüyse, “malum” da “ilamda” da budur sevgili okurlarım...

Mustafa Tuğrul Turhan







1 Şubat 2015 Pazar

Hangisi?..

Grev, işçinin, emeğinin karşılığını alamaması durumunda son çare olarak başvurduğu hak alma yöntemidir...
*
Üretimin durdurulup işverenin, ekonomik olarak zorlanarak işçilerin insan gibi yaşamaları için gerekli olan ücret artışına razı edilmesidir...
*
Kuşkusuz işçinin hakkını alması için greve hiç başvurulmadan uzlaşma sağlanması ve çalışma hayatının her iki tarafının da ortak bir noktada buluşması ideal olandır; ancak bu, her zaman mümkün olamamakta ve grev kaçınılmaz olmaktadır...
*
Grev bir haktır ve “güya” bizde de demokrasi ile yönetilen birçok ülkede olduğu gibi yasalarla güvence altına alınmıştır...
*
Güya böyledir; çünkü o yasalarda bir taraftan greve yer verilirken diğer taraftan da Bakanlar Kuruluna grev erteleme yetkisi tanınmaktadır...
*
Nitekim daha önce birçok grevin ertelenmesinde olduğu gibi bu yetki, AKP hükümeti tarafından bir kez daha kullanılarak, metal işçilerinin grevini “milli güvenliği bozucu” olduğu gerekçesiyle 60 gün ertelenmiştir...
*
Bu ilk ertelemedir, kuvvetle muhtemeldir ki, süre dolduğunda bir daha bir daha ertelenecektir...
*
E peki, o zaman işçilerin grev hakları olduğundan söz etmek mümkün müdür?
*
Elbette değildir; söz edilmesi mümkün olan bir şey varsa o da, yasalarda grev hakkının “varmış” gibi gösterilmesidir...
*
Bu haliyle işçilerin “sözde” grev hakkının, memurlara verilen grevsiz sendikalaşma “hakkından” hiçbir farkı yoktur...
*
Memur sendikaları nasıl, hükümetle masaya oturup anlaşamadığında, hükümetin atadığı “hakem” adındaki başka memurların belirlediği maaş zammını kabul etmek zorunda kalmaktaysa, işçiler de hükümetçe grevleri ertelenerek, toplu sözleşmelerinin süresi bitmiş olmasına rağmen işverene eski ücretten hizmet etmek zorunda bırakılmakta, şayet işten atılmazlarsa, ertelene ertelene yılan hikayesine döndürülen grevle netice alamayıp sonunda üç kuruş zamma imza atmaya mecbur edilmektedir...
*
Bunun adı da sendika ve grev hakkı olmaktadır...
*
Öyleyse sormak gerekir; bizim yasalarda yer alan “grev ve sendika” bu haliyle bir hak mıdır, yoksa hükümetlerin aslında kimden yana olduğunu gösteren bir ayna mı?
*
Evet, hangisidir?..

Mustafa Tuğrul Turhan