25 Mayıs 2017 Perşembe



HACIYATMAZ...

Bilirsiniz, üstleri hokkabaz şeklinde olup, yuvarlak tabanında bulunan ağırlık nedeniyle, yere nasıl bırakılırsa bırakılsın hep dik durumda kalan bir oyuncak vardır...

Hiçbir zaman yana yatmadığı için “hacıyatmaz” denilir ona...

Ne yaparsan yap dik durur, sen yatır o yeniden kalkar...

Peki, sadece oyuncak hacıyatmazlar mı her zaman dik durur?

Hayır, sade oyuncakların değil, insanların da hacıyatmazı vardır...

Onların da aslında üstleri hokkabaz şeklinde ve biçimleri yuvarlaktır, ama fark edilmez çoğu zaman bu şekilleri, çünkü değişik görünmenin ustalarıdır onlar...

Hiç yatmayan hacıyatmaz gibi, onlar da her zaman, her dönemde işlerini yürütürler...

İşini bilen adam denildiği de, uyanık adam denildiği de, o parmağında on marifet var denildiği de olur böylelerine...

Bürokratsa, kim iktidardaysa derhal onlardan olur, yerini korur, hatta daha da yükselir...

Emekli olduysa, bir kaç istisna dışında genellikle daha önce işlerini takip ettiği bir büyük şirkete kapağı atar, bir yandan emekli maaşı bir yandan da şirket maaşı alarak gelirine gelir katar, ya da kendi şirketini kurup keyfine bakar...

İş adamıysa keza aynı şekilde kim iktidardaysa onlara yanaşıp ballı ihaleler alır, krediler bulur, büyür de büyür...

Esnafsa, belediye kimin elindeyse onlardan olur, dükkanını kış bahçesi filan altında yeni alanlar ekleyerek genişletir, kaldırımları işgal eder...

Gazeteciyse, iktidardan düşeni eleştirir, iktidara gelene methiyeler düzer, en iyi köşeyi kapar...

Toplumda itibar eder bunlara, analar babalar çocuklarına idol olarak gösterir onları, “bak filan amcan, işini bildi nerelere geldi, ne kadar malı mülkü oldu, sakın siyasete miyasete heves etme,  kim ne derse aldırma, başını salla sen ” diye nasihat eder...

Hacıyatmazdır onlar...

Her devrin adamı yani...

Onlar her devrin adamı olur, her devir de onları bağrına basar...

Al gülüm ver gülüm ilişkisidir bu...

Yüz karasıdır aslında, ama bizim ülkede makbul olan budur; hacıyatmaz olmaktır...

Bakın etrafınıza, kaç tane var bu hacıyatmazlardan?...

Çok mu?..

Memleket neden bu halde diye düşünüp durmayın o zaman...

                                                               --0--



21 Mayıs 2017 Pazar


 SEKS, SİYASET ve GERÇEK SUÇLU...

Bu Pazar günü, okuduğum bir habere takıldım yine, bu haberin linkine aşağıda paylaşacağım ve bu haberden alıntılar da yapacağım; ama önce, haberi neden önemsediğimi ve bir yazı konusu yaptığımı anlatabilmem için, içinde yaşadığımız toplumun sosyolojik bir analizini yapmaya çalışmalıyım...
Umarım kafamdaki düşünceyi tam olarak anlatabilirim; böyle diyorum, zira bazen maksat başka iken başka türlü anlaşılmak da söz konusu olabiliyor...
*
Eğri oturup doğru konuşalım...

Son yıllarda memleketin gidişatından memnun olmayan muhalif kesimde bulunanların büyük çoğunluğu, AKP iktidarının laik Cumhuriyet değerlerini ortadan kaldırarak, ülkeyi bir İslam toplumu yapmaya çalıştığından yakınıyor...
Kim ne derse desin işin özü bu...

Günlük hayat, giderek daha çok bu kamplaşma etrafında şekilleniyor...

Geçenlerde Sn. Cumhurbaşkanının da bir konferansta ifade ettiği üzere, artık herkes birbirinin giyim tarzından, bıyık şeklinden, sakalından, ayakkabısından, şunundan bunundan hangi siyasi kampa yakın olduğunu hemen anlıyor; ha istisnalar yok mu, var, ama kaideyi bozmuyor...

Bu kamplaşmada yerini alanların, olaylara ve dünyaya bakışı ve değerlendirmesi de çok farklı...
Bunun nedeninin sadece siyaset olduğunu düşünmekse en büyük yanlış...

Çünkü aslında temelde yatan, kültürel farklılık ve bunun getirdiği sosyal kutuplaşma...
Bu tablo, siyasi söylemler ve kamplaşmayla körüklenince de toplumsal bir tehlike halini alıyor; kamplaşma kutuplaşmaya dönüşüyor ve hemen her şey, ifrat tefrit noktasına geliyor...

Bir tarafta başını örten, camiye giden, mutaassıp, giyinen, toplumsal manevi değerlere daha fazla bağlı olan ve kamplaşmanın etkisiyle her geçen gün daha bağnazlaşarak, kendisi gibi olmayanları dışlayan, diğer tarafta, daha geniş yaşayan, toplumsal değerlerin önüne kendi değerlerini koyan, AVM koridorlarında öpüşmeyi, açık saçık giyinmeyi modernlik zanneden, etrafı umursamayan ve bu kamplaşmanın da etkisiyle giderek iyice yozlaşıp kendisi gibi olamayanları geri kafalı gören insanlar...
*
Hangisi doğru? İkisi de değil elbette, bir ortası olmalı, bir denge kurulmalı aslında...

Bunun için, her iki kampta yer alanlar aşırılıklarını törpülemeli, neyin ifrat neyin tefrit olduğunu idrak etmeli ve kamplaşmayı tetikleyecek ve artıracak davranışlardan kaçınmalı...
Ve insanlar üzerinde büyük etkisi olan medya da bu noktada ciddi bir sorumluluk bilinciyle hareket etmeli...
*
İşte bu yazıyı yazmama neden olan haber, tam da medyanın bu manada ne kadar bilinçli olduğunun bir göstergesi...

Oldukça çok izlenen mynet.com haber sitesinde yer alan söz konusu haber, tüm dünyada olduğu gibi bizde de fazlaca ilgi çeken “seks meselesiyle” ilgili...
Aslından tecavüzlerin, tacizlerin bolca yaşandığı, çarpık ve ensest ilişkilerin zirve yaptığı bir toplumda, cinsel ilişkinin sağlıklı bir zemine oturması için uğraş verilmesi gerekirken, bu haberde tam tersi yapılarak, “sanal sekse” övgüler diziliyor...

Daha dün, Instagramın gençlerin ve toplumun ruh sağlığını olumsuz etkilediği bir araştırma neticesinde ortaya konulduğu haber yapılmışken, bugün bu tür sosyal iletişlim ağları üzerinden seks yapılması meşrulaştırılmaya, özendirilmeye çalışılıyor...
O haberin dikkat çeken özendirici, yönlendirici ve “öğretici” başlığı şöyle:

 “Seksler de Artık Dijital: Tüm Gençliği Kasıp Kavuran Sexting Hakkında Bilmeniz Gerekenler”
Sonra ne olduğu şöyle açıklanıyor:

“Sexting kelimesi, İngilizce “sex” ve “texting” kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. “Cinsellik barındıran, cinsel amaçla yapılan mesajlaşma” şeklinde çevrilebilir. Bu kelime artık o kadar hayatımızda ki, Oxford Dictionary tarafından 2016 yılında resmi olarak yayınlandı.
Sexting’in tarihi aslında sandığınızdan çok daha eski. İletişimin başladığı ilk günden beri sexting de var. Binlerce yıllık aşk mektuplarının içinde ne kadar tutkulu ve arzulu ifadeler geçtiğini biliyoruz. Yani sexting diyip geçmeyin, bu işin altında bir tarih yatıyor.

Sexting’in günümüzde yükselişi ise lise öğrencilerinin önderliğinde oldu. Birbirine çıplak fotoğraflar ve erotik mesajlar atan “ergenler” bütün dünyayı kasıp kavuran bir akıma öncülük etmiş oldu. “Liseliler bilmez” derken, liseliler öğretti…
Sexting çok tutkulu ve doyurucu sekslerin başlangıcı da olabilir. Normalde söylemeye cesaret edemeyeceğiniz şeyleri söyleyebildiğiniz, içinizdeki kirli düşünceleri, fantezilerinizi, karanlığınızı karşı cinse anlatabildiğiniz güvenli ve libidolu bir iletişim yolunun adı sexting.

Sexting de fotoğraf, video ve ses kayıtları da önemli olsa da en önemlisi yaratıcılık. Karşınızdaki insanın hayal gücünü coşturmak, o yükselirken onunla beraber yükselmek temel amaç. Sexting, seksi basit ve hayvansı bir birleşme olmaktan çıkarıp ona hikaye ve tutku katan, zevkini defalarca katlayan bir katalizör aslında.”
Ve sonrasında akıl verilerek, bu seksin daha iyi yapılmasının yolları da şöyle anlatılıyor:

“O nedenle fotoğraf ve videolardansa yazdıklarınızla karşı cinsi etkilemeye çalışın. Gönderdiğiniz fotoğraflarda da üzerine düşünülmemiş çıplaklıktansa daha merak uyandırıcı, hayal gücünü besleyecek fotoğrafları tercih edin.
Sexting de ses kayıtlarının gücü de azımsanamaz. Konuşmanın doruk noktalara ulaştığı anlarda, içinizde tutamadığınız sesleri karşı tarafla paylaşmak oldukça cesaretlendirici olabilir.

Siz de sexting’de size gönderilen mesaj, görüntü ve videoları kaydetmeyin, silin. Sexting dalında güzel, o an yapın ve bitirin. Arşivcilik, istifçilik hem sizin hem de karşı tarafın başını belaya sokabilir. Yaşasın sexting, kahrolsun arşivcilik.”
*
Haber bu, İyi mi?.

Şimdi başa dönelim...

Bu haberi okuyanlardan yukarıda söylediğim kamplara dahil olanların değerlendirmelerinin nasıl olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek; muhafazakar olduğunu söyleyen kesim büyük ölçüde rahatsızlık duyacak, modern olduğunu söyleyen kesim gayet normal karşılayacak...
Hatta o modern kesim böyle bir konuyu bu kadar uzun yazarak ele almamı ve dolayısıyla beni de yadırgayacak...

Olsun...
Benim baştan beri işaret etmek istediğim de bu “farklılık” zaten...

İçinde bulunduğumuz kamplaşmayı, işte bu haberde yapıldığı gibi, toplumsal değerlerle çatışan işlerin bu topluma “olağan işlermiş”, “olması gereken işlermiş gibi sunulmasının ve bir kesimin de bu saçmalıkları modernlikmiş gibi savunmasının yarattığını söylemeye çalışıyorum...
*
Sanırım çok net belli oldu aslında, ama açıkça söylememi isterseniz eğer, bu haber ve bu gibi zırvalıklar karşısında benim durduğum yer, kimilerinin muhafazakar diye küçümsediği insanların yanıdır...
*
Ortaya soruyorum, uzmanlarının da normal olduğunu söylemeyeceği “bir seks modelini” meşrulaştırmaya, özendirmeye, tercih edilmesini sağlamaya çalışmak nedir Allah aşkına...

Sağlıklı bir toplum yaratılmasının gençleri ve tün insanları, internet başında zaman geçirmekten uzaklaştırılmasından geçtiği çok açıkken, seksin bile internet üzerinden yapılmasını dürtmenin anlamı nedir?...
*
Kimse kalkıp da ya amma büyütmüşsün meseleyi, altı üstü magazin demesin sakın, bu sadece bir örnek; bizi kamplara bölen bunun gibi o kadar çok “farklı bakış” meselesi var ki hayatımızda...

Ama biz suçluyu, aslında bu farklılıkların ortaya çıkarttığı “siyaset” zannediyoruz...
Biraz düşünelim bakalım, belki gerçek suçluları bulabiliriz...

                                                                 --0--

https://www.mynet.com/seksler-de-artik-dijital-tum-gencligi-kasip-kavuran-sexting-hakkinda-bilmeniz-gerekenler-1205149-mykadin


20 Mayıs 2017 Cumartesi


Instagram ve İnsanlık...

Bugün Hürriyet’te yer alan bir haberin manşetinde, “Ruh sağlığına en zararlısı Instagrammış” deniliyor...

Haberin içeriğindeyse, İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre, Instagram’ın gençlerin ruh sağlığını en fazla bozan sosyal medya uygulamasının Instagram olduğu, Instagram’ın gençlerin kendi bedenlerine bakışını olumsuz etkilediği ve uykusuz bıraktığı, bunun nedeninin de uygulamanın çok fazla görsellik üzerine olduğu söyleniyor, anksiyete ve yetersizlik hislerini tetiklediğine dikkat çekiliyor...

Haber beni hiç şaşırtmadı...

Çünkü çok seyrek girdiğim Instagram hakkında bu kanaate varmak için aslında uzun uzadıya bir araştırma yapmaya gerek olmadığını, orta halli bir gözlemci olmanın yeterli olduğunu düşünüyorum...

Peki, mesele sadece gençler mi? Hayır, Instagram’a giren her yaştan herkes için geçerli aslında bu tespitler...

Geçen günlerde “ekşi sözlükten”yaptığım bir paylaşımda da, belirtildiği üzere, tamamen görsellik üzerine inşa edilen bu sosyal medyada çok büyük çoğunluk, adeta yaptığı her şeyi, başkalarına çekici, üstün, beğenilebilir gözükmek için paylaşır durumda...

Süslenip püslenip çekilen vesikalık fotoğraf tarzındaki selfieler, yüzlerce kez eleştirilip görgüsüzlük olduğu söylenmesine rağmen, adeta erkeğin beyaz çorap giymesi misali gözlere sokulan yemek sofrası fotoğrafları ve daha neler neler...

İnsanlar neredeyse doğal bir şekilde kendileri için değil, başkalarına en iyi ve güzel yönlerini göstermek için yaşıyor...

“Gezilen bir yer, gidilen bir mekan, okunan bir kitap, izlenen bir film, sevgiliyle geçirilen özel bir an, yoğun geçen bir ders vs. ne olursa olsun” başkalarına gösterilmez, sosyal çevrelerine yansıttıkları imaja bir katkı yapmaz, önemli sayıda “like” almazsa, boşa yapılmış sayılıyor...

Hayatlar, herkesle müşterek yaşanıyor adeta...

Nedir bu herkesin birbirinin günlük yaşamını fotoğraflarını takip etme merakının psikolojisi?..

“Biri bizi gözetliyor” programlarından farklı mı?..

Hiç sanmıyorum...

Özeti; başkalarına güzel görünmek, öne çıkmak ve başkalarının hayatına merak duymak...

Bakın Instagram’a kaç kişi doğa fotoğrafları, sanatsal fotoğraflar paylaşıyor?..

Yok denecek kadar az ve tabi, “like” ları da çok düşük...

Mesele görsellik temelinde olunca, herkesin, özellikle de bazı kadınların kendilerini gösterme ve amiyane tabirle “pazarlama” aracı olarak Instagram’ı kullanmaları da bir başka sonuç oluyor...

Bakın Instagram’ın ana sayfasına, yüz fotoğraftan abartısız altmış-yetmişi, pür makyajlı, dekolteli, taytlı ve mini etekli, eskort sitelerini andıran garip paylaşımlar...

Ama bu konuda cinsiyet ayrımcılığı yapmak doğru olmaz, bu konuda kadınlarla yarışan, dar ve kısa pantolon paçasından, düğmelerini göbeğine kadar açtığı gömleğinden kıllarını gösteren erkeklerin sayısı da oldukça fazla...

Ama kimse kusura bakmasın, bir gerçek var ki, görsellik meselesi en çok kadınların hoşuna gidiyor...

Bu kanıya varmamın nedeni, hem erkek hem de bayan kuaförü olan bir arkadaşımızın kuaföre gelen müşterilerini gösteren paylaşımları...

Hem erkek, hem de kadın kuaförü, ama saçını kestirdikten sonra kuaföre poz veren bir tek erkek fotoğrafı yok paylaşımlarında; lakin saçları yapılırken olsun, yapıldıktan sonra olsun sağa sola dönerek pozlar vermeye çalışan kadınların onlarca fotoğrafını, videolarını görmek sıradan iş...

O fotoğraf ve videolardaki yüz ifadelerine hayret etmemek de mümkün değil, bütün kadınlar, saçları yapıldıktan sonra mutluluktan uçuyor adeta...

Nedir bu kadınların ruh hali?...

Çok garip değil mi?...

Instagramı programını yapanlar sanırım bu psikolojiyi çok iyi analiz etmiş...

Ve insanın en büyük zaaf noktasını bulmuş; görünmek, öne çıkmak ve başkasını merak etmek...

Ama aslında insan olmak, bütün bu zaaflardan kurtulmak, tevazu içinde olmak, ayıpları, kusurları örtmek, başkalarının yaşamına saygılı olmak demek...

Kim bilir, belki bir gün bunu hepimize yeniden öğretecek bir program da yapılır da “insanlık” kurtulur...
                                                                --0--

 

 

13 Mayıs 2017 Cumartesi



 
MASON TEZGAHI VE SONU...


Benimle çalışan arkadaşlarım, iş yaşamımda disiplinden taviz vermediğimi, siyasal düşünceleri ve özel yaşamları ne olursa olsun, görevlerini objektif, düzenli ve eksiksiz yerine getirmelerini istediğimi çok iyi bilirler.

Her zaman bu ilkelerle hareket ettim ve çalışma düzenini bilinçli olarak bozup iş yapmadan maaşını almaya çalışanlarla kim olduklarına, arkalarında hangi gücün bulunduğuna aldırmadan sonuna kadar mücadele ettim.

Başkanımız İbrahim ağabeyin vefat etmesi üzerine Bakanlık Teftiş Kurulu Başkanlığına vekaleten atandığımda bile, bu ilkeleri uygulamamın, asalak müfettişlerle aramı açacağını, benim asaleten atanmama karşı güç birliği oluşturacaklarını bilmeme rağmen, bu mücadeleden asla taviz vermedim.

Ben den daha kıdemli olan, ancak yılda bir soruşturma bile yapmadan sabah gelip öğle yemeğini yedikten sonra çekip giden Kadir B., bu asalak müfettişlerin en pervasızıydı. Benim Başkan vekili olarak atanmamadan sonra, bunu hazmedememiş ve sanki başkanlık kendisinin hakkı imiş de elinden almışım gibi davranarak, tamamen iş yapmaz, mesaiye gelmez olmuştu. Hem çalışmıyor, hem başkan olmak istiyor, hem de yıl olarak ondan daha az çalışmış olmakla birlikte ürettiğim iş olarak çok çok önünde olduğuma bakmaksızın benim asaleten başkan olarak atanmamı engellemeye çalışıyordu.

Deniz Baykal’ın mutemet adamlarından Mustafa Özyürek’in Petrol Ofisi Genel Müdürlüğü döneminde bu kurumda müfettişlik yaptığı, sonra Deniz Baykal’ın kısa süren Enerji Bakanlığı sırasında naklen bakanlık müfettişliğine geçtiği için, CHP’li ve Baykal’ın adamı rollerine geziyor, bu imajı yaratarak, etrafına, bir gün CHP iktidar olursa önemli işler yapacakmış görüntüsü verdiği için de kimse ona bulaşmak istemiyor, o da iş yapmadan yarım mesai ile maaşını alıp geziyordu.

Bense, başkan vekili olduktan sonra bütün raporlarla tek başıma ilgilenmek ve bakana sunmak zorunda kaldığım için işlerden başımı kaldıramıyordum. Zaman, zaman asaleten atanma kararnamemin Cumhurbaşkanına gönderildiği söylentileri çıkıyor, sonra bu haberlerin doğru olmadığı anlaşılıyordu. Kısacası, kendi geleceğimle ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Her şey muammaydı. Ama ben var gücümle çalışmaya devam ediyordum.
***
Personel Dairesi Başkanımız Nevin Sincil hanımın eşi Maden Tektik Arama Genel Müdürlüğünde çalışan Ümit abi, aramızda yaş farkı olmasına karşılık iyi arkadaşımdı. Aynı camianın insanı olarak, bir yerlerde tanışmış ve birbirimizi sevmiştik. Zaman, zaman görüşür dertleşirdik. Bir gün ziyaretime gelmek istediğini söylemiş ve gelince de önemli bir bilgi vermişti. Belli ki, sırf bunun için gelmişti. Söylediğine göre, benim atama kararnamem bakan tarafından gönderilmiş, başbakan tarafından da imzalamış ancak, Cumhurbaşkanlığınca onaylanmamıştı. Söylediğine göre, Cumhurbaşkanınca imzalanmasını engelleyen kişi de Turgut Özal’ın vefatı üzerine Cumhurbaşkanı seçilen Süleyman Demirel’in genel sekreteri Necdet Seçkinöz  kanalıyla çok kısa bir süre görev yapmış olan Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) eski genel müdürü Sedat Yıldız’dı.

Şaşırmıştım. Sedat Yıldız, Tokat’lıydı ve dolayısıyla hemşerimdi. Ama kendisinin genel müdürlüğü zamanında hiçbir ilişkimiz olmamıştı. Yani bana düşman olması, kararnamemin çıkmasını engellemesi için hiçbir mantıklı sebep olamazdı. Acaba bu bilgi doğru muydu, işin aslı neydi?.

Ümit ağabeye verdiği bilgi için teşekkür etmiş, duyduklarıma hem üzülmüş, hem de sevinmiştim. Üzülmüştüm, çünkü hak ettiğim bir yükselme engellenmişti. Sevinmiştim, çünkü en azından bakanlık makamı her şeye rağmen arkamdaydı ve beni bu göreve layık görüyordu.

Bu işin doğruluğunu araştırmayı ve gerçeği öğrenmeyi kafama koymuş, bunun için derhal Sedat Yıldız’ı arayarak görüşme talep etmiştim. Doğrudan kendisine sorup, olayı aydınlatacaktım. Emekli olduktan sonra gidip geldiği Çankaya’daki bürosuna sözleştiğimiz gün ve saatte gittiğimde, odasında yalnız değildi. Yanında iki kişi daha vardı. İlginçtir ki, bu iki kişiden birisini tanıyordum. O da TEK personeliydi ve yanılmıyorsam Sedat beyin özel kalem müdürlüğünü falan yapmıştı. Fakat kendisiyle hiçbir hukukum olmamıştı.

Oturur oturmaz hiç vakit geçirmeden konuyu açmış, kendisi ile hemşeri olduğumuzu bilmeme rağmen hiçbir ilişkimizin olmadığını, dolayısıyla kendisine bir kötülüğüm dokunmadığını, duyduklarıma bir anlam veremediğimi söylediğimde Sedat bey, olayı yalanlamadan mahcup bir tavırla, lafı gevelemeye başlamıştı ki, bizimle aynı masada oturan, o TEK personeli olduğunu bildiğim kişinin yakasındaki rozet dikkatimi çekmişti.

Rozet, küçük f harfini andırıyor, tutamak yerinin ucu eğik bir kılıç’a benziyordu. Ve ben, bu rozeti bir yerden hatırlıyordum. Ama nereden, hızla bunu düşünürken rozete bir kez daha baktığımda nereden hatırladığımı bulmuştum. Evet, yanılmıyordum, bu rozetin aynısı bizim Kadir B’nin yakasında da takılıydı. O, bu garip rozeti soranlara, karımın adının baş harfi falan derdi. Ama bazı arkadaşlar, Kadir’in mason olduğunu ve bu rozetin de bir belli derecedeki masonların simgesi olduğunu söylerlerdi. Ki, aynı rozete DSİ genel müdürlüğünde çalışan bir arkadaşımızda da rastladığımda, bunun tesadüf olamayacağını, masonluk söylentilerinin doğru olduğunu düşünmüştüm.

Evet, bu tesadüf olamazdı. Bende jeton birden düşmüştü. Herhalde bu TEK personeli de eşinin adının baş harfi olduğu için bu rozeti yakasına takmamıştı. Denmek ki, Bu da masondu ve büyük olasılıkla, kendilerinden bir üst derece mason olan Sedat bey aracılığıyla eskiden beri mason oldukları söylenen Demirel ve Necdet Seçkinöz’e ulaşıp benim kararnamemin imzalanmasını engellemişlerdi.

O dakikadan itibaren, stratejimi değiştirmiştim. Konuşmasını keserek Sedat beye, hiç kendinizi yormayın üstat, anlaşılan o ki, beni tanımasanız da şu an yanınızda oturan ve bizim Kadir Berk ile yakın ilişkilerde olduğunu bildiğim arkadaşlarınızın yanlış bilgilendirmeleri neticesinde bana engel oldunuz. Ama benim size tavsiyem, tanımadığınız insanlar hakkında, sadece size iletilen sözlerle hareket etmeyiniz. Ve etrafınızı saranların, sizinle aynı yapılanmalar içinde olanların mutlaka haklı ve her şeyi hak ettiklerini zannetmeyiniz demiş ve ayağa kalkmıştım.

Sedat bey şaşırmış, bundan sonra benim arkamda olacağını falan gevelemeye çalışmış, yanındakiler ağızlarını bile açamamıştı.

Bürodan çıktığımda çok ama çok rahatlamıştım. Arkadan çevrilmeye çalışılan entrikaları çözüp birilerinin dersini vermiş olmak, herkese olduğu gibi bana da iyi gelmişti...
***
Evet, Kadir ve yanındaki bir iki asalak müfettişin entrikalarıyla cebelleşmekten iş yapamaz olmuştum. Vekalet sürem uzadıkça, bu ayak oyunları daha da yoğunlaşmıştı. Kadir ve şürekası tamamen iş yapmaz olmuş, gerek sözlü, gerekse yazılı ikazlarıma pişkinlik içerisinde arsız cevaplar ve tepkiler vermeyi sıradan bir iş haline getirmişti. Ama artık canıma tak dediği için ben de gereken şekilde, daha doğru bir ifadeyle hak ettikleri biçimde davranmayı karar vermiş ve bütün sonuçlarına katlanmayı da göze almıştım.

Sonuçta, her şeyi sineye çekmek benim karakterime tersti. Eğer sonunda başkan olmak için bana tamamen aykırı gelen davranışlara daha fazla tahammül edecek olursam, başkan olsam bile kendimi affedemezdim. Kişisel sürtüşme içindeymişim, beli müfettişleri hedef almışım gibi bir görüntü vermemek adına, çalışma ortamı ile ilgili her hususu yazılı olarak duyurup başkanlık talimatları halinde yayınlamaya başlamıştım. Artık bundan sonra bu talimatlara uymayacak olanlara hak ettikleri gibi davranmak meşru olacaktı.

Yayınladığım başkanlık talimatlarından birisi, uhdelerine verilmiş olan inceleme ve soruşturmaları, başkanlığımızca öngörülen süre içinde veya süresinde bitirilemeyen işler için gerekçesi belirtilerek ek süre talep etmeleri üzerine başkanlığımızca kabul edilen bu ek sürelerin sonunda bitirip raporunu başkanlığımıza teslim etmeyen müfettişlerin yıllık izin taleplerinin rapor sunulmadan uygun görülmeyeceğine aitti.

Bu çok normal bir talimattı. Uhdelerine verilen inceleme ve soruşturmaları mübalağasız iki, üç yıl gibi uzun süreler içinde  bitirmeyen Kadir ve Savaş gibi müfettişler yüzünden, büro elemanlarıma geriye doğru 10 yılı kapsayan bir çalışma yaptırmış ve ihale konuları v.s gibi kapsamlı soruşturmaların dahi eski üstatlarımızca ortalama üç aylık sürelerde tamamlandığı tespit etmem üzerine, müfettişlere iş verilirken başkanlığımca o işin içeriğine göre bir tahmini süre belirlenmesi cihetine gitmiş, bu sürede işin tamamlanamaması durumunda, o güne kadar yapılan çalışmalar ve gerekçeleri belirtilerek ek süre talebinde bulunulması, bu talebe başkanlıkça onay verilirse bu ek sürenin kullanılarak işin bitirilmesi şeklinde bir uygulamaya gitmiştim.

Hiç kuşkusuz bu uygulama asalak geçinen ve iş üretmemeyi şiar edinmiş olan müfettişlerin hoşuna gitmemişti. Ama başkan olarak benim derdim, işleri zamanında bitirmek ve bakanlık makamından söz işitmeden normal çalışma düzenimizi yürütebilmekti.

Bu talimatı çok önemsediğimi ve uygulamada kararlı olduğumu her fırsatta ifade etmeme rağmen, Kadir iş yapmamayı sürdürmüş, verilen sürelere uymadığı gibi, ek süre talebinde filan da bulunmayarak, başkanlığımı sabote etmeyi sürdürmüştü. Aslında kendisine yakışanı yapıyordu.
***
Uzun zaman önce kendisine verilen soruşturmayı bitirmediği ve raporunu vermediği gibi ek süre falan da talep etmediği halde, yaz mevsiminin başlangıcında bir gün mesai bitimine doğru büro müdürünce önüme getirilen dilekçesinde, “falan günden itibaren 20 gün izin kullanacağım. Bilginize sunulur.” demekteydi.

Yani adam izin bile istemiyor, sadece haber verip gidiyordu. Birden tepem atmıştı. Hemen büro müdürünü çağırıp Kadir beye yanıma gelmesini söylemesini istemiştim. Ama nafile, Kadir çoktan bakanlıktan ayrılmıştı. Zaten benimkisi de saflıktı. Hiç Kadir bu saatlerde bakanlıkta olur muydu? Mesai denilen kavram bizler için geçerliydi. O ayrıcalıklı memurdu. Hep böyle davranmış, herkesi alıştırmıştı. Şimdi de böyle davranmak istiyordu. Ben ise adamın oyununu bozuyordum. Sonra ben kim oluyordum? Adam benden önceki başkanları takmamış da beni mi takacaktı.

Öğle 12:00 de çantasını toplayıp, Kızılay servisi ile doğruca İdareciler derneğinde toplanan oyun karesine yetişmeye gittiğini herkes gibi ben de bildiğimden, yine oraya gitmiş olması olasılığını kuvvetle muhtemel görmüş ve sekretere derneği aratmıştım. Telefona çıkan bir dernek görevlisi orada olmadığını söylenmişti. Ne kadar doğruydu bilmek elbette mümkün değildi.

Bana göre, bu davranışı artık bardağı taşıran son damla olmuştu. Mutlaka, ama mutlaka anlayacağı dilden ve resmi yoldan ne gerekiyorsa onu yapacaktım. Aksi takdirde, bundan sonra başkanlık koltuğunda içim rahat olarak oturmayacaktım.

Bunun için ilk iş olarak derhal, başkanlığa gönderdiği yazının bir izin talep dilekçesi olmadığını, kaldı ki, uhdesindeki iş, hala rapor olarak tamamlanmadığından, başkanlığımca yayınlanmış talimatlar gereğince kendisine yıllık izin verilmesinin söz konusu olamayacağını, bu nedenle derhal görevi başına dönmemesi durumunda hakkında gereken disiplin cezasının verileceğini, gelmediği günlerin yasada yazan süreyi geçmesi halinde müstafi, yani memuriyetten istifa etmiş sayılacağını belirten bir yazı yazdım ve büro müdürü Murat bey ile ev adresine gönderdim.

Bir, iki saat sonra müdür geri gelmiş ve evde kimsenin olmadığını söylemişti. İnanmıştım. Çünkü o günlerde büro müdürüne güveniyordum, ama yıllar sonra yaşayacağım bazı gelişmelerden sonra o güne ilişkin olarak, adreste bulmuş olduğu halde Kadir’in ricasıyla, tebliğatı yapmadan gelmiş olabileceğini düşünecektim.

Bunu üzerine, uzun süredir çalışma usullerine uymamayı alışkanlık haline getirdiği ve talimatlara aykırı olarak emrivaki ile izine çıktığı için, kınama cezası ile cezalandırmak için savunmasını talep eden bir yazı daha hazırladım ve her ikisini birden adresine tebligat yasasına göre ikametgah adresine gönderdim. Bu yasa uyarınca, evde olmasa dahi, kapısına bırakılan bir bildirim yazısına göre kendisine tebligat yapılmış sayılmakta olduğu için birkaç gün sonra her iki yazı da kendisine tebliğ edilmiş sayılacaktı. Aslında bu yaptığım, işin resmi boyutunu oluşturuyordu. Yoksa Kadir’in, tüm bu olup bitenden haberdar olmaması düşünülemezdi. Savaş kardeşinden, bürodaki bazı memurlardan ve diğer bazı müfettişlerden neler olup bittiğini öğrenmesi pek ala mümkündü.
***
Birkaç gün hiçbir gelişme olmamıştı, Başmüfettiş Kadir ortalarda yoktu. Ben de başka bir şey yapamamıştım. Beklemekten başka çarem yoktu. Hafta tatilinden sonra Pazartesi günü bakanlık makamına indiğimde, bakanın odacılardan Şemsettin, bir sır verir gibi kulağıma eğilerek, Pazar günü Kadir’in geldiğini ve müsteşarla görüştüğünü söylediğinde, çok şaşırmıştım.

Şemsettin beni sevdiği ve başkanlık için heyette çekişme yaşandığını bildiği için, bir terslik olursa haberim olsun diye bunu yapmıştı. Yoksa son olayları elbette bilmiyordu. Nitekim o gün öğle saatlerinde müsteşar Ahmet hoca beni çağırdığında, bunun ne için olduğunu tahmin etmiştim. Beni Şemsettin’in anlattığı konu için çağırıyor olmalıydı. Evet, yanılmamıştım. Kadir, bir arkadaşını araya koymuş, gelmiş müsteşarla görüşmüş ve olayı tamamen saptırarak kendi yönünden anlatmıştı.

Müsteşar Ahmet hoca, konuyu açıp mesele nedir deyince, kendisinden bazı belgeler alıp geleceğimi ve olayı bütün ayrıntılarıyla ortaya koyacağımı söyleyerek müsaade isteyip derhal odama çıktım ve Kadir’e defalarca yazdığım ikaz yazlılarını, işlerin ne şekilde yürütülüp bitirileceğine ilişkin genel talimatlarımı, Kadir’e en son işi hangi tarihte verdiğimi gösteren yazıyı ve adamın emrivakiyle izne çıktığı yazısını alıp geri hocanın yanına döndüm.

Birkaç dakika içinde olayı bütün çıplaklığıyla ortaya koyup, bütün talimatlara karşılık uhdesindeki işi uzun süredir bitirmediği gibi, izin istemeyen, izine ayrıldığını haber veren yazısını gösterdiğimde, müsteşar durumu anlamıştı. Kadir’in pişkinliğine şaşırmış ve tamam kardeşim ne gerekiyorsa yap sen bilirsin demişti.

Zaten öyle yapacaktım. Kadir’in oyunu böylece geri tepmişti. O arkadaşı kimse, araya sokup da müsteşarı bana karşı dolduracağını ve beni gözden düşürüp hırçın, çatışmacı bir adam olarak gösterip sonumu hazırlayacağını düşünmüş, fakat yaptıklarının belgeleri mahiyetinde olan yazışmalar ortaya dökülünce oyun bozulmuştu.

Bu ve bunu gibi olaylar bana, devlette, her şeyin kayıt altına alınmasının, özellikle de sorumluluk doğurabilecek meselelerde sözlerin unutulacağı, çarpıtılacağı, belge olarak sunulamayacağı dikkate alınarak her şeyin yazılı yapılmasının son derece önemli bir ilke olduğunu öğretti.

Kadir, usul ve esaslara aykırı davranışlar yaptıkça hep sözlü ikazlarda bulunup, bunları bir zaman sonra yazıya dökmemiş olsaydım bu gelişmeler karşısında bu kadar kararlı ve güçlü olamayacaktım. O halde, gereken ne ise onu yapmaya devam etmek en doğru yaklaşım olacaktı.

Nitekim bu arada, savunma için verilen sürede yazılı olarak savunma göndermediği için Kadir’e kınama cezasını vermiştim bile… Artık dönüş yoktu. Herkes layık olduğu muameleyi görmeliydi.
***
Aradan birkaç dün daha geçmiş Kadir hala göreve başlamamıştı. Ama müsteşarı ziyareti her şeyden haberi olduğunu göstermekteydi. Göreve gelmediği günlerin sayısı yasada belirtilen sınıra ulaşıp da adam hala ortalarda görünmeyince bu kez, bu fiiline uygun düşen, Aylıktan Kesme cezası ile cezalandırmak için bir savunma yazısı hazırlayarak adresine gönderdim.

Savunma süresi içinde tutarlı bir mazeret ve savunma yapmasının mümkün olmadığını adım gibi bilmeme rağmen, yasa gereği bekleyecek sonra cezasını verecektim. Aynı yasaya göre, bu cezayı alan birisinin Daire Başkanlığı dahil daha üst görevlere getirilmesi mümkün değildi. Yani Kadir, kendi kendisinin yolunu tıkamıştı. Hırsı, aklını aşmış, kendi sonunu hazırlamıştı. Artık başkanlık hesapları yapmasının imkanı olmayacaktı.

Geç de olsa bunun farkına varmış ve müsteşardan da beklediği desteği bulamayacağını anlamış olmalı ki, savunma verme süresi bitmeden, bakanlık personel dairesine verdiği bir dilekçe ile emekliliğini talep etmişti.

Ne demeli, su testisi su yolunda kırılmıştı. Ama ben yine yukarıda sözünü ettiğim prensipten hareketle, kendisi her ne kadar emekli olmuşsa da aslında şu cezayı hak etmiş idi, dosyasında bulunmasında fayda görülmektedir şeklinde bir yazıyı, personel dairesine gönderdim...
***
Savaşmadan yenilgiyi kabul etmemeyi çocukluğumda, gençliğimde verdiğim mücadelelerden öğrenmiştim; bu yaşananlar sadece onlardan birisiydi.

Sonunda, yıllardır hiçbir başkanın üstüne gitmeye cesaret edemediği, kendisini siyasi çevresi ve dostları olan güçlü birisi olarak göstermiş ve herkesi sindirmeyi başarmış bir asalak böylece temizlenmişti...
                                                                    --0--

 

 

 

11 Mayıs 2017 Perşembe


ABD ve MÜTTEFİKLİK...

Ülkeyi emperyalizmin fiili işgalinden kurtarıp Cumhuriyeti ilan ettikten sonra da sınırlarını belirlemişsin, köprülerin altından çok sular akmış, herkes elindeki avucundakine rıza göstermiş, kavgasız, savaşsız yaşayıp gidelim istiyor...
Hal böyleyken, mevcut sınırların dışında kalmış bölgeler için, “efendim Misak-ı Millide bizimdi, Osmanlı zamanında bizimdi” diyerek hak iddia etmek, sahiplenmeye çalışmak, oralarda emperyalistlerce çıkarılan kargaşa ve savaşlara, emperyalistlerin yanında müdahil olmaya kalkmak doğrudan savaşa teşne olmak demektir...

Zira büyük devletlerle, başka bir deyişle emperyalistlerle ilişki kurmak, ayıyla yatağa girmek gibidir; sonunun ne olacağını asla bilemezsiniz...
Bir defa bunun tespit ve kabul edilmesi gerekir...
*
Güney sınırımızda YPG var, ötesinde DEAŞ bulunuyor, yok şurada bu yerleşmiş filan meseleleri bundan sonra gelir...

Hiç kuşku yok ki, her ülke sınırdaş olduğu ülkelerin kendisi için tehdit oluşturmamasını, sakin, huzurlu ve iyi bir komşuluk ilişkisi yaşamayı ister...
Lakin bu hiçbir zaman sizin elinizde değildir, komşuda yaşanan bir gelişme sınırlarınızın ötesinde, farklı bir yapılanma ve devlet modeli ortaya çıkarabilir...

Nitekim örneklemek gerekirse, İran’da Şah Rıza Pehlevi devrilmiş ve bir İslamcı devlet ortaya çıkmış, Sovyetler Birliği dağılmış, onlarca Türki Cumhuriyet oluşmuş, Bulgaristan’da Jivkov devrilmiş, daha ılımlı bir rejim var olmuş, Yunanistan’da cuntalardan bugünkü sosyal demokrat iktidara gelinmiştir...
*
Irak ve Suriye’de yaşananlarsa herkesin malumudur...

BOP projesi kapsamında emperyalist güçlerce önce Irak’ta operasyon başlatılıp kimyasal silah bulunduğu yalanlarıyla Saddam devrilmiş, arkasından sıra Suriye’ye gelmiş, IŞİD yaratılmış, bir sürü örgüt peydahlanmış ve Esad devrilmeye çalışılmıştır...
Ne var ki, Suriye’de evdeki hesap çarşıya uymamış, Esad’ın hamisi Rusya ağırlığını koyunca, stratejiler ve taktiklerde değişiklikler yapılmış, IŞİD denilen besleme İslamcı cihatçı çete kontrolden çıkınca Kürt gruplar inisiyatif sahibi kılınmış ve hız düşürülse de adım adım BOP hedeflerine yürümeye devam edilmiştir...
*
Şimdi, uzun zamandır “müttefikiz ona göre hareket edin, bizim için terörist olan gruplarla ilişki kurmayın” diyerek “ikaz” ettiğimiz ABD, bir süre bu taleplere yuvarlak yanıtlar verdikten son YPG’ye ağır silahlar vereceğini açıkça söyleyerek, tavrını net bir şekilde ortaya koyunca da şaşırılmıştır...

Oysa bunda şaşıracak bir şey yoktur; zira BOP projesi herkesin malumudur ve ABD kendi hedefine varmak için kim işine geliyorsa onunla ittifak yapmaktadır, “müttefiklik” filan hikayedir, hedefe yürürken kimden yararlanılıyorsa esas müttefik de odur, mesele bu kadar açıktır...
*
Öyleyse bu gerçeğe şaşırmak yerine, sınırlar ötesinde “şurada bizim de hakkımız var, buralar eskiden bizimdi gibi, birlikte operasyonlar yapmaya hazırız” gibi hamaset tezleriyle ganimetten pay kapmaya uğraşmayı bırakıp, savaşa karşı bir duruş sergilenmesi ve ülke içinde barış ve huzurun sağlanması, demokratik hakların genişletilmesine çalışılması gerekir...
*
Ülke içindeki barış ve huzur sınırların güvende olmasına bağlıdır, sınırların güvende olması içinde güneyde güvenli bölge oluşturulmalıdır, bunun için YPG şuralardan püskürtülmelidir demek, emperyalist müdahalelere ortak olmaya çalışmanın ve iç siyasete gaz vermenin kılıfıdır, savaş çığırtkanlığına mazeret ve gerekçe üretmekten başka bir şey değildir...
*
Sınırlarımızın ötesinde hangi devletin kurulup kurulmayacağına biz mi karar vereceğiz?

Ne hakla?...
Sınırlarımızın ötesinde şuna izin veririz, buna vermeyiz denilmesi halinde ülkenin başının beladan kurtulması mümkün olabilir mi?

Elbette olamaz...
O halde şimdi zaman, Mustafa Kemal’in “yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün fiilen yaşama uygulanması için mücadele verme zamanıdır...

Bu da emperyalistlerin politikalarına alet olmamaktan, onların beslediği terör örgütlerinin sınırları elek haline getirmesine izin vermemekten, Kürt siyasetinin parlamento başta olmak üzere meşru zeminlerde temsilinin engellenmemesinden ve sorunların demokratik ortamlarda konuşulmasının sağlanmasından geçer...
*
Unutulmamalıdır ki en büyük müttefiklik, emperyalistler arasından tercih edilen bir emperyalist ülkeyle işbirliği yapmak değil, kendi ülkenin yurttaşlarıyla barış içinde yaşamaktır...

                                                               --0--

 

 

10 Mayıs 2017 Çarşamba


Misafirlerim Var...

Halen oturmakta olduğum 289 daireli sitede, yaklaşık 3 yıl kadar önce yönetim kurulu başkanıydım. Mayıs ayına yeni girdiğimiz güzel bir bahar gününde site yönetimine tahsis edilmiş olan büroda çalışırken, sitemizin görevlilerinden birkaçı yanıma gelip de “başkanım gözünüz aydı çocuğunuz oldu” dediklerinde şaşırarak yüzlerine baktığımda güldüklerini fark ettim. Belli ki, yine bir beklenmedik sürpriz bir iş çıkmıştı karşıma.
 
Hayırdır ne oldu yine diye sorduğumda verdikleri cevaba inanamadım; sitemizdeki bloklar arasında bulunan yapay şelalelerden benim daireme yakın olanının etrafında bulunan suni kayaların kovuklarından en büyüğünün içine bir tilkinin yavruladığını söylüyorlardı...
 
Söylediklerinin şaka olmadığını anlayınca durumu yerinde görmek için derhal tilkilerin yuvalandıkları şelaleye gittiğimizde hiçbir yaşam belirtisine rastlayamadık.
 
Sonraki günlerde evimin balkonundan gece geç saatlere kadar izlediğimde öğrendim ki, tilki bilinenden de ilginç bir hayvandı. Bütün gün gece el ayak çekilinceye kadar, saklandıkları kovuktan kafalarını bile çıkartmıyorlar, belli bir saatten sonra etrafta hareket azaldıktan sonra yuvadan önce anne tilki çıkıp çevreyi kolaçan ediyor, kendilerini güvende hissederse yavruların dışarı çıkmasını izin veriyordu. Baba tilki zaman zaman site dışına çıkıyor, muhtemelen avlanıp karnını doyuruyor, yuvanın ve yavruların başına o gelince de anne tilki avlanmak için gidiyordu. Daha birkaç günlük veya en çok birkaç haftalık olmalarına rağmen bu korkunç disipline yavru tilkilerde aynen uyuyordu.
 
Anneleri gece yuvadan çıkmalarına izin verdikten sonra dışarı çıkar çıkmaz birbirleriyle sarmaş dolaş koşup oynuyor, en ufak bir sesten tedirgin olduklarındaysa hemen konuğa doğru koşup saklanmaya çalışıyorlardı.
 
Gece sabaha kadar neler yaptıklarını izlemek için, site güvenliği için monte edilmiş olan çevre kameralarından birisini yuvayı tam olarak görecek şekilde ayarlatıp 24 saatlerini izlediğimde, bütün gün sabırla yuvanın içinde kalıp gece geç saatlere doğru dışarı çıktıklarına ve sabaha kadar kah bir gürültüden ürküp yuvaya kaçtıklarına, kah tekrar çıkıp oynadıklarına tamamen emin olmuştum.
 
Kimseye zararları yoktu, tersine onlar insanlardan ve köpeklerden korkuyorlardı. Lakin gece geç saatlerde site bahçesinde tilkilerin dolaştığını gören bazı site sakinleri bu durumdan şikayetçi olmaya başlamış, söylenti yayıldıkça şikayetler iyice artmıştı. Bazı insanlar kendilerine zarar verebileceğini yönetim olarak bir şeyler yapıp onları siteden uzaklaştırmamızı istiyordu. Bunlardan birisi de benimle birlikte görev yapmakta olan bir site yönetim kurulu üyesiydi.
 
***
Baskılar artınca, Orman Bakanlığı Yaban Hayatı Koruma Dairesini telefonla arayıp ne yapılabileceğini öğrenmek istedim. Görevli müdür, tilkilerin çiftleşme ve yavrulama dönemlerinde aile olarak yaşamalarına karşılık yavrular büyüyünce, ailenin dağıldığını, bu nedenle bir süre sonra hepsinin siteden gideceğini, ancak illa yakalanıp doğal hayata salıverilmeleri isteniyorsa, bize bir ekiple kafes gönderebileceklerini söyledi. Çaresiz kabul ettim ve kafesin gönderilmesini istedim.
 
O gün görevli müdür akşama doğru beni arayarak kafesi gönderdiğini, bizim, tilkileri kafese çekmek için içine çiğ tavuk koymamız gerektiğini, bunun için hazırlık yapmamızı söyledi. Ve bir saat kadar sonra da resmi bir araçla gelen görevlilerce kafes sitemize teslim edildi.
 
 
Kafes, bildiğin tuzak. Tilki’yi kafese girmeye itecek, hoşlandığı bir yiyecek, genellikle çiğ tavuk parçasını kafesin ön tarafına koyuyorsun, hayvan o tavuk parçasını yemek için kafesin içine girip de yiyeceğin olduğu tablaya bastığında, o tabla kafesin arka kapağının hassas ayarlanmış kapak yayını düşürüp tilkinin üzerine kafesin kapısını kapatıyor ve tilki kafesin içinde kalıyor. Kafes bu sistemle çalışıyor.
 
Bir iki gün kurduk kafes tuzağını, ama düşmedi Tilki. Boşuna dememişler kurnaz hayvan diye. Hatta bir defasında biz tilkiye tuzak yemi koyarken, yaklaşık iki metre arkamızdan koşarak geçtiği gördük. Şaka gibiydi ve tilki bizle adeta kafa buluyordu.
 
***
Bu durum beni çok rahatsız ediyordu. Varsayalım, anne tilki kafese düştü ve yakaladık, yavruların hali ne olacaktı?. Onlara kim bakacak, karınlarını kim doyuracaktı?. Veya baba tilki kafese yakalandı, ailenin güvenliğini kim sağlayacaktı? Hele yavrulardan birinin veya bir kaçının yakalanması daha da acı olacaktı.
 
Kaldı ki, o tuzağa bir kedinin, hatta bahçede oynamak isteyen bir küçük çocuğun da düşmesi söz konusu olabilirdi.
 
Kararımı vermiştim. Kimseye belli etmeden onlara yardımcı olacak, Yaban hayvanları koruma dairesini aradığımda konuştuğum müdürün dediği gibi, ailenin yavrular büyüdükten sonra kendiliğinden sitemizi terk etmesine kadar tilkilere destek verecektim.
 
Bu amaçla, görevliler kafesi kurduktan sonra gece tilkiler yuvalarından çıkmadan gidip kafesi kapatıyor, yuvanın çok yakınına da çiğ tavuk parçaları bırakıyor, sonra eve çıkıp balkondan onları izliyordum.
 
Kimseye görünmeden günlerce yaptım bunu. Görünmeden yapıyordum, çünkü birileri göre site yönetim kurulu başkanı tilkileri siteden göndermek için uğraş vereceğine, onları besliyor diye beni tefe koyacak çok insan olduğunu biliyordum.

***
Yaklaşık bir ay kadar kaldılar sitedeki o kovukta. Ben yiyeceklerini geç saatlerde yuvalarının önüne bıraktım, sularını şelaleden içtiler.
 
Ve sonra bir sabah baktım ki, gece bıraktığım tavuk parçaları olduğu gibi duruyordu. Siteyi terk etmiş olabilecekleri geldi aklıma. O gece dikkatle izledim balkondan tilkiler ne zaman çıkacaklar diye ortalarda hiç görünmediler. Anladım ki, gitmişlerdi. Sitenin karşısındaki sözde ormanlık bölgeye. Orada onları, daha büyük tehlikelerin beklediğini biliyorlardı. Zaten büyük ihtimalle bu nedenle gelip bizim sitenin içine yavrulamıştı anne tilki. Ama sonuçta evcil hayvan da değillerdi, dönüp dolaşıp gidecekleri yer öz yurtlarıydı. Fakat ne yazık ki, insanoğlu onların özyurtlarını çoktan ellerinden almış, yaşama haklarını gasp etmişti.
 
***
Dün gece yine gördüm onları. Yine aynı kovuğa yavrulamıştı anne tilki. Kimbilir belki bu defa ki anne, üç yıl önce beslediğim yavrulardan birisiydi.
 
Eski bir dostla karşılaşmış gibi sevindim tilki ailesini gece geç saatte yine o şelalenin etrafında koşup oynarken gördüğümde.
 
Bu gece onlar için hazırlık yaptım özel olarak. Mis gibi tavuk kanatları hazır, saat gece yarısını gösterdiğinde bahçeye inip yuvalarının yakınına bırakacağım yine eskisi gibi.
 
 
Misafirlerim onlar, yine yavrular büyüyüp aile dağılana kadar bakacağım onlara.
 
Hem de büyük bir zevkle...   10.05.2017
 
                                                              --0--
 
 

6 Mayıs 2017 Cumartesi


 
YÖNTEM FARKI SONUCU DEĞİŞTİRİR...

Müfettiş olarak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına geçtikten sonra ilk soruşturmayı Başmüfettiş Mustafa A. ile müşterek yürütecektim. Soruşturma konumuz, o zamanki adıyla Maden Dairesi Başkanlığıyla ilgiliydi. Soruşturmanın nasıl yürütüleceğine ilişkin inisiyatif Mustafa bey’in elindeydi. Ben hem bakanlıkta yeni, hem de kıdemsiz olduğum için, etliye sütlüye pek karışmıyor, Mustafa üstadın nasıl bir yöntemle işi yürütmeye çalıştığını izliyordum.

Konusu, Balıkesir taraflarında bulunan bir kömür sahasının (madeninin), yıllar önce faal olarak işletilmemek nedeniyle ruhsatının iptal edilmiş olmasına karşılık, o ruhsatın, usulsüz yollardan bir şekilde ihya edilmesi, yani yeniden hayata geçirilip işletme hakkı verilerek bir başka şahsa devredilmesi olan soruşturmaya başladığımızda anlamıştık ki, çoğu zaman olduğu gibi, konuyu bakanlığa ihbar eden şikayet mektubundaki isim sahteydi. Ancak, bakanlık makamı bunu bilemeyeceğinden konuyu incelenmesi ve soruşturulması için Teftiş Kuruluna havale ettiğine göre, bu soruşturma yapılacaktı.

Kaldı ki, soruşturmaya başlamak için Maden Dairesi Başkanlığından söz konusu kömür sahasına ait dosyasını yazılı olarak istediğimizde, dosyanın “kayıp olduğu gerekçesiyle” tarafımıza verilememiş olması da, şikayet mektubundaki iddiayı kuvvetlendirmiş olması da, ihbarcının gerçek bir kişi olmasına bakmaksızın incelemeye devam etmemiz için önemli bir neden oluşturuyordu.

Önce konuyu mevzuat yönünden incelemiş, sahanın ihale edilmek suretiyle işletmeye açılması gerekirken ihya edilmiş olmasının normal bir uygulama olmadığını tespit etmiş, ancak işlem dosyası “kayıp olduğu” için, sürecin nasıl çalıştırıldığına dair bilgi sahibi olamamıştık.

Bunun üzerine dosyanın, ruhsatın yeniden ihya edilip devredilmesi sürecinde,  işlem gereği dolaşması gereken birimlerdeki görevlilerin ifadelerine başvurarak, işlemin kim tarafından nasıl gerçekleştirildiğini aydınlatmaya çalışıp arşiv, sicil, işletme servislerinden memurlarla tek, tek görüşmüşsek de bir ipucu yakalamak mümkün olmamıştı.

***
İfadesini alırken sıkıntılı olduğu fark ettiğim bir arşiv memuru, sorulardan bunalınca başka bir servisteki memurun adını vererek, “birilerinin bu kişiye, Kızılay’da bulunan gökdelen binası civarındaki bir banka şubesine havale yapmak suretiyle para gönderdiklerini duyduğunu” söylemiş, fakat Mustafa üstat, “kanıtın var mı, bu işler duyumla olmaz” diyerek bu beyanları memurun ifade tutanağına yazmamıştı.

Oysaki bu önemli bir ifadeydi, üzerine gidip, daha fazla bilgi almaya uğraşması gerekirdi. Zira belli ki, adam bir şeyler biliyor, ama açıkça söylemekten de çekiniyordu.

Başmüfettişin bu davranışına bir anlam verememiştim. Bana çok ters gelmişti. Üstat, sanki bu ifadenin üzerine gidip çetrefil bir işle uğraşmamak, sadece usulsüz kazanıldığı belli olan ruhsatı iptal ederek soruşturmadan sıyrılmak istiyor gibiydi. Peki, sorumluların tespiti ve haklarında gereği neyse yapılması bizim işimiz değil miydi? Canım çok sıkılmıştı. O zamana kadar kıdem, tecrübe falan demiş soruşturmanın gidişatına müdahale etmemiştim, ama bu kadarına da katlanamayacaktım.

İfade alımı sırasında, “hangi banka biliyor musunuz?” falan gibi sorular sormaya çalışıp, adamın ifadelerinin tutanağa geçirilmesini sağlamaya çabaladıysam da üstat benim sorularımı duymazdan gelmiş, tutanağa geçmemiş ve neticede başarılı olamamıştım. Peki, ama ben bu soruşturmanın yürütülmesine ortak değil miydim? Fikirlerimi söyleme ve katkı yapma hakkım yok muydu? Elbette vardı. İfadesini aldığımız memurun yanında ses çıkartmamış, fakat çok sinirlenmiştim. Mutlaka bir şeyler yapmalıydım. Kıdem, üstatlık filan tamamdı da işin sağlıklı ve hakkıyla yürütülmesi başka işti, işi layıkıyla yapmak gerekirdi.

Geceyi bu düşüncelerle geçirdikten sonra, ertesi sabah bakanlığa varır varmaz doğruca Mustafa üstadın odasına gidip memurun, ihbar niteliğindeki beyanlarını yazmamız ve beyanlar doğrultusunda araştırmayı derinleştirmemiz gerektiğini söylediğimde önce, bunların kanıtı olmadığını belirterek, bu önerime sıcak bakmasa da ısrar etmem üzerine rahatsız olup, memnuniyetsiz bir suratla, gereksiz yere soruşturmanın uzamasına neden olduğumu söyleyerek, memurun ek bir ifadesini almayı kabul etmişti.

Derhal arayarak bakanlığa çağırdığım o arşiv memurunun, dosyayla ilgili olarak adını verdiği bir başka memur adına bankaya para havalesi yapıldığına dair açıklamasının yer aldığı ek ifadesini resmen kayıt altına aldıktan sonra, Kızılay civarındaki bankalarda araştırma yapmak, ruhsata ait işlemlerin yapıldığı tarihlere yakın tarihlerde, ismi verilen memur adına gönderilen bir para havalesi olup olmadığını araştırmak mecburiyet haline gelmişti.

Birkaç yıl öncesinin üç dört aylık bir dönemine ait para havalelerine bakılması gerekeceğinden ve bu da oldukça külfetli bir iş olduğundan Mustafa üstat, bu işten hiç memnun kalmamıştı. Her hareketinden bana kızdığı, kendini ispatlamaya çalışan bir yeni yetme gibi gördüğü belli oluyordu. Ama açıkçası onun ne düşündüğü beni hiç ilgilendirmiyordu. Bana göre, önemli olan, işi sağlam yapmaktı. Ben gökdelen binasının altında ve etrafındaki binalarda bulunan banka şubelerine resmi birer yazı göndererek bilgi isteyelim desem de Mustafa üstat, bunun işi uzatacağını, bizzat gidip sormamızın daha doğru olacağını söylüyordu. Yöntemlerimiz ve bakış açılarımız farklıydı. Sonunda üstat olduğu için onun dediği oldu. Nihayet, ertesi gün sabahtan Kızılay gökdeleni civarındaki banka şubelerine gitmek üzere anlaşarak ve ayrıldık.

Sabah, bakanlığa girerken Mustafa üstadı resmi bir araca binerken görüp arkasından seslendiğimde, sinirli bir tavırla Kızılay’a banka şubelerine gitmekte olduğunu söyledi. Beni neden beklemediğini sorduğumda, garip tavırlarla mesainin çoktan başladığını, benim geç geldiğimi falan ima etmeye çalıştı. Yani ona göre ben geç kalmıştım, o da beklemeye gerek görmemişti. Böyle garip ve anlamsız bir davranışa hak ettiği tarzda bir cevap vermek gerekirse de ben yine alttan alarak ses çıkarmadım be birlikte Kızılay’a gitmek üzere resmi araca bindim.

***
Maden Dairesi ile ilgili işlemlerin, bazı ilgili genelgeler uyarınca o zaman faaliyette olan ve Enerji Bakanlığına bağlı bulunan Etibank’ta yapıla geldiğini dikkate alarak, önce bu bankanın gökdelenin bakanlıklara doğru biraz yukarısında bulunan Kızılay şubesine gittik. Zamanın Müdürü İbrahim bey’in odasında oturup, verdiğimiz tarihler arasında o memurun adına havale olup, olmadığını kayıtlardan kontrol ettirmesini istedik Yaklaşık bir birbuçuk saat sonra aldığımız cevap olumsuzdu. Oradan çıkıp gökdelene biraz daha yakın olan, o zamanki Emlak Kredi Bankasının Kızılay şubesine girdik. Aynı araştırmayı rica ettik ve uzun süre bekledikten sonra ne yazık ki, oradan da aynı sonucu almıştık. Ardağımız isme havale yoktu. Geriye bir tek gökdelenin tam altında bulunan Ziraat Bankası Kızılay şubesi kalmıştı. Lakin, gelişmeler böyle olunca Mustafa bey, haklı çıktığını gösteren imalı tavırlar sergilemeye çoktan başlamıştı. Son olarak yanına girdiğimiz Ziraat Bankası şube müdürü pek gönülsüz bir havada ilgili servise telefonla talimat vermiş ve kısa bir süre yine telefonla aldığı yanıtın olumsuz olduğunu, o isme havale bulunmadığını söylemişti.

Artık Mustafa üstat, sadece imada bulunmakla yetinmiyor, “bak gördün mü, ben söylemiştim” gibi sözlerle açıkça beni suçlarcasına eleştiriyordu. Ne var ki, ben hala tatmin olmamıştım. Bir kere bankalarda yaptığımız, müdüre durumu anlatmak ve onun talimatı üzerine yüzlerini bile görmediğimiz banka görevlilerinin yaptığı taramalara itibar etmek olmuştu. Bu görevliler kayıtlara nasıl bakmıştı? Verdiğimiz tarihlere gerçekten riayet etmiş ve titiz bir tarama yapmış mıydı? Bir yanlışlık ve eksiklik yapmış olsa bundan dolayı sorumluluğu var mıydı? Ve daha da önemlisi, bize verilen cevaplar tamamen şifahiydi.

Oysa işin sağlam olması bakımından, bu cevapların yazılı olması ve banka görevlilerinin imzasıyla verilmesi gerekmez miydi? Bu soruların cevabını vermek çok zordu. Hele en son gittiğimiz Ziraat bankası şubesindeki yanıtın çok kısa sürede gelmesi kafamdaki bu soruları daha pekiştirmişti.

Mustafa üstat, beni eleştiren sözlerini uzatınca, ben de bütün bu kuşkularımı dile getirerek, madem öyle, bankalara birer resmi yazı ile sorup cevap isteyelim dedim. Bunu yapmasını sağlamak için de bizim bu banka şubelerinde araştırmayı yapmamıza neden olan ihbar niteliğindeki ifadenin, zaten bankalarda araştırma yaptığımızı ve olumsuz sonuç aldığımızı raporumuzda sözlü değil, belgeleriyle belirlememizi de zorunlu kıldığını ifade ettim.

Nasıl olsa araştırmayı yapıp, neticesini aldığı için, bu önerimi sadece bir formalite gibi gören Mustafa üstat, yazımıza banka şubelerince verilecek cevapların da konuyu daha önce araştırdıkları için, çabucak geleceğini varsayarak itiraz etmedi. Ve ertesi gün banka şubelerine ikimizin imzasıyla birer yazı gönderdik.

***
Mustafa üstat artık haklı olarak, bankalardan gelecek cevabi yazılarda da o isme para havalesi yapıldığına dair bir kayıt bulunmadığı şeklindeki bilgilerin yer alacağını düşünerek, soruşturma raporunu yazmaya başlamış epey de yol almıştı. Nitekim birkaç gün arayla Etibank ve Emlak Kredi Bankalarından gelen cevabi yazılar, daha önce verdikleri şifahi bilgi ile aynı doğrultudaydı.

Ama ne gariptir ki, bu defa da şifahi görüşmede çok kısa süre içinde cevap veren Ziraat Bankası Kızılay şubesinde gelecek yanıt gecikmiş, yaklaşık on gün kadar sonra gelen cevabi yazıda, Mustafa üstadın o güne kadar yazdıklarının tümünün çöpe atılmasına neden olmuştu.

Evet, Ziraat bankası şubesinden günler sonra gelen cevabi yazıda, ifadesinde bize ihbarda bulunan memurun belirttiği o isme, tahmini olarak araştırılmasını istediğimiz aylardan birisinin ilk haftasının ikinci gününde hatırı sayılacak bir meblağın havale olarak gönderildiğine dair kayıt bulunduğu belirtiliyor ve o kaydın fotokopisi de ekte sunuluyordu.

Bu gelime hiç kuşkusuz sil baştan demekti ve işin seyrini tamamen değiştirmişti.

Bu tablo, müfettişlikte olsun başka mesleklerde olsun, işi kurallarına göre ve mutlaka yazılı kayda bağlayarak yapılmasının önemini bir kez daha ortaya koyuyordu. Çünkü yazılı ifade ve yanıtlar karşı tarafa daima sorumluluk yükler, hata yapma riskini en aza indirirdi.

***
Sonrasında, doğal olarak iş uzamış, yeni ifadelerin alınmasına gerek görülmüş, sahanın dosyası neredeyse yeniden oluşturulmuştu. İstanbul da ikamet etmekte olan, sahayı devreden eski ruhsat sahibi bayanın ifadesine başvurmak istediğimizde, randevuya kendisi değil emekli hakim olan kocası geldi. Eşinin bu işleri bilmediğini, kendisinin hakim olması nedeniyle ruhsatı eşinin üzerine aldıklarını, yani hakim iken gizli bir biçimde madencilikle iştigal ettiğini ve emekli olduktan sonra da sahayı devrettiklerini söyledi.

Hareketleri tedirgindi ve doğru söylemediği izlenimi veriyordu. Sıra, sahayı devralanların ifadelerine başvurmaya gelmişti. Fakat bu noktada bir ince hesap vardı. Biz bu adamların ifadelerine başvurduğumuzda para havalesini kendilerinin yapmadığını söyleyebilirlerdi. Çünkü para havalesini gönderenin ismi ile ruhsatı devralanların isimleri tutmuyordu. Muhtemelen tedbirli davranıp, büyük bir olasılıkla bu işi, yanlarında çalıştırdıkları birisine veya bir arkadaşlarına yaptırmışlardı. O nedenle, bizim parayı havale eden ismi bulup onun ifadesini almamız gerekmekteydi. Ancak bu kişinin doğrudan ifadesine başvurduğumuzda, bize söyleyeceği havale etme nedenini, hemen arkasından parayı havale ettiği memura bildirebilir ve onun da aynı doğrultuda ifade vermesini sağlayabilir, bu da bütün emekleri boşa çıkartabilir, paranın sahanın devri için değil de başka bir nedenle, mesela borç olarak gönderildiği savunulabilirdi.

Mustafa üstat, bunları hiç düşünmüyordu. Oysa işin püf noktası buradaydı. Bunun önüne geçmek için, düşündüğüm yöntemi Mustafa bey’e anlattığımda, her zamanki gibi gereksiz gördüyse de daha önceki uyarılarımı dikkate almamış olmasının neticesinde yaşadığı mahcubiyet nedeniyle sesini çıkartmadı. Söylediğim şuydu; birimiz, ikamet adresi İzmir görünen havalecinin ifadesini almak için İzmir’e giderek adamı bulup ifadesini alma aşamasına geldiğinde hemen Ankara’yı arayıp haber verecek, birimiz de Ankara’dan ayrılmamasını ve izin almamasını yazılı olarak kendisine bildirdiğimiz havale edilen parayı alan maden dairesi memurunu hemen çağıracak ve ifadelerini aynı dakikalarda alacaktık. Böylece, ağız birliği yapmalarının önüne geçilmiş olacaktı.

Birimiz İzmir’e giderken, diğerimizin Ankara’da kalmasının nedenini Teftiş Kurulu Başkanımız Sırrı bey’e anlattığımızda, o ikimizin de İzmir’e gitmesini istemiş, Ankara’daki ifadeyi kendisinin alacağını söylemişti. Başkan böyle uygun görünce yapacak bir şey kalmamış, Mustafa bey’le ben İzmir’e yollanmıştık.

Aradığımız adamı, bankaya verdiği adreste ilk gün bulamadık. Evde kimse yoktu ve komşuları da nerede olduğunu bilmiyorlardı. Belki ertesi gün gelir diye beklemek üzere kaldığımız misafirhaneye gelip durumu bildirmek için Ankara’yı aradığımızda hiç beklemedim bir şeyle karşılaşmıştık. Biz adamı bulduk ifadesini alıyoruz şeklinde bir haber vermemiş olmamıza karşılık başkan, yanına aldığı bir müfettişle, memuru çağırıp o gün ifadesini almıştı. Peki, ama konuştuğumuz neydi, neden böyle yapılmıştı? Böyle yapılacaksa biz neden İzmir’e gelmiştik?

Çok ama çok sinirlenmeme rağmen bir şey yapamamıştım. Demek ki, Başkanımız Sırrı bey bile beni öylesine dinlemişti. Kendisinin son derece dürüst ve iyi bir müfettiş olduğunu bilmesem, bunu kasıtlı olarak yaptığını düşünecektim.

Mustafa üstatla bense, ertesi gün, daha ertesi gün, aynı adrese günde iki üç kez uğrayarak yaptığımız kontrollerde adamı bulamadık. Eve ne gelen vardı ne giden. Sonunda,  başkanın ifadesini aldığı memurdan durumu haber almış olabileceğini ve bu nedenle eve gelmediğini düşünerek İzmir de daha fazla kalmamıza gerek olmadığına karar vererek, o zamanlar yürürlükte olan Memurların Yargılanmasına ilişkin yasanın verdiği yetkiye istinaden, yetkili İzmir Cumhuriyet Savcılığına, bu adamın istinabe yoluyla, yani biz müfettişler adına savcılık tarafından ifadesinin alınması için bir yazı gönderip Ankara’ya döndük.

***
Raporumuzu, hile yoluyla ihya edildiği ve ardından da devredildiği anlaşılan ruhsatı iptal edip, sorumlu görülenleri, idari ve disiplin yönlerinden cezalandırarak ve başta adına para havalesi yapılan memur olmak üzere haklarında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunarak bağladık.

Bakanlık Teftiş Kurulundaki bu ilk sınavımda, adeta bir dedektif gibi çalışmış, çok da yorulmuştum. Tek tesellim, bu çabalarımın sonucu değiştirmiş olmasıydı. Açıkçası, Bakanlık Teftiş Kurulunda belli unvanları taşıyan kişilerin soruşturmayı yürütme konusundaki yöntem, beceri ve performansları karşısında da hayal kırıklığına uğramıştım.

Bu süreçte yaşadıklarımız bana, hiç kimseyi unvanına bakarak değerlendirmemek gerektiğini bir kez daha göstermiş, onlara da benim nasıl bir müfettiş olduğum konusunda net bir fikir vermişti.

Belki bu soruşturmanın en olumlu yanı da bu olmuştu. Tecrübe, en büyük zenginlikti ve para ile satın alınamazdı. Bunu ilerleyen yıllarda daha iyi anladım...
                                    
                                                                  --0--