31 Ekim 2013 Perşembe


Ne İlke Var Ne Usul...

Sarıgül, CHP den ihraç edilmiş...

Geri dönmek istiyorsa, başvuru yapacak ve bu başvurusu Parti Meclisinde oylanacak...

İsteğinin kabul edilip edilmeyeceği bu oylama sonunda belli olacak...

Güya!...

Güya, çünkü CHP genel başkanı başvurusun bakarız dedikten sonra Sarıgül, ne demekse “bu çağrı en üst düzeyde yanıt bulacaktır” diyor ve bugün CHP’nin iki numarası, ellerinde çiçekler, yüzünde gülücüklerle kapısına gidip Sarıgül’ün başvurusunu alıyor...

Alırken de methiyeler dizip, "Mustafa Sarıgül'ün CHP'ye, yuvasına dönme kararını kutlamaya geldim. Hoşgeldin Sarıgül, yolun açık olsun" şeklinde konuşuyor...

Sarıgül de buna karşılık, "Rabbim izin verirse toplumumuzun yüzde 100'ünü kucaklayacağız. İstanbul'da kin nefret dönemi bitecek barış ve demokrasi dönemi gelecek. Işığımız bol olsun, yolumuz açık olsun" ifadelerini kullanıyor...

Arkadaş, AKP seçmeninden oy alacak ya, AKP’li ağzıyla, “Rabbim izin verirse” diye konuşuyor...

Yani, atı alan Üsküdar’ı geçmiş, Sarıgül’ün CHP’ye kabulü ve İstanbul için adaylığı çoktan bitmiş görünüyor...

Peki, parti meclisi kararı nerede?..
Henüz yok!

Öyleyse...

Parti meclisi üyelerinin oyları alınmadan, CHP genel başkan yardımcısı Adnan Keskin’in yaptığı, genel başkanın bilgisi dahilinde olsa bile, örgütün en üst organını hiçe saymak oluyor...

Özetle, Sarıgül uğruna ortada ne ilke ne usul kalıyor...

Seçim kazanmak uğruna ne taklalar atılıyor...

Eskiler bu gibi durumlarda, kendi düşen ağlamaz diyor...

CHP’nin yeni yönetimi, her geçen gün, çok eleştiri alan eskileri bile aratıyor...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

30 Ekim 2013 Çarşamba


Harbi Ol!..
Tam kurtulduk sanıyorduk yine geldi karşımıza türban…
Yıllarca sömürdükten sonra gündemden düşünce fark ettiler ki, elde malzeme kalmadı…
Müflis tüccar gibi eski defterleri karıştırmaya başladılar.
Bula bula yine türbanı buldular.
Geçenlerde, “demokratikleşme” diye açtıkları paketten türban da çıktığında belliydi işin buralara varacağı…
AKP milletvekili üç bayan hemen hacca gitti ve dönüşte meclise türbanla gireceklerini ilan etti.
Böylece, seçimlere kısa bir süre kala türban kazanının küllenmiş ateşine yine odun atıldı…
Ortalık karıştı…
Zamanlama süper…
Yelken rüzgar almaya başladı ya…
Memnun arkadaşlar…
Yine laf ebeleri sahne aldı, “buna karşı çıkarsanız demokrat olamazsınız” nutukları atmaya başladı...
Ezbere bildikleri konular, ellerine su döken az olur...
Diğerleri mi?..
MHP, bildiğimiz gibi…
Nasıl her kritik dönemeçte AKP’nin koltuk değneği olduysa yine öyle…
Bir gün salvo, ertesi gün destek, adlarını sorsan muhalefet...
BDP de farklı değil…
Zaten, etnik milliyetçilikle İslamcılığı harmanlıyorlar…
Öyle olunca buna da destekleri tam…
Ne de olsa stratejik ortaklarının paketinden çıktı türban...
Onları yalnız mı bırakacaklar...
Yeni kurdukları sözde “solcu” göz boyama partisinin de özgürlük adına yanlarında olacağına hiç şüphe yok.
Bir CHP karşı görünüyor…
Görünüyor mu,  karşı mı?...
Yine iki ara bir dere de gibiler…
Seçimlerde sağdan da oy alma hesabı yaparak, merkez sağdan aday çıkartmaya hazırlanırken nereden çıktı şimdi bu türban…
Aşağı tükürseler sakal, yukarı tükürseler bıyık olacak…
Biliyorlar…
Hiç tükürmeden nasıl idare edilire bakıyorlar…
Buna göre sonuç belli...
Türban sonunda meclise de girecek...
Buna da “demokratikleşme” denilecek…
Laiklik ilkesi bir tarafa bırakıldığında demokrasiden söz edilemeyecek olsa da öyle denilecek…
Şimdi diyecekler ki, laiklik ilkesinin türbanla ne ilgisi var; bu bir özgürlük meselesi...
İyi de, laiklikle onun ilgisi yok, bunun ilgisi yok, neyin ilgisi var?
Madem yok, o halde türbanı serbest bırakırken, Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet ve Yargıda yasak neden devam etti...
Onların ki, kamu görevi de milletvekillerinin ki ne görevi?
Onların, tüm din ve mezhepler karşısında tarafsız ve objektif olmaları, bu nedenle de dini inançlarını belli edecek simgeleri kullanmamaları gerekiyor da milletvekilleri için niçin gerekmiyor?
Mahkemede türbanlı bir hakimin olması tarafsızlık ilkesine ters de...
Meclisteki milletvekilininki niye değil...
Nasıl iş?..
O vekil, seçildikten sonra sadece kendi partisinin seçmenini değil de, seçildiği ili, bütün Türkiye’yi  temsil etmiyor mu?..
E öyleyse?..
Onun türban takması, dininin gereğini yapma özgürlüğü de, TSK da, Yargıda, Emniyette çalışanın neden değil?..
Özgürlükleri “bu kadar” genişletenler, onların özgürlüğünü neden kısıtlıyor?
Demek ki, mesele özgürlük meselesi değil...
Laiklik meselesi!..
Onu, kıyıdan köşeden kırpma, yok etme meselesi...
Ha, zaten laiklik mi kaldı, yakında sıra TSK’ya, Yargıya, Emniyete de gelecek acele etme diyorsan...
O başka!..
O zaman harbi ol, takiye yapma!..

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 

Ahmet Kaya’yı Dinlemek ve Ödül Vermek…

Ahmet Kaya, siyasi ve toplumsal içerikli lirik yapısı ile muhalif bir görüşü dile getiren müzik türü olan protest müziğin öde gelen temsilcisiydi.
Etkileyici sesi ve yorumuyla, müzik dünyasında farklı bir yeri vardı.
Zaman içinde, belli etnik gruplara yakın bir duruş sergilemiş, hassas bir dönemde, “Kürtçe” şarkı söyleyeceğini ilan edince de bir kesimin tepkisini çekmişti.
Böyle olunca da sadece müzisyen olarak değil, aynı zamanda “siyaset yapan” birisi olarak görülmeye başlanmıştı.
Kürtçe şarkı söylemesi, “siyaset yapmak” olmasa da, Kürt milliyetçiliği üzerinden siyaset yapanlara “iltifat” etmesi onun imajının böyle algılanmasında önemli rol oynamıştı.
Dolayısıyla, sevenleri olduğu kadar, sevmeyenleri de oldu.
Bunu anlayışla karşılamak gerekirdi.
Ancak, giderek öyle bir noktaya gelindi ki, onu dinliyor olmak etnik ayrımcılık yapılmasına destek vermekle eş anlamda görülmeye başlandı.
İşte bu son derece yanlış ve tehlikeliydi.
Sonuçta o bir müzisyendi, sesi ve söyleyişi güzeldi, beğenilmesi çok normaldi.
Dolayısıyla, onun türkülerini, şarkılarını dinlemek başka, belli bir kesime ait olmak, destek vermek başkaydı.
Ama böyle bakılmadı…
Türkülerini, şarkılarını beğenip, salt etnik milliyetçilere destek verdiğini düşünerek, dinlememek aslında iradeye ipotek koymaktı…
Ve birçok insan bunu yaptı…
Oysa bir yandan onun siyasi duruşunu eleştirip, diğer yandan müziğini dinlemek pek ala mümkündü.
Doğru olan da buydu…
Tersi, Rusları, Yunanları, İranlıları düşman görüp, edebiyatçılarının romanlarını, şairlerinin şiirlerini okumamaktan farksız sayılırdı.
Ki, bunun yanlış olduğu çok açıktı.
*
Bunda tereddüt yoktur!
Ne var ki, bu başka iş, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nün  "Müziği, yorumu ve söylemiyle farklı görüşlerden çok sayıda insanı bir araya getirdiği” gerekçesiyle, müzik alanında merhum Ahmet KAYA’ya verilmesi başka iştir.
Nedeniyse, bizzat cumhurbaşkanlığının ödül verme gerekçesinde mevcuttur.
Cumhurbaşkanlığı ödülü, “müziği, yorumu ve söylemiyle farklı görüşlerden çok sayıda insanı bir araya getirdiği” gerekçesiyle verdiğini söylemekteyse de gerçek bunun tam tersi değil midir?
Zaman içinde, özellikle söylemiyle, bir etnik gruba yakın duruşuyla çok sayıda insanın tepkisini aldığı nasıl görmezden gelinebilir?
Hal böyle olunca, cumhurbaşkanlığınca verilen ödülün, ülkenin içinde bulunduğu sürece paralel, belli kesimlere hoş görünme çabası olduğunu söylemek yanlış bir değerlendirme olmasa gerektir.
Nitekim bu ödülün Ahmet Kaya’ya verilmesinin toplumun büyük çoğunluğunca yadırganmış olması da bunun böyle olduğunu ortaya koyan bir gösterge niteliğindedir.
Sonuç olarak, müziğini sevenlerin onu dinlemesine saygı duymak ayrı, seveni olduğu kadar sevmeyeni de olan birisini birleştirici gösterip ödüle layık görmek ayrıdır.
Özellikle ülkenin içinden geçtiği süreç dikkate alındığında bu ödülün verilmesi, oldukça manidardır.
Tabiri caizse, “sapla samanın” karıştırılması izlenimini vermektedir!..

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 

 

 

29 Ekim 2013 Salı


Sarıgül Halk Adamıysa…

Muhalefet partileri seslerini duyuramıyor.
Öğrenciler, sendikalar, memurlar, asgari ücretliler, sorunlarını yüksek sesle haykırsa da küçücük bir haber bile medya da yer almıyor.
Bu genelde böyle…
Ama istisnalar da yok değil.
Muhalefete kulaklarını tıkayan o medya, nedense kimilerine oldukça cömert davranıyor.
Attıkları her adımı allayıp pullayıp haber yapıyor.
Parlatıyor da parlatıyor.
İstanbul belediye başkanlığına adaylığı meselesi, pehlivan tefrikasına dönen Mustafa Sarıgül de bu medyanın parlattıklarından…
Haber yapılmadığı, boy boy fotoğraflarının yayınlanmadığı gün olmuyor.
Hayatını yazdığı kitap bahane edilerek, son iki gündür “amiralin gemisinde” röportajı yayınlanıyor.
Aman Allahım, neler neler yazılıyor!
“Merdi Kıpti şecaat arzederken sirkatin söylermiş” misali…
Halkçı olduğunu iddia eden arkadaşın gerçek yaşam biçimi ortaya çıkıyor.
*
Seneler önce davet edildiği bir programda, katılmak için sıra beklerken bir saat sonra nikah kıyması gerektiği aklına geliyor ve kendisinden önce programa katılacak olan rahmetli Sakıp Sabancıdan öne geçmek için izin istiyor, Sabancı da ona, sende başvekil olacak ışığı görüyorum, sıramızı sana vermeyeceğiz de kime vereceğiz diyor…
Sarıgül buradan hareketle, ciddi manada başbakanlık fikrini sokan kişinin Sakıp Ağa olduğunu söylüyor ve “onun gibi bir insan sarrafı bunu demişse karşılığı vardır muhakkak” diyor…
Sakıp Ağa bir bakıp anlıyor cevheri yani…
Güler misin, ağlar mısın?..
Şaka gibi…
*
"Hayat üniversitesi" hocalarının başında Hüsamettin Özkan’ı sayıyor.
Hani şu, rahmetli Ecevit’in bir an olsun yanından ayırmadığı, oğlu gibi olan, ama sonunda bir gecede birçok milletvekiliyle Ecevit’in partisinden istifa ederek, onu yolda bırakıp ülkenin kaderinin AKP’nin eline geçmesine neden olan süreci başlatan Hüsamettin Özkan’dan söz ediyor.
“Onunla konuşmadan hiçbir iş yapmam, bana bir şey dediği zaman da neden niçin diye sormam, bilirim ki o benim için doğru söyler” diyor.
Bunun, Sakıp Ağanın “öngörüsü” tutar da başbakan olursa, “yandı gülüm keten helva” anlamına geldiğini galiba hesaplayamıyor.
*
En ilginç bölüm, kılık kıyafet kısmı…
Röportajı yapanlar da böyle düşünmüş olmalı ki, manşette, “her gün iki takım elbise değiştiririm” sözü yer alıyor.
Hemen altında, “ben böyle giyim odası görmedim” denildikten sonra, ballandıra ballandıra, Sarıgül’ün evi, özellikle de giyim odası anlatılıyor.
Renk renk takım elbiseler, kravatlar, kazaklar, ayakkabılar…
15 yıldır aynı kişinin traş ettiği, bir başka oda, traş odası…
Sarıgül, he gün iki takım elbise değiştiriyor…
Sabah giydiğini ikide çıkarıyor; o takım elbise havalandırılıyor, dinlendiriliyor, kumaş kendine geliyor, sonra Vitali beyden yadigar ütücü geliyor, takımı ütülüyor, ardından kombincisi geliyor, o elbiseyi yeni gömleklerle kombinleyip giyime kazır hale getiriyor…
Ve kıyafetleri Edwards’da dikiliyor.
Her halk adamının rutini olduğu gibi yani (!)
Mütevazılığını ve aydın kişiliğini örnek aldığını söylediği Halkçı Ecevit duysa, ne derdi acaba?..

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 
Marmaray Bayramı!

Ulusal bayramlarımızın adları eskiden tekti…
Sonra eklemeler yapıldı, iki isimli oldular.
23 Nisan “Çocuk” bayramıydı, “Ulusal Egemenlik” eklendi.
19 Mayıs “gençlik ve spor” bayramıydı, “Atatürk’ü anma” eklendi.
Birileri, güya Atatürk’çülük yapayım derken, onu anmayı “resmen” bir günle sınırladı…
Bir cumhuriyet bayramı kalmıştı geriye…
Muhtemelen ona da seneye, “Marmaray’ı anma” eklenir…
Cumhuriyet ve Marmaray’ı Anma Bayramı oluverir.
Baksanıza bugünkü açılış törenine…
Bütün resmi zevat orada…
TV’ler saatlerce naklen yayında…
Başbakan’ın Cumhurbaşkanının isteğini kırmayıp, ilk 15 gün Marmaray’ın bedava olduğunu ilan etmesi, baş haber.
Bayram kutlamalarının da önünde…
Milletin vergisiyle yapılan işi 15 gün bedava yapmak büyük marifet (!)…
*
İmdada, bu defa Marmaray yetişti…
Baktılar ki, artık işin suyu çıktı.
Devletin “zirvesindekiler” bu sene hastalanmadı…
“Yasak savar” gibi olduysa da bayram, Marmaray’ın açılışı tantanalıydı.
Bugün sanki cumhuriyet bayramı değil de, Marmaray bayramıydı…
Bilmeyen birine sorsan, kuvvetli olasılık böyle düşünürdü…
Milleti Marmaray açıldı diye bayram yapıyor sanırdı…
Ne yapsın adam!
Suni gündem yaratma ve değiştirme “ustaları” Marmaray’ı, bayramın önüne geçirmişti…
Mütareke basınını aratan malum medya da her zamanki gibi yalakalığın dozunu kaçırınca…
Ortaya çıkan görüntü buydu.
Seneye de bayramın adına “Marmaray’ı anma” lafı eklenirse, kimse şaşmamalıydı.
Ne de olsa, yapılanlar, yapılacakların teminatı sayılırdı?..

Mustafa Tuğrul Turhan










27 Ekim 2013 Pazar


Yeni Parti Doğarken Ölmüştür…

Şimdiye kadar Apo ve PKK yönetimin kontrolünde kurulmuş olan ve çoğu zaman mecliste temsil edilme şansı yakalayan tüm partilerin, bugün BDP’ nin yaptığı gibi sadece Kürt milliyetçiliği yaptıkları malumdur.
Apo’nun himayesinde, sözde Türkiye’deki muhalefet boşluğunu dolduracağı ve Türk, Kürt ayrımı yapmadan halkların ezilen tüm kesimlerini kucaklayacağı iddiasıyla, Halkların Demokratik Partisi  (HDP) adı altında yeni bir parti kurulması, bunun böyle odluğunun somut itirafı mahiyetindedir?
Ne var ki, bu partinin de Kürt milliyetçiliğinden öteye geçemeyeceği, görüntüsü başka, gerçek iradesi başka bir “muvazaa partisi” olduğu daha işin başında belli olmuştur.
BDP’den istifa eden üç milletvekilinin, ertesi gün bu partiye geçmesi ve ikisinin eş başkan olması, neyin ne olduğuna dair açık fikir vermektedir.
Bu arkadaşlar, şimdiye kadar BDP içinde, Apo’nun talimatları doğrultusunda yaptıkları faaliyetlere ilişkin olarak bir öz eleştiri yapmadıkları sürece, eski çizgilerinden farklı bir noktaya geldiklerine kimseyi inandıramayacaktır.
Ne olmuştur, başlarına taş mı düşmüştür, rüyalarına birileri girip bunarı hidayete mi erdirmiştir de, şimdiye kadar hararetle yaptıkları Kürt milliyetçiliğini bir tarafa bırakıp, herkesi kucaklama noktasına gelmişlerdir.
Yeni partinin eş başkanlarından Ertuğrul Kürkçü’ de bu garipliğin farkında olmalı ki, kongrede yaptığı konuşmada, “sosyalizm demek, tüm ezilenlere sahip çıkmak demektir” mealinde bir ifadede bulunmuştur.
Bunu söyleyerek, muhtemelen, “biz Kürt milliyetçisi değiliz, aslında sosyalistiz, Kürtler ezildiği için onlara sahip çıkıyoruz” demeye getirip, milliyetçi oldukları yönündeki eleştirilere yanıt vermeye çalışmıştır.
Ancak, bizatihi herkesi kucaklama iddiasını ortaya atarak, yeni bir parti kurmaya ihtiyaç duymaları bunun doğru olmadığını, şimdiye kadar etnik milliyetçilik yaptıklarını ortaya koymaktadır.
O nedenle yeni partinin BDP’den farlı olacağına inanmak en hafif deyimle safdillik olacaktır.
Aslında bu konuda fazla söze gerek de yoktur.
PKK’nın elebaşı Apo’ nun,  “Ben Mahir Çayan’ın çizgisiyle, onun sempatizanlığıyla başladım bu mücadeleye. 40 yıldır Mahir’in çizgisinin kavgasını yürütüyorum.” Dedikten sonra, HDP’ yi kastederek, “Mahir’in bana verdiği bir emanettir ve ben 40 yıllık süre içerisinde bu emaneti kavga boyutu ile en iyi şekilde yerine getirmek için uğraştım. Şu anda da bu emaneti teslim ediyorum.” Diye ilave etmesi, bu yeni partinin de Apo ve PKK’nın güdümünde olduğunu göstermeye yetip artmaktadır.
Kaldı ki, Apo’nun kendi çizgisini, Mahir Çayan’ın emaneti olarak göstermesi de ayrı bir garabettir.
1980 öncesi dönemini yaşayanlar da sonradan okuyarak öğrenenler de bilirler ki, Mahir Çayan’ın Kürt milliyetçiliğiyle uzaktan yakından ilgisi olmamıştır.
Mahir Çayan’ın stratejisini ortaya koyan ve o dönem gençliği içinde elden ele dolaşan “Kesintisiz Devrim” isimli broşürde yer alan konular bellidir.
Çayan’ın çizgisi, kapitalizmin ileri aşaması olan emperyalizme karşı, bağımsızlık mücadelesi olmuştur.
Sadece Çayan’ın çizgisinin değil, seksen öncesi devrimci siyasetin ana teması budur ve o dönem tüm devrimcilerin, “Bağımsız Türkiye” sloganını her yerde ortak kullanmış olması da bu durumu en çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.
Oysa Apo’nun Türkiye üzerinde emelleri olan emperyalist güçlerin himayesinde büyütülerek bu günlere getirildiğini, PKK’nın emperyalistlerce kollandığını, onlardan lojistik destek aldığını, Türkiye’nin bağımsızlığını savunmak şöyle dursun, birliği ve bütünlüğüyle sorunu olduğunu herkes bilmektedir.
Kısacası, Apo’nun büyük olasılıkla dağınık “sol” grupları da etkileyip etrafına toplamak uğruna sarf ettiği gerçekleri yansıtmayan bu sözleri de yeni kuracağı partiye hayat vermeye yetmeyecektir.
Gerek Türk halkı, gerekse yurdunu seven “gerçek solcular” bu olup bitenlerin farkındadır.
Apo ve yanındaki “eskimiş tüfekler” ne kadar çırpınırlarsa çırpınsınlar, bugüne kadar yürüttükleri, etnik milliyetçilik ayıbından kurtulamayacaktır.
Halk onlara gereken yanıtı verecek, emelleri kursaklarında kalacaktır!

Mustafa Tuğrul Turhan

 

Kronik Sorun… 

Niye, neden yaptığımızı bilmesek de, birilerini “parlatmayı” onlara fazlasıyla itibar verip, baş tacı etmeyi, kahraman muamelesi yapmayı pek severiz ulusça…
Bizim toplumun kronik sorunudur bu…
Bir özgüven eksikliğinin ve dolayısıyla da sürü psikolojisinin egemen olmasının sonucu olduğuna hiç kuşku yoktur.
Bırakın koskoca ülkeyi, on daireli apartman yönetiminde bile birilerinin arkasından gitmeye bayılırız.
Biz susalım, sorunları bizim adımıza birileri söylesin isteriz…
Hak edip etmediklerine bakmadan o birilerine, güç vehmederiz…
Tepemize çıkartırız…
Mesele ülke yönetimi olup da, toplum ve siyaset mühendisleri ile birlikte “malum medya” da devreye girince, bu kronik hastalık bir anda akut hale geliverir.
*
Şimdilerde yaşanan Sırrı Süreyya Önder ve Mustafa Sarıgül ile ilgili gelişmeler bunun en taze ve en somut örneklerindendir.
İşin garibi, bu tablonun toplumun en uyanık olması gereken kesimlerince de benimsenir hale geliyor olmasıdır.
Bir anda, Sırrı Süreyya Önder’in, PKK’nın meclisteki temsilcisi konumunda olan BDP’nin milletvekili olduğu unutulmuş, Gezi protestolarında polis TOMA’sının önüne geçti, şöyle dedi, böyle yaptı denilerek, şirin gösterilme yarışına girilmiştir.
Şimdiye kadar, bir başka yönetmenle ortaklaşa bir tek film yönetmiş olsa da, adeta “Fellini” imiş gibi lanse edilmesi, bir iki filmde küçük roller oynamışsa da büyük yıldız muamelesi yapılması sıradan işler olmuştur.
Hemen her fırsatta İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığına aday gösterilmekte, seçime bir girerse tozu dumana katarak başkanlığı kazanacağı havası pompalanmaktadır.
Halen, “etnik milliyetçi” bir siyasi çizgide olmasına karşılık 12 Eylül darbesinden sonra hapis yattığı vurgulanarak, “solcu” olduğu öne çıkartılmaktadır.
Bu bağlamda, gerçek anlamda “sol” siyasetin milliyetçilikle uzaktan, yakından hiçbir ilgisi olmayacağı göz ardı edilip sözde tüm “solcuları” da içine alacak yeni bir siyasi partinin vitrinine oturtulmakta, ona bu statünün, PKK’nın elebaşı Apo tarafından layık görüldüğü bilinmezden gelinmektedir.
*
Mustafa Sarıgül için de aynı senaryonun yaşandığı apaçık ortadadır.
Ne AKP’li Kadir Topbaş’ı hararetle öpmesinin arasının oldukça sıkı fıkı olduğunun göstermesi, ne daha önce CHP’den disiplin kurulu kararıyla ihraç edilmesi, ne de Fetullah hoca cemaatine yakın duruşunun herkesin ağzında olması sorun olarak görülmemekte, CHP’den İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı adaylığı kesinmiş gibi davranılmaktadır.
Reklam kokan röportajları yazılı basında sayfalar dolusu yer almakta, o olmazsa eğer, CHP’nin kazanma şansının olmadığı, bütün “solcuları” onun arkasında olduğu imajı yaratılmaktadır.
Sürekli pompalanmakta, yelkenine devamlı rüzgar doldurulmaktadır.
*
Oysa bu işlerin neden birden bire böyle bir rotaya girdiğinin, neden yıllardır gözümüzün önünde yaşayan ve ne olup olmadıklarını çok iyi bildiğimiz isimlerin ön plana çıkartılıp sütten çıkmış ak kaşık konumuna sokulmaya çalışılıp adeta dayatıldığının biraz da olsa merak edilmesi gerekir.
Sorgusuz sualsiz, yaratılan suni imajların peşine takılmak yerine, olan biteni kuşkuyla karşılamak icap eder.
Zira kuşku duymak, meselelere akılcı ve bilimsel çözümler bulmanın vazgeçilmez gereğidir.
Ki, bunu en iyi “sol” düşünceyi benimsemiş, topluma önderlik etmeyi görev saymış insanların bilmesi gerekir.
Lakin öyle görünmektedir ki, “sol’u”, etnik milliyetçilikle harmanlayanları, kişisel kariyer aracı olarak kullananları “solcu” sanmış ve onların peşlerine takılmış olanlar bu gerekliliğin farkında bile değildir.
Kuşkusuz bu durumda en çok merak edilen konu, Sırrı Süreyya Önder ve Mustafa Sarıgül’ün İstanbul için aday olması durumunda böyle “solcuların”, medyanın parlattığı bu ikisinden hangisinin peşinden gideceğidir (!)

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

25 Ekim 2013 Cuma


Ant İçtik…

Tanıyanlar bilir.
Devlet’i -Ali de görev yaparken bir zamanlar, bu günün ünlü iş adamları kapımızda beklerdi çoğu zaman.
Onlar yakın olmaya çalıştıkça biz uzak durduk laf söz olur diye, sadece işimiz yaptık, hiçbir hesap yapmadan.
Yılbaşlarını, bayramları, seyranları bahane edip gönderdikleri hediyeleri almadık, geri çevirdik, incitmeden kırmadan.
Bunu aile terbiyemizin, görgümüzün gereği olarak yaptık hiç zorlamadan.
Bazıları onları alıştırmış olsa da içli dışlı olmaya, biz uzak durduk bu tür yakınlaşmalardan.
Avanta almadık, yanlış yapmadık…
Onlardan menfaat bekleyenlerden farkımızı görürler, bilirler, devlette namuslular da varmış derler sandık…
*
Gün geldi, iktidar değişti…
Nasıl olduysa, dini referans alanlar devleti ele geçirdi.
Onlar için namuslu çalışmak değil, kendilerinden olup olmamak önemliydi.
Öyle olunca ölçü…
Tabi ilk iş, bizim ipimiz kesildi.
Alındık görevden, yaşam kavgamız öksüz kalıverdi.
O dost bildiklerimiz birden etrafımızdan kayboluverdi.
Ortalarda görünmez oldu, bir dakika olsun görüşmek için kapımızda bekleyenler.
Yanımıza uğramaz oldu dost bildiklerimiz…
Haksızlığa uğradık…
Gittik başımızı yargıya vurduk.
Daha tarumar edilmediği için Danıştay, kazandık davamızı ama çalıştırılmadık.
Devlet görevimizden mecburen ayrıldık.
*
Yaşımız daha gençti ve çalışmaya alışmıştık boş duramazdık.
Kendilerinden menfaat bekleyerek ilişki kuranlardan yaka silktiklerini, bizim dürüstlüğümüzü takdir ettiklerini sandık, o kapımızda bekleyenlerden iş talep ettik.
Bakalım deyip bir daha aramadıklarını ibretle izledik.
Onlara, dürüst değil, “iş bitirici adam” lazım olduğunu o an anladık.
Ne kadar saf olduğumuza şaşıp kaldık…
Yanıldığımızı fark ettik.
Önceleri üzüldük…
Alkıştan sonra ihaneti görmenin sarsıntısını yaşadık.
Zaman, ilacı oldu her şeyin, gün geçtikçe işsiz olmaya da yalnızlığa da alıştık…
Hayata, gülüp geçtik…
Onurlu yaşamanın bedeli olmadığını öğrendik.
*
Emekli olduktan sonra bir zamanlar kapımızda bekleyenlerin yanına “yanaşma” olan eski bürokratların, yeni siyasi iktidara şakşakçılık yapan patronlarının borusunu çaldığını görünce, işsiz olmakta da hayır varmış dedik.
Biz, ülkenin sorunlarına sahip çıkarken, özgürce düşünüp, düşüncemizi her şeye rağmen ifade etmeye çalışırken o, her dönemde iktidara yakın olan, güce tapan patronların yanında çalışan bürokrat eskilerinin suskunluğuna şahit oldukça,  her şeyin para kazanmak olmadığını, özgür olmanın, memleket meselelerine sahip çıkmanın onurunun hiçbir şeye değişilmeyeceğini öğrendik…
İyi ki, işsiz kalmışız, iyi ki, görevden alınmışız dedik…
Öyle, her gelene, ne olduğuna, ülkeyi nereye götürdüğüne bakmadan şakşakçılık yaparak ünlü ve zengin olunacağına, “bir lokma bir hırka” sahibi olup, özgür olmanın en büyük hazine olduğunu kavradık.
Hiçbir risk yokken, “biz siyasete bir idamlık, bir de bayramlık gömleğimizi yanımıza alıp girdik” diyenlerin, ülkenin kötü günlerinde, sorumluluk almaları gerektiğinde ortalardan kaybolan tatlı su balıkları olduklarını, ceplerini doldurmaktan başka bir şey düşünmediklerini görünce onlar adına utandık…
Siyaseti de en az namussuzlar kadar cesur olanların yapması gerektiğine bir kere daha inandık…
Ve İbret-i alem için elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce doğrunun, haklının ve mazlumun yanında olmaya ant içtik.

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 

 

 

24 Ekim 2013 Perşembe


Hırs Aklı Aşınca…

AKP sözcüsü Hüseyin Çelik ile AKP’li Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, son günlerde basında yer alan açıklamalarında, ODTÜ konusunda AKP’nin kafasının arkasındakileri ortaya koyuyor.
Eskilerin tabiriyle, tam bir “laf ebesi” olan AKP’nin resmi sözcüsü Hüseyin Çelik, “ODTÜ de, büyükşehir de, yollar da, Eymir Gölü de, bütün bu ormanlar da halkımızın malıdır. Gökçek de sayın rektör de emanetçidir” deyip sözde hem nalına hem mıhına vuruyor görüntüsü vererek, bir yandan ODTÜ’de yapılanları meşru göstermeye çalışırken bir yandan da Eymir Gölü’nün de hedefleri arasında olduğunu dile getiriveriyor.
Uzun zamandır Melih Gökçek’in göz diktiği Eymir’in, sadece belediyenin değil, AKP’nin de “ilgi alanında” olduğunu ortaya koyuveriyor.
Halk kavramını öne çıkartarak, bugün, ODTÜ arazisinin hukuksuz olarak talan edilmesine, yarın, Eymir’in aynı akıbete uğramasına kılıf uydurmaya çalışıyor.
Açıkça “demagoji” yapıyor.
ODTÜ arazisinden geçirilecek yola sadece marjinal grupların karşı çıktığını vurgulayan Melih Gökçek de  Ne olursa olsun bu yol ya açılacak ya açılacak” diyor.
Ve ODTÜ’nün Koruma Amaçlı İmar Planı’nın iptal olması durumunda “…kaçak yapıları yapanları mahkemeye vereceğim. Rektör bey ve bütün öğretim görevlileri, bu binaların mimarları, imza atanlar, yönetimler hepsi sorumlu… Buradan ikaz ediyorum, bizim bilim yuvalarını yıktırmak gibi bir niyetimiz yok ama eğer kalkar da bu planı bozdururlarsa hepsi için tek tek rapor tutarım ve raporun da cezası iki-üç senedir” diye açık bir tehdit savuruyor.
Bunlar böyleydi de, kaç yıldır belediye başkanısın şimdiye kadar neredeydin diye sorulacağı hiç aklına gelmiyor.
Ve Başbakan, ODTÜ’den yol geçirilmesini protesto edenler için “şehir eşkıyası” ifadesini layık görüyor.
*
Bütün bunlar, hiçbir demokratik ülkede kamu görevlilerinin ağzından çıkacak sözler değildir.
Olsa olsa, “hırsın aklı aştığının” göstergesi olabilir?
Kafanın arkasındakinin ağızdan kaçırılması sayılabilir!
Olup bitenler ve bu söylenenler, AKP’nin, çoğunluğun her şeyi yapabileceği anlayışıyla hak ve özgürlükleri hiçe saymasına, düşünce, ifade ve gösteri özgürlüğünü baskılamasına, ülkeyi bölünmenin eşiğine getirmesine, kutuplaştırmasına, korku iklimi yaratmasına, yargıyı siyasallaştırmasına, uzun tutukluluklara kapı açmasına, protestoları polis şiddetiyle bastırmasına, kısacası, ülkeyi karanlığa sürüklemesine, her zaman demokratik yollardan tepki koyan ve bu bağlamda, Göktürk uydusunun Çinden uzaya fırlatılmasını izlemek için ODTÜ yerleşkesine giden başbakan’ı protesto eden ODTÜ’ye karşı içten içe duyulan kızgınlığın, öfkenin, köklü bir hırsın açığa vurulması değilse nedir?
Kısacası, mesele sadece bir yol meselesi değildir.
Böyle olmaktan çoktan çıkmıştır.
Mesele, ülke sorunlarına karşı duyarlı olanların, dik duranların, onurlu davrananların, bu anlamda halka önderlik eden, örnek olanların sindirilmeye çalışılmasına dönüşmüştür.
Bu çerçevede, her zaman en önde olan ODTÜ’ye duyulan öfkenin dışavurumu halini almıştır.
ODTÜ, yol geçirilme, Eymir’in halka açılma bahaneleriyle hırpalanacak, ezilecek, yıpratılacak ve sindirilecektir ki, herkes “ODTÜ’ bile bu hale getirilebildiyse, biz boşa uğraşıyoruz” deyip kenara çekilecektir.
Arzu edilen bu olsa gerektir.
Lakin "evdeki hesap çarşıya uymayacak", AKP'nin hesabı öyle kolay tutmayacaktır.
Bütün bu yaşananlar, Gezi de olanlar, ülke çapında yapılan protestolar, baskıyla, şiddetle bastırıldıkça, aslında iktidar da yıpranmakta, kararsız olup da son dakikada ona oy veren kitleler, kerhen destekleyenler onun gerçek ve de karanlık yüzünü daha net görmekte, dış desteği de her geçen gün azalmaktadır.
Bu gerçeği hafife alan iktidar, farkında olmasa da ODTÜ yolunda ciddi bir kaza yapmıştır.
Bunun faturasını mutlaka ödeyecektir!

Mustafa Tuğrul Turhan





20 Ekim 2013 Pazar


Derin Uykudayken…

Kalleş bir pusu gibi…
Bir gece yarısı kesildi yüzlerce ağaç.
ODTÜ’ye gizlice geldi belediye iş makineleri…
Havadan ve karadan polis desteğiyle…
Duyanlar koştular, durun bu yaptığınız hukuksuzdur demeye…
Hakkı ve hukuku korumakla görevli o polis kesti önlerini…
Oysa ağaçların katledildiği alanla ilgili plan askıdaydı hala ve de dolmamıştı daha itiraz süresi.
ODTÜ yönetimi plana itiraza hazırlanırken kesildi onca ağaç.
Artık itiraz etsen ne yazar.
Ağaçlar gittikten sonra, sür eşeğini Niğde’ye…
Hukuk yok sayıldı yine, son yıllarda adet olduğu üzere.
Ağaçlara sahip çıkmak isteyenler hukuka sarılmak istediler, her şeye rağmen ve yine çaresizce.
Cumhuriyet Savcısına koştular önce suç duyuru yapmaya, bulup da yapamadılar.
En yakın polis karakoluna vardılar, dilekçelerini almadılar.
Aradılar, hukuku bulamadılar.
Çoktan yok edilmişti.
Hukukun üstünlüğü bitmiş, üstünlerin hukuku egemen olmuştu.
Artık, her şey ben ne dersem o olur anlayışıyla yapılıyordu.
Askı süresiymiş, itirazmış onlar da neydi?
Koskoca belediye başkanı ne derse o olurdu.
Atatürk Orman Çiftliğine saray yapmak için, ODTÜ’den yol geçirmek için yüzlerce ağacı da keser, istediğini de yapardı.
Seçilmişti bir kere…
Hem de arkasında koskoca bir iktidar vardı.
Çoğunluğa sahip olmanın, her şeyi yapma ve hukuk tanımama hakkı verdiğini sanan bir iktidar.
Bunun, demokrasi değil, faşizm olduğunu bilmezden gelen bir iktidar…
E öyleyse kim tutardı belediye başkanını.
ODTÜ’deki ağaçları korumaya çalışanlar mı, eleştiri ve itiraz hakkını kullanmak isteyenler mi?
Kim?
Dur diyecek, hukuksuzlukların hesabını soracak tek bir güç vardı…
O da uzun zamandır derin bir uykudaydı…
Rüyasında, ya yoksullukla boğuşup yardımlarla zar zor geçiniyor, ya da AVM’lerde marka mağazaları geziyor, akıllı telefonuyla oynuyor, saçma sapan dizileri izliyor, arabası, evi başkasınınkinden daha iyi olsun diye yarışıyordu…
Ağaçlar onlar uyurken katledildi…
Tıpkı, hukukun ve demokrasinin katledilişinde olduğu gibi…

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

19 Ekim 2013 Cumartesi


Önce Atatürk’ü Anlamalı!..

Dinin, siyasete, başka bir deyişle, devlet yönetimine müdahalesi veya devleti yönetenlerce siyasette kullanılması doğu toplumlarında her daim sorun olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
Batı toplumları, dinin temsilcisi konumunda olan kilisenin baskısını, ta 15.-16. yüzyılda Martin Luter önderliğinde başlatılan ve giderek tüm Avrupa ülkelerine yayılan ve tarihte “Reform ve Rönesans” hareketleri olarak bilinen akımla aşarak, modernleşme sürecine girmiştir.
Ancak, daha çok İslam dininin yaygın olduğu, az gelişmiş veya gelişmekte olan doğu toplumlarında din, hala siyasete egemendir ve bu toplumların siyasetçileri de, siyasette dini kullanmaya çok heveslidir.
Bunun örneklerini İslam dininin egemen olduğu hemen bütün ülkelerde görmek mümkündür.
Arap baharı adı altında sözde reformlar yapılan Libya, Tunus, Mısır gibi Arap ülkeleri, mezhepsel ayrılıkların körüklenmesiyle iç savaş yaşatılan Suriye ve uyduruk bahanelerle emperyalistlerce müdahale edilen Irak gibi Orta Doğu ülkeleri bu durumun en somut örnekleridir.
Yıllardır, birbirlerini yiyen Pakistan’ı, İnsanlık adına yüzkarası tabloların eksik olmadığı Afganistan’ı ve istikrar içindeymiş gibi görünse de, insan hak ve özgürlüklerinin olmadığı karanlıklar içindeki İran’ı söylemeye bile gerek yoktur.
*
Bize gelince, batı ile doğu arasında sıkışıp kalmış bir ülke olarak, hali pür melalimiz yoruma gerek duyulmayacak kadar ortadadır.
Yıllardır siyasetin ne üzerinden yapıldığı ve bugün nereden nereye gelindiği bellidir.
Adlarını saydığımız ülkelerden farklı olmamızın temel ölçütü olan, Atatürk ilkeleri, laiklik ve cumhuriyetçilikten uzaklaştıkça, dinin egemen olduğu sıradan bir doğu toplumu olma yolunda hızla ilerlediğimiz tartışmasızdır.
İçinde bulunulan bu tablo, cumhuriyeti ve laikliği içine bir türlü sindirememiş ve başından beri bu ikisine direnmiş olanlar için başarı sayılabilir.
Bu anlamda geçmişin devamı olduğunu iddia eden AKP gelinen nokta ile övünebilir.
Bunu olağan karşılamak gerekir.
Zira AKP’nin, dini referans aldığı ve dini siyasallaştırdığı bilinmektedir.
Anayasa Mahkemesinin “laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğuna” ilişkin kararı bunun tescili niteliğindedir.
Her ne kadar unutturulmaya çalışılsa ve şu veya bu şekilde kamufle edilse de böyle bir iktidarın ülkeyi, Atatürk’ün hedef gösterdiği “batı medeniyetinden” soyutlayacağına ve ortaçağ karanlığına sürükleyeceğine kuşku yoktur.
*
O halde, çağdaş ve medeni bir dünya ülkesi olmak isteniyorsa, izlenecek yol bellidir.
Bu yol, Atatürk’ün koyduğu hedef doğrultusunda laik, demokratik cumhuriyetin sonsuza kadar yaşatılmasıdır.
İşte tam da bu noktada, laik cumhuriyetin emanet edildiği nesillere önemli görevler düşmektedir.
Birileri, dini siyasalaştırıyorsa, buna karşı çıkmak, siyaseti, dini referanslardan arındırıp pozitif ve evrensel ilkeleri esas alarak yapmak bu nesillerin görevi olmalıdır.
Ne şekilde, hangi ad altında olursa olsun, dini motiflerin kullanılmasına, mezhepçilik yapılmasına karşı çıkılmalı, bunların siyasette kullanılmasının son derece yanlış olduğu her fırsatta vurgulanmalıdır.
Bu görevin herkesten önce siyaset sahnesinin aktörlerinden olan, Atatürk’ün kurduğu CHP’nin boynunun borcu olduğu çok açıktır.
Ne var ki, CHP bu görevini layıkıyla yerine getirmek şöyle dursun, adeta AKP ye nazire yaparcasına, tamamen oy hesabıyla, dini söylemler geliştirip oportünist tutumlar içine girmektedir.
Önceki genel başkanı, kılı kıyafet kanunu ile yasaklanmış olan çarşafa rozet takarken, şimdiki genel başkanı, bir röportajında, peygamber soyundan geldiğini belirtmekte, ardından da “ama bunu siyasette kullanmıyorum” mealinde sözler söylemektedir.
Oysa siyasi parti genel başkanı sıfatını taşıyan birisinin, bu tür bir açıklamada bulunması, siyaset arenasında dini motifleri kullanmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Hele de bu açıklamayı, Atatürk’ün koltuğunda oturan birisi yapmışsa, bunun “su götürecek” bir yanının olmadığı ortadadır.
Bunu söyledikten sonra ilave edilen, siyasette kullanmıyorum ifadesiyse, olsa olsa bu açıklamayı tevil etmeye yönelik “şark kurnazlığı” olarak değerlendirilebilir.
CHP genel başkanı sıfatını taşıyan birisinin ne söylediğini, ne anlama geleceğini bilmesi gerekir.
Çünkü kimin hangi soydan geldiği değil, kimin evrensel ilkeleri savunduğu ve ön planda tutuğu önemlidir!
Bu tür söylemleri yapanların, başkalarını “dini siyasete alet ediyorlar, din üzerinden siyaset yapıyorlar” diyerek eleştirmeye hakları olmayacağı açıktır.
Ne yazık ki, ülke siyaseti böylesine kısır bir döngünün içinde seyretmektedir.
Bu olup biteni, bu ülkenin “yüzde doksan dokuzu Müslüman” söylemiyle açıklamanın tutarlı bir yanı da yoktur.
Mustafa Kemal, onca devrimi nerede yapmış, halifeliği, saltanatı, fes’i, çarşafı, Arap harflerini hangi ülkede kaldırmış, laikliği uzayda mı ilan etmiştir.
Onun partisine genel başkan olmaya soyunanların önce bunları iyi anlaması gerekir.

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 

 

 

 

 

16 Ekim 2013 Çarşamba


Talihsizlik…

Cilt cilt ansiklopedilerin yerini çoktan internet aldı.
Bilmek istediğinizi yazıp tıkladığınızda yanıtlar karşınıza çıkıyor.
Sn. Cumhurbaşkanının Suudi Arabistan Kralının davetlisi olarak hacca gittiğini gazetelerden öğrendikten sonra bu akşam TV’lerde ailece hacda olduklarını görünce, internete girip bir insanın hacca gidişine ilişkin mali koşulları araştırdığımda;
“Haccın farz olmasının şartlarından birisi, hacca gidip gelmeye güç yetirebilmektir. Bu, içtihat konusu değil; âyetin hükmüdür. Yani mezheplere göre değişmez. Kur’ân bu hususu şöyle hükme bağlamıştır: “Oraya gitmeye güç yetirebilen kimsenin Allah için Kâbe’yi tavaf etmesi farzdır.”  
“Haccın vacip olması için gereken şartlardan birisi de kişinin hac için gerekli olan masrafları karşılamaya güç yetirebilmesidir. Haccın farz olması için bir insanın zekât verecek zenginliğe ulaşması şart değildir. Yani haccın farziyetinde kişinin nisap miktarı mala sahip olması aranmaz. Yolculuk ve yeme-içme masraflarıyla geride bıraktığı ailesinin nafakasını karşılamaya güç yetirebilen herkese hac farz olur.”
Denildiğini gördüm.
Ve bu bilgilerden şunu anladım:
Hac farzını yerine getiren kişinin, ekonomik durumunun ailesinin geçimini sağlamaya ve bu farzı yerine getirmek için gerekli masrafları yapmaya yeterli olması gerekir.
Başka bir deyişle, kendi olanaklarıyla kazandığı para, ailesinin geçimine ve hac masraflarını karşılamaya yetmelidir.
Buradan anlaşılması gerekenin, hac farzını, kişinin bizzat kendi geliri ile karşılaması gerektiği olduğu çok açıktır.
Yani mesele, nasıl olursa olsun hacca gitmek değil, helal kazançla ailenin geçimi aksatmadan hacca gidiş masraflarının karşılanabilecek olmasıdır.
Sn. Cumhurbaşkanının Suudi Kralının davetlisi olarak, ailesiyle birlikte hacca gitmesi bu perspektiften değerlendirildiğinde, ortaya ciddi sorular çıkmaktadır.
Sn. Cumhurbaşkanının ailesinin geçimini aksatmadan, eşi ve çocuklarıyla birlikte hacca gitmesi için ekonomik gücünün yeterli olduğuna kuşku yoktur.
Ancak, Sn. Cumhurbaşkanının, ailesiyle birlikte yaptığı hac ziyaretinin masrafları, kendi olanaklarıyla değil, Suudi kralının davetlisi olarak, Suudi devletinin olanaklarından karşılanmıştır.
Bu durum karşısında, Sn. Cumhurbaşkanı ve ailesinin hac farzını gerekli koşulları yerine getirerek gerçekleştirdiğini söylemek mümkün müdür?
Mümkün olduğunu söylemek oldukça zordur!
*
Devlet görevlilerinin hac farzını devlet olanaklarından yararlanarak yerine getirmelerinin yıllardır tartışılıp, eleştirilmiş bir konu olmasına karşılık, Sn. Cumhurbaşkanının bunu yeniden gündeme taşıyacak bir ziyareti kabullenmiş olmasını talihsizlik olarak kabul etmek gerekir.
Bir Cumhurbaşkanının, bu sıfatıyla ailesini de yanına alarak bir ülkeye resmi ziyarette bulunması başka, bu ziyaretin kuralları belli olan dini bir vecibeyi yerine getirilme vesilesi olarak kabul edilmesi başka şeylerdir.
Sn. Cumhurbaşkanının, bunu gözetmeksizin hacda resmi bir davetli değil de hac görevini yapmaya gelmiş bir sade vatandaş gibi davranarak, basına pozlar vermesi, bir talihsizlik olsa gerektir.
Lakin asıl talihsizliğin, bu ülkenin, hac farzını daha önce defalarca yapmış olsa da devlet görevlisiyken devlet olanaklarından yaralanmak suretiyle bir kez daha yerine getirmekte sakınca görmeyen siyasilerden bir türlü kurtulamaması olduğunu da apaçık ortadadır.
Bu tür hac ziyaretleri ne kadar doğru ve geçerlidir?
Şüphesiz takdir yüce Allah’ındır!...

Mustafa Tuğrul Turhan