30 Kasım 2014 Pazar

Etik Anlayışı...

Amiral’in gemisi iki gündür, haklarında meclis soruşturması yapılmakta olan AKP’li eski bakanlardan Erdoğan Bayraktar ve Egemen Bağış’ın mal varlıklarını ve bakanların bu varlıklarına ilişkin açıklamalarını manşetten veriyor...
*
Bu iki eski bakanla ilgili yayın yaptığına göre, kuvvetle muhtemel ki, diğer iki eski bakan Muammer Güler ve Zafer Çağlayan ile ilgili de manşetler atacaktır...
*
Amiralin gemisi bu yayınları yapmadan bir gün önce soruşturma komisyonuna ilişkin haberlerin yayınlanmasının mahkeme kararıyla “yasaklanması” ile ilgili tüzel kişilik olarak bir eleştiri yazısı yayınlayınca hayır inşallah, hangi dağda kurt öldü acaba da Amiralin gemisi ucu hükümete de dokunacak şekilde “yasakları” eleştiriyor demiştim ertesi gün bu yayınlar geldi...
“Kahramanlığının” boşuna olmadığı anlaşıldı...
Bakalım sonu nereye varacak...
Gerçekten kamuoyu mu aydınlatılacak; yoksa bakanların aklanmalarına kamuoyu desteği sağlanmaya mı çalışılacak...
Bekleyip göreceğiz...
*
Hürriyet Erdoğan Bayraktar’a, “Bir bakanın şirket hissedarı olması etik açıdan doğru mu?” Diye soruyor...
Eski bakan, “ Bu yasal olarak da etik olarak da sorunsuz, mecliste çok büyük hisseleri olan çok büyük şirket sahibi milletvekilleri var.” Yanıtını veriyor...
*
Soru eksik, yanıt fazla...
Neden mi?..
Birincisi, buradaki mesele, bir “bakanın şirket hissedarı” olması gibi genel değil, özel olarak inşaat işleriyle uğraşan bir aile şirketinin kurucusu ve “fiilen asıl sahibi” olan birisinin, iştigal alanı şehircilik, imar ve inşaat işleri olan bir bakanlıkta bakan olmasıdır...
İkincisi, yasal olan her şey aynı zamanda etik değildir ki, burada Bayraktar’ın bakanlığı etik olmadığı gibi, yasal olduğu bile tartışmalıdır...
Çünkü son tahlilde bakanlık görevi bir kamu görevidir; kamu görevi, özellikle de bakanlık gibi önemli bir kamu görevi deruhte eden birisin ticaretle uğraşması etiğe ve hukuka aykırıdır...
Hukuka ve etiğe uygun olmayan bir yasa da yasa değildir...
Nasıl ki, kamu görevlisi en alt derecedeki bir memur ticaretle uğraşamıyorsa, kamu görevi niteliğinde olan bakanlık görevini yürütenlerse haydi haydi uğraşamamalıdır...
*
Ha, bu ülkede artık hukuk da hukuka uygun yasa da kalmadığı için yasal bir engel yoksa o başka...
Lakin eski bakanın, başında bulunduğu kamu kurumu ve bakanlıkların uğraş alanı dışında bir şirketin küçük ve basit bir hissedarı değil, kurucusu olduğu, ailesine ait olan ve başında bulunduğu kurum ve bakanlıkların uğraş alanına giren inşaat işleri yapan bir şirketin “hissedarı” olması açıkça etiğe ve hukuka aykırıdır...
Zira etik, bir toplumun gelenek ve göreneklerine bağlı ahlak anlayışıdır; vicdanıdır...
Hukuksa, asgari mantıktır...
*
Çok değil, şöyle biraz gerilere, toplumsal değerlerin bu denli yozlaşmadığı yıllara gidin, bu tür görevlendirmeler göremezsiniz...
Mukayese bile kabul etmez, ama bakın Mustafa Kemal’in, İnönü’nün, hükümetlerinde ticaretle uğraşan ve uğraştığı ticaretin bakanlığına getirilen bir kişi bulamazsınız...
*
Hadi etiği de bir tarafa bırakın; bir insanın ticaretini yaptığı bir işin kamudaki en üst göreve getirilmesinin ve orada otururken ticarete devam etmesinin mantıklı bir izahını hiç yapamazsınız...
*
Atalarımız, “kuzunun kurda teslim edilmeyeceği” özdeyişini durup dururken söylememişler...
Demek ki, başlarından bu gibi çok işler geçmiş...
Nihayetinde tecrübe denilen şey, yenilen kazıkların bileşkesi değil midir?
*
Evet, fazla söze gerek, eski bakan Bayraktar’ın, bürokraside yöneticiyken çoğunluk hisselerini aile fertlerinin üstüne devrettiği halde TOKİ’nin başına geçer geçmez yeniden hisse almakta neden beis görmediğini, şirketinin aktif büyüklüğünün 17,5 milyon liradan nasıl olup da 58, 2 milyon liraya geldiğini, gayrimenkul alımlarında Bayraktar’ın ve şirketin diğer hissedarı oğullarının özel hesaplarından şirkete borç verdiğini, Kadıköy’de 42 milyon liraya gayrimenkul edinirken kimden tak diye 10 milyon lira borç alındığını, ipotekli ve vergi borçlu olan bu gayrimenkul alınırken Ziraat Bankasından kullanılan 10 milyon lira gibi yüklü kredi için bankanın nasıl bir teminat istediğini gibi konuları da bu yazı çerçevesinde irdelemeye imkan yoktur...
*
O halde kısaca söylenmesi gereken, eski bakan Bayraktar’ın, bakanlığını yaptığı AKP iktidarının ve yozlaştırdıkları toplum kesimlerinin etik anlayışının, yetim hakkının ne olduğunu bilen dürüst yurtseverlerin etik anlayışından çok farklı olduğudur...

Mustafa Tuğrul Turhan






29 Kasım 2014 Cumartesi


Tunceli’ye Gitmek...

Bir başbakan düşünün, yurttaşlarının büyük çoğunluğu ülkesinin bir bölgesine can güvenliği olmadığı için rahatlıkla seyahat edemiyor...
İzmir’e İstanbul’a Muğla’ya Yozgat’a, Sinop’a gider gibi, Diyarbakır’a Şırnak’a, Batman’a gidemiyor...
O başbakan kalkıp, muhalefetteki siyasi parti genel başkanlarına deyim yerindeyse, “sıkıysa” gidin bunları “Dersim’de” söyleyin diyebilme ölçüsüzlüğünü gösterebiliyor...
*
Muhalefet genel başkanlarından birisi o başbakanın, o bölgeyi gidilemez hale getiren terör örgütünün baskısıyla adını değiştirerek, Dersim dediği Cumhuriyetin Tunceli’sine gidiyor...
O geldi diye terör örgütü ve yandaşları, esnafa kepenk kapattırıp, protesto gösterileri adı altında terör estiriyor...
O başbakan,” keşke Tunceli’ye gittiğinde sadece bir mekan ziyareti yapmanın ötesinde, Tuncelililerle kucaklaşabilme, onlarla göz göze bakarak konuşabilme imkanı ve cesaret bulmuş olsaydı.” Diyerek,

utanılacak bu durumdan siyasi rant devşirmeye çalışabiliyor...
*
Yönettiğini sandığı ülkede, bir Anayasal hak olarak,  isteyen herkesin istediği her yere seyahat etme özgürlüğünü sağlamakla yükümlü olduğu halde bunun yapılamaz hale gelmiş olmasından hicap duyacağına, hala üst perdeden konuşup meseleyi adeta sokak kabadayısı ağzıyla “cesaret” noktasına indirgeyebiliyor...
*
Sanki Tunceli’ye veya doğuda bir başka il’e gidilememesi, orada devlet otoritesinin neredeyse sıfıra inmiş olmasından, ana yollarda PKK teröristlerinin yolları kesip istedikleri gibi kontrol yapmasından, hatta oralarda görev yapan kamu güvenlik güçlerini tutuklamaya kalkmasından kaynaklanmıyormuş ve bu da en başta kendisinin “ayıbı” değilmiş de, sadece gitmek isteyenlerin cesaretiyle ilgili bir sorunmuş gibi pişkin davranabiliyor...
*
Oysa herkes biliyor ki, çözüm süreci denilen çöküş sürecini tanıyıp, biz de “çözümden” yanayız, hatta PKK’nın elebaşına sizin vereceğiniz sekreterya yetmez, derhal serbest bırakılsın diyecek herkes, her siyasi parti genel başkanı oralarda çiçeklerle, davul zurnayla karşılanacaktır...
Sn. Başbakan’ın “ustası” gibi, “PKK ile görüşen şerefsizidir” deyip, gizlice pazarlığa oturanlar, görünüşte posta atıp, yüz yüze geldiğinde siz o dediklerimize bakmayın siyaset böyle gerektiriyor diyenler, sekreterya talebini çok makul olarak değerlendirenler, oralara rahatlıkla gidecektir...
*
Oralar terör örgütünün kontrolunda olduğu süreceyse, ülkenin bölünmezliğini, devletin tekliğini savunan da her kimse olursa olsun, her gittiğinde protesto edilecektir...
*
Yani mesele “cesaretle” değil, aslında ülkenin bölünmesine ses çıkartmayıp PKK’nın yoluna güller serip sermemekle ilgilidir...
*
Onun için “bak biz gidiyoruz, siz gidemiyorsunuz demek”, bugün sadece ve sadece bölücü terör örgütü PKK’ya kimlerin koltuk değneği olduğunun göstermekten başka hiçbir mana ifade etmemektedir...
*
Ve işin özüne bakılırsa, hiç kuşku yok ki, bu tablo koskoca Türkiye Cumhuriyetinin getirildiği içler acısı durumu da ortaya koymaktadır...

Mustafa Tuğrul Turhan





28 Kasım 2014 Cuma


Mevlana’dan Kıssa...

Son günlerde en çok konuşulan ve gündemi işgal eden konu, Cumhurbaşkanının “Ak” sarayı...
Karun gibi gelip, Harun olmalarının abidesi adeta...
*
İktidara gelirken yoksullukla, yolsuzlukla, yasaklarla mücadele edeceklerini söylediler;  milletvekili lojmanlarını satıp halkın içinde oturdular...
*
Sonra...
Yolsuzluğun daniskanı yaptılar...
Yoksulluğu sistem haline getirip sadaka kültürü oluşturdular...
Yolsuzluk yasakları dört bir yana yaydılar...
Yargı kararlarının uygulanmaması için yasalar çıkarttılar; yolsuzluk soruşturmalarının kamuoyundan gizlenmesi için hükümet yanlısı mahkemelerden kararlar aldılar...
*
Bütün bunları yaparken de kutsal İslam dinini paravan olarak kullandılar...
Kendilerini “dindar” gösterip “dincilik” sergilerken, başkalarını inançsız göstermeye çalıştılar...
*
Oysa gerçek İslam’da Karun gibi gelip Harun gibi olmak yoktu...
Yoksulluğu hayat biçimi haline getirip, biat toplumu yaratarak iktidarını mutlak hale getirmek, ancak firavunların işi olabilirdi...
Gerçek inananlar, halkı yoksulken, yırtık ayakkabıyla dolaşırken, üstünde başında yokken saraylarda oturmazdı...
*
Hz. Mevlana Celalettin Rumi’nin Mesnevisi’nin 1. Cildinde, “maksat kıssadan hisse çıkartmaktır.” Diyerek anlattığı, Hz. Ömer ile ilgili şu hikaye, bu din sömürücülerinin kulağına küpe olmalıdır:
Tahtı Medine’de bulunan başbuğ kayserin elçisi Hz. Ömer’i görmeye gelir...
Ve halka, “Halifenin köşkü nerededir? Kaldığı yer hangi taraftadır?” diye sorar...
Elçi’ye derler ki, “Onun mülkü ve meskeni yoktur. Ancak aydın can köşkü vardır; onun meşhur büyüklüğü adaletindendir;  devlethanesi fakirlerinki gibidir.”
*
Mesnevideki bu hikaye, sadece Hz. Ömer’in meşhur adaletinin değil, aynı zamanda bugünkü iktidar sahiplerinin, o dillerinden düşürmedikleri “İslam” dininden hiç bir şey anlamadıklarının da hikayesi değil midir?

Mustafa Tuğrul Turhan


22 Kasım 2014 Cumartesi

Yırtık Ayakkabı Kader Değildir...

Ermenek maden faciasında yaşamını yitiren madenci kardeşimizin babasının yırtık lastik ayakkabısı hepimizin yüreğini dağladı...
*
Buna üzülmekle kalmadık; kızdık, söylendik, yazdık, fotoğrafını paylaştık...
Her felaketten sonra yaptığımız gibi yine bireysel yardım ulaştırmak için yarıştık...
*
Ve sonunda Ermenek kaymakamı, “herkes Recep amca için arıyor, ama burada 18 ailemiz var onlarda mağdur “dedi...
Farkında olmadan bir gerçeğe ayna tuttu...
*
Ağacı görüp ormanı görmemektir bizim gerçeğimiz...
Aysbergin tepesini görüp altını düşünmemek...
Recep amcanın yırtık ayakkabısı bir vesile ile gündeme oturana kadar en yakınımızdaki yırtık ayakkabıları fark etmemektir...
*
Birileri köşeleri defalarca dönüp yüzlerce ayakkabı alırken, birilerinin her geçen gün daha da yoksullaşıp yalınayak gezdiğini görmemektir...
*
Oysa her yanda memleketimin bu halini yansıtan insan manzaraları çokça vardır...
*
Mesela, mutlaka yolumuz düşmüştür anlı şanlı markalarla dolu onlarca AVM’nin bulunduğu büyük kentlerimizdeki devlet hastanelerinin herhangi birine...
O hastaneler ki, siyasi iktidarın yanlış, yanlı ekonomik ve sosyal politikaları sayesinde toplumun ikiye bölündüğünün resmidir...
*
Yüzde ikiyüz fark ödeyerek lüks özel hastanelere gidebilen insanlar ile devlet hastanelerine mecbur olan insanların profili çok başkadır...
*
Devlet hastanelerinde poliklinik sırası bekleyen kadınlarımızın birçoğunun ayağında, soğuk kış günlerinde sadece kendi ördüğü yün çorap ve terlik vardır...
Üstlerinde ayak bileklerine kadar tek tip bir pardesü...
Başlarında türban ya da başörtüsü...
İnançtan değildir sadece, yokluktandır o örtü...
Zira yiyeceği ekmeğin parasını bulamayan o kadınlarımız, genç kızlarımız bırakın ayda yılda bir kuaföre gitmeyi, marketten saç boyası bile alamaz...
Erkeklerimizin üstü başı da kadınlarımızınkinden farkı değildir...
*
Kısacası yoksulluk fışkırır dört bir yandan...
*
Ama bizim, yırtık ve hatta olmayan ayakkabıları görmemiz için, Recep amcaların fotoğraflarını birilerinin gözümüze sokması gerekir nedense?
*
Yoksulluğun asla ve asla kader olmadığını, bireysel yardımlarla değil, köşe dönmeci zihniyetlerin iktidarına son verilmesi ve ekonomik sistemin emekten yana değişmesiyle yok edilebileceğini görmemiz içinse, bin fırın ekmek yememiz...

Mustafa Tuğrul Turhan




Deniz Gezmiş’in CHP ile Ne Alakası Var?..

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Deniz Gezmiş’in annesinin vefatı nedeniyle aileye taziye ziyaretinde bulunmuş...
Bu hareketini, medeni ilişkiler çerçevesinde nazik bir davranış olarak değerlendirmek gerekir...
Ne var ki ziyaret sırasında yaptığı, “Türkiye'nin en yürekli insanı Deniz Gezmiş'i askerler astılar. O dönemde kurulan mahkemelerle idam edildi. Ama bu toplumun vicdanı Deniz Gezmiş'i asla ve asla unutmadı.” Şeklindeki ilginç açıklaması üzerinde ayrıca durmakta da taşların yerli yerine oturtulması bakımından yarar vardır...
*
Bir defa, CHP Genel Bakanı sıfatını taşıyan birisinin, “Deniz Gezmiş’i askerler astılar” gibi bir cümle kurabilmesi için kendi partisinin tarihini hiç bilmemesi ve uygulandığı dönemde idamların hukuken TBMM kararıyla gerçekleştiğinden bihaber olması gerekir...
*
Deniz Gezmiş ve arkadaşları askeri mahkeme yargılanmışlardır ancak, haklarında verilen idam kararı TBMM de yapılan oylama sonucunda uygulanmıştır.
Ve TBMM’deki oylamalarda şimdi Kılıçdaroğlu’nun genel başkanı olduğu CHP milletvekillerinin büyük çoğunluğu idama kabul oyu kullanmışlardır...
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarına ilişkin ilk oylamada 238 kabul oyuna karşılık 53 ret çıkmıştır...
Ret oylarının 51’i o gün mecliste 142 milletvekili olan CHP’ye aittir; yani bu tabloya göre, CHP’nin büyük çoğunluğu meclise bile gelmemiş, diğerleri de kabul oyu vermiştir...
Keza o zaman var olan Senatoda yapılan oylamada da parti yine grup kararı almamış, kendi haline bırakılan CHP’lilerin yarısından çoğu ret oyu vermemiştir...
*
Bir gurup CHP’li idam kararını Anayasa mahkemesine taşımış, mahkeme 7’ye karşı 8 oyla kararı usul yönünden iptal edince TBMM’de ikinci oylama yapılmış, o zaman 450 üyeli olan mecliste 323 üye oylamaya katılmış, bunlardan 273’ü evet, 48’i kabul yönünde oy kullanmış, 2 üye çekimser kalmış, 118 üye de oturuma katılmamıştır...
Bu ikinci oylamada CHP’nin ret oyu 47 gerilemiş ve ayrıca idam kararının bu defa esas yönünden iptali için Anayasa Mahkemesine gidilme imkanı da kullanılmamıştır...
*
Şimdi kimileri çıkıp, “efendim o zaman parlamento üzerinde askerin vesayeti vardı” diyecektir; lakin 47 CHP’li ret oyu verebilmişse diğerlerinin de ret oyu vermemeleri için hiçbir neden bulunmadığı ve bu savın sadece bir mazeret olduğu çok açıktır...
*
Hal böyleyken bugün CHP Genel Başkanının çıkıp, “Deniz Gezmiş’i askerler astılar” demesi,  en hafif deyimle çok vahim bir hatadır...
Kılıçdaroğlu’nun tarihi gerçekleri çarpıtarak epey zamandır Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını adeta CHP çizgisindeymiş gibi göstermek suretiyle sahiplenmeye kalkması, toplumun onlara duyduğu derin sevgiden siyasi rant devşirmeye çalıştığını düşündürmektedir...
Lakin bu, hiç de doğru ve etik bir tavır değildir...
Kuşkusuz her şeyden önce Deniz’lerin anısına saygıda kusurdur...
*
Öyleyse, başta CHP Genel Başkanı olmak üzere onun gibi davranan CHP’liler artık Deniz Gezmiş ve arkadaşları üzerinden siyaset yapmaktan vazgeçmelidir...
Deniz gezmiş ve arkadaşları, son tahlilde sosyalist bir toplumu hedeflemiş devrimcilerdir...
Kimse kusura bakmasın, gerek onların ve gerekse onların kuşağındaki gençlik çizgisinin CHP ile ne alakası vardır?
*
Unutulmamalıdır ki, toplumsal hafıza ve tarih bilimi, siyasi partilerin hangi olay karşısında nasıl tavır sergilediklerini, çizgilerinin ne olduğunu, genel başkanlarının kişisel tutumuna veya ne söylediğine bakarak değil, parti olarak fiilen yaptıklarına ve genel eğiliminin ne olduğuna göre değerlendirir...
*
Bu bağlamda, yakın geçmişin hafızalardan silinmeye çalışılması ile “at izinin it izine” karıştırılması girişimlerine izin vermemek ve gerçekleri haykırmak, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının anısına saygılı olmanın en baş koşulu olsa gerektir...

Mustafa Tuğrul Turhan





20 Kasım 2014 Perşembe

Çap...

Onbirinci cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kamuoyunda “kayıp trilyon” olarak bilinen dava kapsamında savcıya ifade veriyor...
Bizim özgür medya” bunu manşet yapıyor...
Abdullah Gül, gidip ifade verdiği için neredeyse kahraman ilan ediliyor...
*
Abdullah Gül’ün dokunulmazlığının ta cumhurbaşkanı olduğu zaman sona ermiş olduğu, bu ifadeyi normalde çok önce vermesi gerektiği halde vermediği, şimdiyse cumhurbaşkanlığı da bittiği için Gül’ün artık tamamen bir sade vatandaş olduğu görülmüyor...
*
Hukuk ve yasalar önünde herkesin eşit olduğu lafta kaldığı için, Eski bir cumhurbaşkanı olarak Gül’ün, kayıp trilyon davasında ifade vermesi, olağandışı görülüyor...
Böyle olunca da Abdullah Gül’ün ifade vermesi, adeta neden yargılandığının bile önüne geçiyor...
*
Oysa aynı Gül, refah partisine yapılan hazine yardımının sahte belgelerle harcanmış gibi gösterilmesi gibi son derce ciddi akçalı bir konuda yargılanıyor...
*
Bu nedenledir ki, aynı davada birlikte yargılandığı ve dokunulmazlığı olmadığı için hüküm giymiş olan Erbakan’ın cezasını cumhurbaşkanıyken affetmiş olması, emsaline az rastlanır bir olay olarak halen tartışılıyor...
*
Basın böyle de muhalefet farklı mı davranıyor?
Hayır!..
*
Ana muhalefet partisi CHP’nin sözcüsü Haluk Koç, Gül’ün ifade vermesini değerlendirirken, “Türkiye’nin eski cumhurbaşkanı davet üzerine gidiyor ifade veriyor, yeni cumhurbaşkanı ifadeden kaçıyor, oğlunu da kızını da kaçırıyor, neden birisi kendine güveniyor, ‘benim suçum yok’ diyor, diğeri tapeler gerçek çıkacak diye ecel terleri döküyor.”  Diyerek, Gül’ün de cumhurbaşkanlığı süresi içinde ifade vermediğini görmezden geliyor...
*
Recep Tayyip Erdoğan’a yüklenmek isterken, Gül’ün ifade vermesini, suçsuz olduğuna inandığı için kendisine güvenmesinin kanıtıymış gibi gösteriyor; neredeyse aklayıp, hak etmediği bir yere oturtarak, kaş yapayım derken göz çıkartıyor...
*
Bu tablo, demokrasiyi ve eşit yurttaşlık ilkesini bir türlü içine sindiremeyen bir ülkenin basınının da muhalefet sözcüsünün de çapını ortaya koyuyor...

Mustafa Tuğrul Turhan






Lastik Ayakkabı...

Hani bazen söyleyecek söz bulunamayan haller vardır...
Bir şey söylesem, ama ne söylesem; bu durumu hangi sözcüklerle anlatsam denen haller...
Ermenek’teki maden faciasında yaşamını yitiren madenciler için dün yapılan cenaze törenine damgasını vuran, ölen madencilerden Tezcan Gökçe’nin babası Recep Gökçe’nin ayağındaki yırtık lastik ayakkabılara ait fotoğrafların sosyal medyayı sallaması üzerine bugün,  Valilik tarafından iki çift yeni lastik ayakkabı gönderilmesi tam da böyle bir hal...
*
Cumhurbaşkanına sarayların inşa edildiği, süper uçakların alındığı, devlette her türlü savurganlığın yapıldığı bu ülkede, baba Recep Gökçe o lastik ayakkabıları yokluktan değil de keyfinden giyiyormuş ve de illa ki lastik giymeliymiş,  başka ayakkabı giyemezmiş gibi koskoca valilik, pazarlarda 7,5 veya 10 liraya satılan iki lastik ayakkabı gönderiyor...
Bunu yaparken utanmıyor, sıkılmıyor...
*
Bu iki çift lastik ayakkabı, ülkeyi yönetenlerin kafa yapısını, yoksulluk meselesine nasıl baktığını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor...
*
O kafa, lastik ayakkabı göndermeye utanmadığı gibi, oniki yıldır ülkeyi her şeyin güllük gülistanlık olduğunu iddia ederek yönettiği halde, bu ülkenin insanının hala neden lastik ayakkabıya muhtaç olduğu konusunda samimi olarak hiç düşünmüyor...
*
Birilerinin halis deriden pahalı kösele ayakkabılar giymesini, başka birilerinin de o pahalı ayakkabıların boya parası kadar ederi olan “soğukkuyu” lastik ayakkabılar giymesini yaşamın “fıtratı” olarak görüyor...
*
Onlar için yoksul halk, seçimler öncesinde kömür, erzak, bazen de beyaz eşya dağıtılarak kafalanan, sonrasındaysa kaderiyle baş başa bırakılan kalabalıklar olmaktan başka bir anlam ifade etmiyor...
O kafa, yoksulluğu yok edeceğiz deyip sadaka kültürünü yerleştiriyor; iktidarını bu kültür sayesinde sürdürüyor...
*
Bugünün cumhurbaşkanı, dünün başbakanının talimatıyla, kapı kapı dolaşıp, seçim yatırımı yardımları bizzat dağıtmayı zul saymayan vali, bugün de lastik ayakkabı göndermeyi marifet sayıyor...
İşte “bu kafanın” valisinin ufku da bu kadar oluyor...

Mustafa Tuğrul Turhan












19 Kasım 2014 Çarşamba


TARİH VE DERSİM!..

Her devrim, kendisini kabul ettirmek, korumak ve öngördüğü düzeni yerleştirmek için savaş vermiştir.
Bu her çağda, dünyanın her yerinde böyle olmuştur.
*
1789 Fransa ihtilalinde, kral 16.Luis ve Kraliçe Marie Antoinette ’nin idam edilmelerinin ötesinde, "devrim evlatlarını yer" kuralı işlemiş, ihtilalin önde gelen isimleri Danton ve Robespierre de idama mahkum edilmiş, çok sayıda mahkum ve sivil ölmüştür.
*
1917 Rus Bolşevik ihtilalinde, direnen Çar taraftarları bunu hayatlarıyla ödemiş, zaman içinde, devrimin nasıl ilerleyeceği konusunda yaşanan fikir ayrılıkları, devrimin kendi çocuklarını yemiştir.
Troçki, Stalin tarafından tasfiye edilmiş ve sonunda öldürülmüştür.
*
İnsanlık tarihine kara sayfalarla geçen, Hitler'in Nazi imparatorluğunda, Yahudiler başta olmak üzere, düzene karşı olan herkes katledilmiş ve sonunda Nazizm dünyanın başına bela olmuş, 2. dünya savaşında yüz binlerce insan hayatını kaybetmiştir.
Musolini’nin faşist İtalya’sında durum hiç farklı değildir.
*
Amerika'da  bağımsızlık isteyen güney eyaletleriyle Washington yönetimi arasında çıkan "Kuzey-Güney"  Amerikan iç savaşında çok sayıda insan ölmüş, savaşın sonunda kuzeyliler galip gelmişse de bundan beş gün sonra Abraham Lincoln bir suiskast ile öldürülmüştür.
*
Aslında bu kadar gerilere gitmeye de gerek yoktur.
Pakistan ve Hindistan da sivillerin can kaybına neden olan entrika dolu iktidar mücadeleleri hala hafızalardadır.
Daha dün; Romanya’da demokratik devrimle komünist rejim devrilirken kanlı çatışmalar olmuş, Çavuşesku idam edilmiştir.
Yugoslavya’nın dağılma sürecinde Hırvatlar, Sırplar, Slovenler, Arnavutlar ve Boşnaklar arasında yaşanan iktidar ve bağımsızlık savaşlarında, dünyanın gözleri önünde, Avrupa’nın göbeğinde binlerce masum insan öldürülmüştür.
* 
Bugün “Arap Baharı” diye yutturulmaya çalışılan, emperyalizm destekli “ayaklanmalarda” nedeniyle, Libya’ da, Mısır’da binlerce masum sivil ölmektedir.
Libya’nın devrik lideri Kaddafi dünyanın gözü önünde hunharca katledilmiştir.
Amerika, uydurma bir nükleer silah bahanesiyle girdiği Irak’ta kendi yaptığı kıyımlar yetmezmiş gibi, binlerce insanın öleceği iç savaşın fitilini de ateşlemiştir.
*
Bu coğrafyada var olmuş dinlerin tarihi de, birçok kanlı savaş ve kıyıma sahne olmuştur.
Bugün, burada birbirine düşürülmeye çalışılan Müslüman gurupların ve hatta Dersim’lilerin mezhepsel kökeni de ta, Sıffın savaşı ve Kerbela’dan gelmektedir.
Suriye de isyan kışkırtmak ve bir iç savaşı veya müdahaleyi sahneye koymak için, bu mezhepsel ayrılıkları kışkırtmak dahil, her türlü tahrik yapılmakta, Esat yönetimi isyanları kanlı bir şekilde bastırmaya çalışmaktadır.
*
Kısacası, demokrasiler dışındaki iktidar mücadeleleri ve isyanların bastırılması çoğu zaman kanlı çatışmalara sahne olmuş ve halen de olmaktadır.
Hiç kuşkusuz, bütün bunların hiç yaşanmaması temenni olunur, ne isyan olsun, ne de kan dökülsün, insanlar ölmesin, iktidar mücadeleleri savaşsız, kansız, demokratik yollardan yapılsın istenir.
Lakin bir devletin varlığı ve bütünlüğüne karşı silahlı bir isyan varsa, o devletin, bu isyanı bastırmak için silah kullanmaya hakkı olduğunu da kabul etmek gerekir.
*
Bırakın demokratik olmayan bir rejimi, demokrasinin de kendisini koruma hakkı vardır.
Atatürk'ün önderliğinde gerçekleştirilen cumhuriyet devriminin, Osmanlı'nın enkazı üzerine kurulma aşamasında karşılaşılan etnik ve dinsel kökenli çok sayıda isyandan birisi olan Dersim İsyanının da bu genel çerçevede değerlendirilmesi en gerçekçi yaklaşım olacaktır.
*
Savaş ve şiddet elbette ki, insan onuruna ve akla aykırıdır, ama bu, onun iktidar mücadelelerinin bir parçası olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
İnsanlık tarihi boyunca yaşanan isyan, devrim ve savaşların sebep ve sonuçlarının sağlıklı biçimde değerlendirilmeleri, bugünün dünyasından bakılarak değil, ancak kendi zaman dilimleri ve koşulları içinde ele alındığında mümkün olacaktır.
*
Aksi halde bugün, iki dünya savaşında birbirlerini yok etmeye çalışan devletlerinin Avrupa Birliğini oluşturmasının, Dersim olayında suçlanan CHP’nin başında bir Dersim’ linin, ABD’nin başında bir zencinin bulunmasının mantıklı bir izahı yapılamayacaktır. 

Mustafa Tuğrul Turhan  / 25.11.2011

17 Kasım 2014 Pazartesi

Muharrem İnce Boş Konuşmuş...

Bu beyler konuşacak bizler de yazacağız...
Çaresi yok!
Muharrem İnce, Emine Ülker Tarhan’ın istifasıyla ilgili olarak konuşmuş ve "Partimizden ayrılmasına tabii ki üzüldüm. Ama benim partiye bakışım ile Tarhan'ın partiye bakışı aynı olamaz. 12 yıldır milletvekilliği yapan biri olarak da benim partiye bakışım ile emekli olduktan sonra partiye üye olup, sonra partiden milletvekili olanın bakışı aynı olamaz. CHP benim için ailem gibidir."
*
Birincisi bu konuda ne diye konuşmuş?
İkincisi, yanlış konuşmuş...
*
Adama sormazlar mı, CHP’nin genel başkan seçimli olağanüstü kurultayında Kemal Kılıçdaroğlu karşısında aday olup, parti faaliyetleriyle ilgili dünyanın eleştirisini yapan sen değil miydin diye...
Ne değişti kurultay sonrasında?
Aynı tas aynı hamam bile değil, daha da geriye gidildi...
Emine Ülker Tarhan’da senin kurultay kürsüsünden eleştirdiğin konuların düzelme ihtimalini görmediği için CHP’den istifa etti ne var bunda...
Sana ne?
Sen eleştirdiğin onca yanlışa rağmen partide kalırsın, bir başkası istifa eder...
İlk kez mi oluyor bu; Turan Feyzioğlu ayrılıp başka parti kurmadı mı? Ecevit CHP dışında kalıp DSP’yi kurmadı mı?
*
Şimdiye kadar parti içinde muhalif duruşun nedeniyle bu konuda en son konuşması gereken adamsın sen...
Ha, genel başkana ve partiye yönelik eleştirilerinin, seçimler geldiğinde adaylığına engel olacağı endişesiyle eski kayıtları silmeye çalışıyorsan nafile uğraşma...
Seni genel başkan silmezse, bu ikiyüzlü tavrın nedeniyle halk siler...
*
Hadi konuştun bari doğru şeyler söyle...
“Emekli olduktan sonra partiye üye olup, sonra partiden milletvekili olanla, 12 yıldır milletvekilliği yapan biri olarak benim partiye bakışım aynı olmaz” ne demek?
Burası asker ocağı mı ki, üç gün önce gelenin ayrıcalığı olsun...
*
Rakibi olduğun genel başkanının Emine Ülker Tarhan'dan farkı ne?
O da SSK’dan emekli olduktan sonra gelip partiye üye olmadı mı?
Yetmedi, yıllardır CHP'ye emek verip saçını sakalını ağartanlara rağmen geçip genel başkan koltuğuna oturmadı mı?
*
E öyleyse...
İnsan önce düşünüp sonra konuşmalı...
Ağzından çıkanı kulağı duymalı...
Laf biliyorsa söylemeli ibret alınmalı, bilmiyorsa susmalı adam sanılmalı...

Mustafa Tuğrul Turhan






Lümpen...

Hürriyet Gazetesinin AKP iktidarına,  “bizde size muhalif yazarlar da var, bak sizin ‘cenahtan’ olanlar da var” diyerek,  vaziyeti kurtarmak için bir “denge unsuru” olarak Kanal 7 spikerliğinden alıp getirdiği Ahmet Hakan...

Sonradan entel rollerine yatıp, hem nalına hem mıhına vurmak suretiyle tam da zamane “köşe yazarı” olan Ahmet Hakan...

İlhan Cavcav’ın futbolcularına sakalı yasaklamasıyla ilgili bakın ne yazmış...

 **
“Bana bak İlhan Cavcav
Futbolcularına sakalı yasaklamışsın.
“Burası İmam Hatip Okulu değil” diyerek.
*
La bu sakal sana ne etti İlhan Cavcav
Hele bir deyiver.
*
80 Yaşına gelmişsin.
Gençlerbirliği’ne başkan olmuşsun.
Oturup işini yapacağına...
Kafayı iki üç topçunun sakalına takmışsın.
Hakikaten bir deyiver:
Bu sakal sana ne etti?
*
Türk futbolu dökülüyor.
Türk futbolu geriliyor.
Türk futbolu ölüyor.
Sen tutmuş kılla, tüyle uğraşıyorsun.
*
Gerçekten de ne etti bu sakal ne etti ey Cavcav?”
**
Ne demişler üslubu beyan aynıyla insan...
Yani üslubuna bak adamın ne olduğunu anla...
*
Cümleye bak: “La bu sakal sena ne etti İlhan Cavcav?”
Lan diyecek de kıvırarak diyor...
Seviyeye bak!
*
Hadi üslubu bırak içeriğe bak!
O da kocaman bir sıfır...
Lümpen sokak ağzı...
Futbol dökülüyormuş da Cavcav “kılla, tüyle” uğraşıyormuş...
*
Daha dün gece gördü cümle alem, hakemin düdüğüne rağmen topa vurduğu için sarı kart görünce Burak denen adamın neler yaptığını...
Bu ekstrem bir örnek mi, değil...
Bak, Emre’ye, Sabri’ye, kampta birbirlerine silah çeken diğerlerine hep aynı karakteri görürsün...
Hep aynı adamlar, aynı “lümpen” tavırlar...
*
Ey Ahmet Hakan,  işte futbolun dökülmesinin nedenlerinin başında bu “karakterin” egemen olması, iş“ahlakı” yokluğu geliyor...
Sakal da bu eksikliğin bir parçası...
Adeta, lümpenliğin, kural tanımazlığın, istediğimi yaparım demenin simgesi...
Nitekim o sakallılardan biri, dün sanki ilk defa böyle bir şey oluyormuş gibi “küfür” edildi diyerek stadı terk etti...
Ve ne oldu?
O adama, milli takım sorumlusu olması gereken adam, yine lümpen bir tavırla sahip çıktı...
İşte futbolun içinde bulunduğu halin nedeni bu tür adamların ön planda olmasıdır...
IŞİD sakalı da bu işlerin bir parçasıdır...
*
Ey Ahmet Hakan, yılların başkanına  “80 yaşına gelmişsin”, “la” diyerek tam da kendine yakışır şekilde, çaktırmadan hakaret edeceğine dön aynaya bak, o sakal sende de var...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

16 Kasım 2014 Pazar


Pazar Üçlemesi...

 
DENİZ SEKİ ve ADALET

Eli kanlı katiller, itibarlı adam muamelesi görüyormuş...
Hırsızlar, rüşvet dağıtanlar ellerini kollarını sallayarak dolaşıyormuş...
Rüşvet yiyenler gittikleri yerlerde “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganlarıyla karşılanıyormuş...
Ne gam!..
Deniz Seki’yi yakaladılar ya tamam...
Adaletin namusu kurtulur artık...
***
ADLİ YIL AÇILIŞ TÖRENİ

Adli yıl açılış törenlerinin iptal edilmesi ile ilgili olarak Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, “kaldırırlarsa kaldırsınlar, biz de milletimizle birlikte Anıtkabir’de yaparız, oradan da bir stadyuma geçer konuşmalarımızı da orada yaparız” demiş...
İşte bu kadar...
Çok da güzel olur...
Hiç değilse, adalet, adaleti olmayanların sahte törenlerinden kurtulur, sırça köşklerden çıkar, millettin arasına karışmış olur...
***
IŞİD SAKALI

Gençlerbirliği Spor Kulübü Başkanı İlhan Cavcav, “Kulüp müdürüme söyledim maçlara kim sakallı çıkıyorsa her maç için 25000 lira ceza keseceğimi, ısrar etmeleri haline kadroya alınmayacaklarını tabelaya yaz dedim. Burası İmam Hatip Okulumu, Yıldırım Demirören’e de söyledim, bu kararı alamayız diyor, UEFA bilmem ne yapar diyor, bıktık UEFA’dan yahu” demiş...
Ne de güzel söylemiş...
Şimdi bunu da özgürlük meselesi olarak tartışacaklar çıkacaktır...
Çıksın...
Çıksın da önce, Volkan’ın, Arda’nın IŞİD militanları gibi bıraktıkları çirkin sakala baksın...
O sakalı bırakmak özgürlükse, onu çirkin bulmak ve bir kulüp başkanı olarak para cezası kesmek de özgürlüktür...
Hay ağzına sağlık İlhan başkan...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

14 Kasım 2014 Cuma

Kafadaki Çuval...

Siyaset yapmakla siyaset yazmak arasında pek çok benzerlik vardır...
Hiç beklenmedik bir anda, küçük bir olayın değerlendirilmesinde, en yakınlarınla bile ayrı köşelere düşmek bu benzerliklerden sadece birisidir...
*
Al işte, İstanbul Eminönü’nde bir grup genç tarafından Amerikalı bir askerin kafasına çuval geçirilmesi eylemi...
Kişisel kanaatimi yazacağım, birileri yüzüme olmasa da içinden, “bizde bunu adam sanıyorduk” diyecek...
Yazmayacağım içim rahat etmeyecek; o nedenle kim ne derse desin yazacağım...
*
“Askerin başına çuval geçirmek” olarak yapıldığı için bu eylem, öncelikle 4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta bulunan Süleymaniye kentinde karargah kurmuş olan 11 Türk askerinin başına Amerikalı’larca çuval geçirilmesini hatırlatıyor...
Daha sonra da kısmen Amerikan 6. Filosu İstanbul’a geldiğinde kente inen çok sayıdaki askerin protesto edilerek denize atılması olayına benziyor...
Ama sadece hatırlatıyor ve benziyor...
*
Kuzey Irak’ta kafalarına çuval geçirilen Türk askerleri üniformalı ve görev başında, bu olaydaki iki Amerikan askerleri ise sivil kıyafetleriyle bankamatik sırasında...
İkincisi, 6. Filo mensubu askerlerin İstanbul’da denize atılmasına kadar varan protestoların fitili, Amerikalı’ların özellikle eğlence mekanlarının bulunduğu Beyoğlu’nda taşkınlıklar yapmaları, hesap ödemek istememeleri üzerine ateşleniyor, protestoyu başlatan gençlere, halk da büyük çaplı destek veriyor; bu olayda ise halktan destek gelmediği gibi, Amerikalı iki sivil kıyafetli askerin protestoyu davet eden bir taşkınlığı görülmüyor...
*
Ha eğer, üniformalı olup olmamaları, taşkınlık yapıp yapmamaları önemli değil, Amerikalı olmaları yeter; burada onların Şahsında Amerikan emperyalizmi protesto ediliyor.” Deniyorsa o başka...
O zaman, ülkeye gelen Amerikalı turiste de çuval geçirmek mubah demektir...
Al sana eylem, hem de çok kolay...
*
Demem o ki, bu tür eylemler artık pek ilgi çekmiyor ve halktan da destek görmüyor...
Neden mi?
Amerikalı, Amerikalılığını yapıyor...
 Esas kafasına çuval geçirilmesi gerekenler, Amerikalı ile kol kola girip, kendi ülkesine satanlar...
O kadar çok çuvallık kafa var ki, ortada gerine gerine dolaşıyor...
*
İktidarlar Amerikalı “dostlarla” iyi geçinmeye bağlı olarak alınıp veriliyor...
Amerika ne derse o oluyor...
Ülke bölünmenin ve bunu sağlayacak olan anlamsız bir savaşın eşiğine getiriliyor...
Atatürk’ün partisi, BOP projesinin, bölüm bölüm uygulamasına ses çıkarmıyor, hatta destek veriyor...
Halk umudunu yitirmiş, aldatılmış, Amerikancı AKP politikalarının esiri olmuş...
İki sivil giyimli Amerikan askerinin kafasına çuval geçirmişsin kimin umurunda...
*
Ama bunu yapanları kahraman ilan edenler de yok değil...
Bunlardan birisi de tribünlere yazan ve iki lafın başında “İzmirli” “Egeli” olmayı marifetmiş gibi öne çıkartan Yılmaz Özdil...
Bu eylemi yapan gençlik örgütün başkanı için, “Bizim oralı, tipik ege çocuğudur. En çetrefilli durumlarda bile, hayata gülümseyerek bakar. Gazetelerde yayınlanan gözaltı fotoğraflarına baktım mesela... Gülümseyerek selfie yapmış iyi mi!” diyor...
Getirip olayı yine memleketçiliğe bağlıyor ya pes yani...
Bu ülkenin başka kentlerinden “ en çetrefilli zamanlarda bile, hayata gülümseyerek bakan” kimse çıkmıyor sanki...
Oysa analar neler doğuruyor...
Nedir bu, CHP’ye oy veriyor diye göklere çıkartılan İzmir abartması anlamak mümkün değil...
Bak son seçimlere İzmir’de AKP’nin nefesi ensede...
Yurdunu milletini seven insan her yerden çıkar, çıkıyor da Gezi protestolarında genç yaşta yaşamını yitirenler, Validebağ’da polis barikatına yumruk sallayan kadınlar nereli acaba?
*
Bunun ne önemi var...
Onların protestoları, iki Amerikalı’nın başına çuval geçirmekten çok daha somut ve anlamlı değil mi?
Kahraman aranıyorsa, kafadaki “memleketçilik” çuvalını çıkartıp, ülkenin her köşesinde, zulme ve hukuksuzluğa direnen binlerce on binlerce yurtsevere bakmak gerek...

Mustafa Tuğrul Turhan







9 Kasım 2014 Pazar

Devrimci Değil Statükocu...

Kılıçdaroğlu’nun ilginç çıkışları var...
Al bir tane daha...
*
Bugün partisinin Ankara Bölge toplantısında, ''Dünyanın en kolay işi bir devleti yönetmektir. Diyeceksiniz ki nasıl? Devlette her şeyin hukuku vardır kuralı vardır. BDDK kanunu vardır, Merkez Bankası kanunu vardır. Her şeyin kuralı vardır. Siyaset o kurumların görevlerini yapmalarını sağlamaktır.” Demiş...
Duyan da defalarca devlet yönetmiş sanır...
*
Muhtemelen, bu sözleriyle partililerine güven aşılamaya çalışıyor...
Kendisine, “diyeceksiniz ki nasıl?” Diye soru yöneltildiğini varsayıp, kendisi cevap veriyor...
Devlette her şeyin hukuku vardır, kuralı vardır, dedikten sonra, BDDK kanununun, Merkez Bankası kanununun olmasını örnek gösteriyor; siyasetin, kurumların görevlerini yapmalarını sağlamak olduğunu söylüyor...
*
İlk bakışta doğru gibi görünse de aslında eksik ve siyasetin gerçek işlevini görmezden gelerek konuşuyor...
Zira siyaset, illa ki zamanında birilerince yapılmış olup yürürlükte bulunan yasalar çerçevesinde kurumların özgür çalışmasını sağlamak değil, kurumların çok daha verimli ve insanların çok daha mutlu olmaları için hangi kuralın konulması, hangi yasanın çıkarılması gerekiyorsa, onu yapmaktır...
*
Nitekim Kılıçdaroğlu’nun da içinde bulunduğu parlamentonun varlık sebebi budur...
Parlamentonun temel görevi yasamadır...
Denetleme görevi talidir...
*
Kılıçdaroğlu bunu, bırakın bir siyasi partinin genel başkanı olmasını, AKP’nin meclis çoğunluğuna dayanarak, bütün yasaları istediği gibi değiştirmesinin en yakın tanığı olan bir parlamento üyesi olarak bilmesi gerekir...
*
Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Türkiye cumhuriyetinin temellerini atarken, Osmanlı’nın bütün kurallarını bir kenara atıp devrim yasaları yapmadı mı?
AKP iktidara gelince, her türlü yasa zaten var; ben kurumları buna göre çalıştırayım yeter mi dedi?
Sil baştan Kafasında ne varsa onun yasasını yapıp, devleti kendisine göre şekillendirmedi mi?
*
Öyleyse bir partinin başkanı olarak senin hedefin, iktidara gelince önünde bulunan hazır yasalarla kurumları çalıştırmak mı, yoksa AKP yasalarını sil baştan yapıp, yeniden cumhuriyeti ayağa kaldırmak mıdır?
*
Hal böyleyken, Kılıçdaroğlu’nun,‘devleti yönetmek dünyanın en kolay işidir, her şeyin kuralı, kanunu vardır’ demesi; sadece sık sık yaptığı “rastgele” konuşmalarının yeni bir örneği değildir...
Aynı zamanda, Atatürk’ün partisinin artık, büyük önderin devrimci ruhunu taşıyanların değil, ne yazık ki statükocuların yönetiminde olduğunun da dışa vurumudur...

Mustafa Tuğrul Turhan






8 Kasım 2014 Cumartesi

Santralin Önü Zeytin Ağacı...

Altı bin zeytin ağacı kesiliyor...
Termik santralin kurulacağı yer inşaata hazır duruma getiriliyor....
Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı iş işten geçtikten sonra uygulamaya konuluyor...
Böylece, geciken adaletin adaletsizlik olduğu bir kez daha kanıtlanıyor...
Yani neresinden bakarsan bak, tam bir “Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye” durumu yaşanıyor...
*
Oysa bunun böyle olacağı yürütmenin durdurulması talebini içeren dilekçe Danıştay’a verilip dava Eylül ayında görülmeye başlandığında belli...
Davaya bakan Danıştay 6. Dairesi, pek ala hiç vakit geçirmeden yürütmeyi durdurup, dosya üzerindeki incelemesini bundan sonra yapabilir...
Ama nedense bunu yapmıyor...
*
Kamuoyu zeytin ağaçların kesilmesinin baş sorumlusu olarak, Soma’da termik santral kuracak olan Kolin İnşaat şirketini görüyor...
Oysa ağaçların kesilmesinin yolunu, Bakanlar Kurulunun 2014/6272 sayılı kararı ile o zeytinlikleri termik santral yapımı amacıyla kamulaştırarak, Kolin şirketine tahsis eden AKP hükümeti açıyor...
*
Kolin şirketi, zeytin ağaçlarını yerli linyit kömürüyle çalışacak 510 MW gücünde bir santral kurmak için kesiyor...
Peki değer mi?
Kurulacak santralin yanı başında halen faaliyete devam eden SEAŞ şirketine ait 1030 MW kurulu güce sahip termik santral, yük tevzi talimatları çerçevesinde neredeyse %40 kapasiteyle çalışırken, yeni bir santral kurulmaya çalışılıyor...
Yerli linyit rezervlerinin yüksek oranda kükürt içermesi nedeniyle çevreye yapacağı olumsuz etkiler de dikkate alındığında, Soma da bir santral daha kurulmasının, binlerce zeytin ağacının feda edilmesine değmeyeceği anlaşılıyor...
*
2013 yılı verilerine göre; toplam elektrik üretiminin % 43.8’inin doğalgaz ve % 24.8’inin hidrolik kaynaklar kullanılarak gerçekleştirildiği ve yerli linyit kömürüyle yapılan elektrik üretimi miktarının, toplam üretiminin sadece % 12,6 sına tekabül ettiği dikkate alındığında, altı bin zeytin ağacı kesilerek, Somada bir santral daha kurulmasının pek de fizibıl olmadığı görünüyor...
*
Elektrik üretiminin, başta hidrolik olmak üzere, güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir kaynaklar kullanılarak yapılmasına öncelik verilmesi gerekirken, büyük ölçüde çevre sorunları yaratacak kalitesiz yerli linyite dayalı üretim planlarının, yerli kaynak kullanımı nedeniyle “millici” bir politika olarak gösterilmesi, üretimin %43 oranıyla neredeyse yarısına yakınının ithal doğalgaz ve % 12.3 oranıyla da ithal kömür ile yapılıyor olması karşısında, bir aldatmaca olmanın ötesine geçemiyor...
*
Hal böyle olunca da termik santral kurmak için altı bin zeytin ağacını kesmek, bir doğa katliamı oluyor...
Halk tabiriyle söylemek gerekirse; “atılan taş ürkütülen kurbağaya değmiyor.”
*
Unutmadan, zeytin ağaçlarının katledilmesi sorumluluğunun, sadece Kolin şirketinde değil, aynı zamanda ona bu yolu açan AKP hükümeti ile geciken adalette olduğunu da bir kenara yazmak gerekiyor...

Mustafa Tuğrul Turhan