30 Kasım 2013 Cumartesi


Aile Boyu...

Artık her şey siyaset malzemesi yapılabiliyor...
Sınır kalmadı...
Eskiden duymadığımız, görmediğimiz sözler, davranışlar şimdilerde siyaset için rahatlıkla kullanılabiliyor...
Eşler, çocuklar, hatta doğmamış torunlar üzerinden siyaset yapılmasında beis görülmüyor...
Sn. Başbakan son zamanlarda bunların örneklerini bolca sergiliyor...
Muharrem ayında,  Alevi ve Caferi yurttaşlara hoş görünmek için doğacak torunun bir adının da Ali olacağını söylüyor...
Bunu siyaseten söylemiyorsa, Alevi ve Caferi yurttaşların arasında neden açıklama gereği duyuyor?
Kime ne torununun adının ne olacağından...
Bugün toplu açılışlar yapmak için gittiği ve adeta başbakan geliyor diye sıkıyönetim ilan edilen Muğla’da, Japon Milli Gününde Kamer Genç’in, eşinin ne sıfatla konuşma yaptığını sormasını gündeme getiriyor...
Meydanlarda anayasal gösteri ve yürüyüş haklarını kullanan kadınlara karşı polisin uyguladığı şiddet apaçık ortadayken, hemen her gün bir kadın namus adına öldürülürken devletin hiçbir önlem alamadığı herkesin malumuyken, Kamer Genç’in eşinin ne sıfatla konuştuğunu sormasını kadına şiddet olarak nitelendiriyor...
“Kadına şiddete son diyenler, kadına el uzatılamaz diyenler, kadına bu noktada söz, laf, hakaret edilemez diyenler eğer bizim parlamentomuzun çatısı altında kalıyor da onların partisi onları muhafaza ediyorsa CHP’den hesap sormak lazım. Lafla kadına siyasi hak verilmez, lafla kadına saygı olmaz.
Ben konuşamıyorum. Eşim olduğu için konuşamıyorum. Ama görüyorum ki milletim konuşuyor. Adını ağzına almak ona taltif olur. O nedenle alamam. Dolayısıyla bunun gereğini benim milletim vakti saati geldiğinde yapar. 4 ay sonra o zihniyete Muğla en büyük dersi vermelidir.” Diyerek, eşiyle ilgili bu konuyu siyasete tahvil ediyor...
Yetmiyor...
Sonra lafı kızlarına getiriyor...
“Ben dertli babayım. Benim de 4 çocuğum hepsi de katsayı engeline hem de başörtü engeline takıldılar. Kızlarım burada üniversite okuyamadı, yurtdışına gönderdim. Orada dünyanın en önemli üniversitelerinde okudular.” Diyor...
Ortada türbanla ilgili hiçbir engel kalmadığı, türban meclise bile girdiği halde hala türban üzerinde siyaset yapmayı sürdürüyor...
Sınır tanımıyor...
Konu siyasetse, her şey mubah oluyor...
Eş, çocuk, torun...
Hiç fark etmiyor...
Bu da siyasetin aile boyu oluyor...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

29 Kasım 2013 Cuma


Emperyalizmin B Planı

Büyük çoğunluk, dünyada ve özellikle de yakın çevremizde yaşanan siyasal gelişmeleri değerlendirirken, Amerika dünyaya hükmediyor, kendi çıkarlarına göre dizayn ediyor diye yorumluyor...
Buna göre, Büyük Orta Doğu Projesini Amerika yürütüyor...
Bu proje kapsamında Orta Doğuda, kendisine bağımlı ama sözde bağımsız bir Kürt devleti kuruyor...
Suriye’yi bölüyor...
Irak’ı parçalıyor...
Arap baharı projesinin arkasında o var...
Ama iş kendimize gelince Amerika ikinci, hatta üçüncü planda...
Bizi de o yönetiyor demek, onur meselesi sayılıyor...
Biz bağımsızız, Arap ülkeleriyle mukayese edilemeyiz teraneleri birbirini kovalıyor...
Peki, gerçek böyle mi?
Evet demek bayağı zor...
27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ortada...
Son zamanlardaysa, darbeler tarihe karışmış görünse de Amerika bu defa sivillerle iş birliği içinde...
Güya ince tarifeler yapılıyor, fakat eskiye göre bağımlılık ilişkileri daha bariz...
*
AKP 2002 de kuruluyor, genel başkanı Amerika’ya gidip geliyor, aynı yıl iktidar oluyor...
On yılı aşkın süredir Amerika, AKP’yi destekliyor...
Orta Doğu için öngördüğü başta Büyük Orta Doğu Projesi olmak üzere birçok projede AKP’yi müttefiki görüyor...
Ama Irak tezkeresinde olduğu gibi birçok kez de AKP onu yanıltıyor...
Yarı yolda bırakıyor...
Son bir iki yıldır ilişkiler iyice soğuyor, geriliyor...
Çünkü bu ilişki, özellikle AKP yönünden riyaya dayanıyor...
Amerika, AKP iktidarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışıyor, AKP’de bu uluslararası desteği ülkede kendi ideolojisini yerleştirmek, cumhuriyetle hesaplaşmak için kullanıyor...
Lakin AKP, gelişmeleri iyi okuyamayıp, bu ittifakı zorlayarak, Orta Doğuda İslam ülkelerinin hamisi ve lideri olmaya oynayınca yollar ayrılıyor...
Menfaat birliği yaralanıyor...
AKP’nin Mavi Marmara meselesindeki tavrı, İsrail’in ve dolayısıyla müttefiki Amerika’nın hoşuna gitmiyor...
Sn. Başbakanın Gazze gezisi Amerika’nın karşı çıkmasıyla bilinmeyen bir zamana erteleniyor...
Amerika Mısır’daki darbenin arkasında dururken, AKP Mursi’ye sahip çıkmaya kalkıyor...
Suriye’de İslamcı muhalifler AKP’den büyük destek alırken, Amerika strateji değiştiriyor...
Gezi protestoları ve diğer gösterilerdeki polis şiddetine AKP destek verirken Amerika eleştiriyor...
AKP işi iyice ileri götürüyor, Putin’e, bizi Şanghay Beşlisine alın diyor...
Keza, yılardır Amerika’nın desteğiyle terör estiren PKK ile çözüm süreci yapacağım deyip, Barzani ile yakınlaşması da PKK’yı ve Amerika’yı rahatsız ediyor...
AKP kendi başına hareket ettikçe ve Orta Doğu’da inisiyatif kullanmaya kalktıkça ipler geriliyor; kopma noktasına geliyor...
Ve sonunda Amerika, AKP ile yürümekte ciddi tereddütler yaşıyor...
AKP’nin iç hesapları doğrultusunda kendisini kullanmaya çalıştığını ve oyaladığını görüyor...
Ve B planını uygulamaya koyuyor...
*
Geçmişte AKP’ye ve liderine gösterilen teveccüh şimdilerde CHP ve liderine gösteriliyor...
Baykal’ın kaset operasyonu ile tasfiye edilmesinin ardından CHP’nin başına getirilen ve uzun zamandır türban, cemaat v.s gibi kritik her konuda AKP’den pek de farklı tavır sergilemeyen Kılıçdaroğlu, bizzat Amerika büyük elçisinin ısrarlı davetleri sonunda Amerika’yı ziyaret etme noktasına geliyor...
Bu davet sırasında Fetullah Gülen ile görüşülecek mi sorularına, parti ileri gelenleri hayır demiyor, bunu Fetullah hocaya sormak lazım diyor...
Fetullah hoca gelin dese, gidecekleri anlaşılıyor...
Ülke içinde Sarıgül’ün adaylığı ile başlayan bir cemaat, CHP yakınlaşması yaşanıyor...
Dershane kavgası AKP ile cemaatin arasını iyice açıyor...
CHP, burada da cemaati rahatsız etmeyecek bir tutum sergiliyor...
Hemen herkes, seçimlerde cemaatin CHP ile işbirliği yapacağından söz ediyor...
Amerika’nın ve onun himayesindeki cemaatin, CHP ile yakınlaşması çok dikkat çekiyor...
*
Bu görüntü, AKP ve başbakan Erdoğan’ın ipinin çekildiği izlenimini veriyor...
Dün, Fetullah Gülen cemaatinin bitirilmesi kararının alındığı Ağustos 2004 tarihli Milli Güvenlik Kurulu Kararının yıllar sonra seçime az bir süre kala basına sızdırılması, bu izlenimi ete kemiğe büründürüyor...
Daha önceleri başbakan Erdoğan’ın da dinlendiği haberleri hatırlanınca, seçimler yaklaştıkça Erdoğan ile ilgili ses veya görüntü kasetlerinin piyasaya sürülmesi suretiyle, bir iktidar değişikliğinin koşullarının yaratılacağı seziliyor...
AKP ve Erdoğan’ın bu gelişmeler karşısında nasıl bir strateji izleyeceği ve işlerin nereye varacağı merak konusu oluyor...
Ama en çok, CHP’nin, Amerika ve müttefiki emperyalistlerin B planını nasıl içine sindireceği, Amerika’ya, AKP’den daha fazla nasıl güvence vereceği ve bu işbirliğine seçmeninin ne diyeceği merak ediliyor...
Ancak bir konu çok net görünüyor...
Türkiye 1950 den bu yana emperyalizmin güdümlemesinden bir türlü kurtulamıyor...

Mustafa Tuğrul Turhan

28 Kasım 2013 Perşembe


Başbakan Eşleri...

Çok eskilere gitmeyelim...
O zamanlar, radyo var ama televizyon yok memlekette...
Şimdi olduğu gibi o gün ne yaşanmışsa akşama izleme şansı yok...
1968 de başladı TRT deneme yayını...
1970 den sonrasına bakalım o halde...
Hem yaşı yetenler bile bundan sonrasını anca hatırlar...
Ülkede kimler başbakanlık yaptı eşleri kimlerdi?..
Çoğumuz Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’ i bilir...
Seçilerek geldiler bu ikisi...
Bir de seçilmeden askeri darbelerin ardından o makama oturtulanlar var...
Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu, Sadi Irmak, Bülend Ulusu...
On iki Eylül darbesinden sonra yapılan ilk seçimleri kazanan Turgut Özal...
O cumhurbaşkanı olunca Yıldırım Akbulut...
Sonra gençler Mesut Yılmaz, Tansu Çiller...
Kısa süre de olsa Necmettin Erbakan...
Sonrası malum, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan...
Zorlayın hafızanızı bakalım, Süleyman Demirel’in eşi Nazmiye hanımı, resmi bir toplantıda konuşma yaparken, her yerde eşinin yanında görünürken hatırlayanınız var mı?
Peki, eşi kadar politikanın içinde olan Ecevit’in eşi Rahşan hanımı?..
Askeri darbelerden sonra gelen başbakanların eşlerini?...
Mesut Yılmaz’ın eşi Berna hanımı, Tansu Çiller’in eşi, Özer Çiller’i?..
Abdullah Gül ve R. Tayyip Erdoğan’ın hocası, Necmettin Erbakan’ın eşi Nermin hanımı?...
Ben hatırlamıyorum...
Bırakın resmi bir toplantıda konuşmayı, yurt dışı seyahatlerde bile göremezsiniz çoğunu eşlerinin yanında...
Şimdikiler öyle mi?
Dünyanın neresine olursa olsun hep beraberler...
Çoluk çocuk...
Diyarbakır’da Barzani’yi ağırlarken bile oradalar, iki göz iki çeşme...
Şimdi ateş püskürdükleri Suriye devlet başkanı başta, daha birçok yabancı ülke lideriyle aile fotoğrafları var...
Nerede bir açılış var oradalar...
Başbakan nerede, onlar oradalar...
Rahmetli Özal’ın eşi, Semra hanım da çok sosyaldi, papatyaların başıydı, ama bu kadar değildi...
Şimdikiler hem birlikte gezmeyi, hem de kürsülerde konuşma yapmayı seviyorlar...
Kim bilir, belki de “türbanlarıyla” her yerde hazır bulunarak, dosta düşmana Türkiye’nin “yeni imajını” göstermeyi tarihsel bir görev sayıyorlar...
*
En son Japon milli gününde kürsüde yine başbakanın eşi var...
Resmi bir davette elçi konuşur, Türkiye’yi temsilen de resmi sıfatı bulunan birisi konuşur...
Başbakan eşi olmak bir kimseye resmi bir sıfat kazandırmasa da, orada başbakanın eşi konuşuyor...
Tunceli Milletvekili Kamer Genç, bu duruma tepki gösterip, başbakanın eşi “ne sıfatla” konuşuyor diye soruyor, kıyametler kopuyor...
Polis, meydanlarda savunmasız kadınlara şiddet uygularken gıkı çıkmayanlar, Kamer Genç’in tepkisini, kadına karşı şiddet olarak değerlendirebiliyor...
Artık, “biat kültürü” hakim olduğu için, kimse “sıfat” kelimesin anlamını ve başbakanı eşi olmanın kimseye öncelik, ayrıcalık ve resmi bir sıfat kazandırıp kazandırmayacağını sorgulamadan Kamer Genç’e hakaretler yağdırıyor...
Ne içkili olduğu kalıyor, ne terbiyesizliği...
Kimileri ondan meclisteki çıkışlarının intikamını alıyor; linç etmeye çalışıyor...
Hadi onları anladık da, Kamer Genç’e bırakın sahip çıkmayı, AKP’lilerle birlikte eleştiren CHP’lilere ne oluyor?...
Kılıçdaroğlu, "Hanımefendinin konuşmasına müdahale etmek doğru değil" diyor...
Hanımefendinin orada konuşma yapmasının doğru olup olmadığının üzerinde hiç durmuyor, Kamer Genç’in çıkışını “müdahale” olarak değerlendiriyor...
Son zamanlarda hep yaptığı gibi yine sapla samanı karıştırıyor...
O makama geldiğinde kendisini bir umut olarak görenleri bir kez daha hayal kırıklığına uğratıyor...

Mustafa Tuğrul Turhan

26 Kasım 2013 Salı


Ne Oldu Bize?..

Bizim kuşağa daha İlkokul sıralarındayken, kendisi siftah yapıp da bitişik dükkandaki komşusu daha hiç satış yapmamışsa, müşterilerini ona yönlendiren esnafın “tok gözlülüğü”, öğretilirdi.
Aslında bu, kazanma hırsının, en çoğu, en iyisi bende olsun, başkasından bana ne demenin ayıp sayıldığı bir kültürün göstergesiydi.
İnsan dediğin, en yakın komşusundan başlayarak başkalarını da kollar, dayanışma içinde olur, aç gözlü olmazdı...
Komşu, komşunun külüne muhtaçtı...
Hz. Muhammet’in ünlü hadisinde, “komşusu açken tok yatan bizden değildir” dediği gibi insanlar, başkalarının üzüntülerini, sıkıntılarını önemser, dertleriyle dertlenirdi.
Halleriyle hallenirdi...
Şimdi öyle mi?  
Hemen herkes, her şeyin en iyisi bende olsun, en önde ben olayım, benim evim, benim arabam en büyük olsun, başkasından bana ne anlayışı içinde, neredeyse birbirinin gözünü oyacak...
Geçerli olan anlayış,“Rabbena, Rabbena, hep bana, hep bana!”
Birilerinin kafasına basa, basa yükselecek, kazanacak, arkana bakmayacaksın.
Altta kalanın canı çıksın diyeceksin.
Vicdan yapmayacaksın...
Örf mü, adet mi, manevi değerler mi?
Onlar da ne?
Temel felsefesi, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” olan kapitalizmin iyice azgınlaşmasıyla insanlığın geldiği nokta işte bu.
Özeti, “büyük balık küçük balığı yer.”
O kadar!
Acımasız, duygusuz, vicdansız, kısacası manevi değersiz...
*
Paran olmadığında, veresiye alış veriş yaptığın mahalle bakkalı yok artık.
Yabancı markaların şubeleriyle dolu alış veriş merkezindeki büyük marketin kasiyeri seni, sen onu tanımıyorsun...
Hazırlıksız olduğunda gelen misafirin için kapısını çalıp yarım ekmek, bir pişirimlik kahve isteyeceğin komşun çoktan kapısına duvar örmüş...
Her sabah işe giderken karşılaşsan, asansöre birlikte binsen de hiç tanımıyormuş gibi davranıp, arkasını dönmekte...
Tüketim çılgınlığının ateşçisi reklamlar, sizi başkasından “farklı ve üstün” kılma temalı...
“Ayrıcalıklısınız”, “fark edileceksiniz”, “ seçkinlerin seçimi” falan, filan…
Kalitenizi, değerinizi, üstünüzde taşıdığınız giysilerin markası belirlemekte…
Mevlana, “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok!” demiş, kimin umurunda...
Onun sözleri, anlamını hiç düşünülmeden soysal medyada sadece paylaşılıyor...
Nasrettin Hoca’nın yüz yıllar önce “ye kürküm ye” diyerek hicvettiği, gösterişe, dış görünüşe itibar etme hastalığı kronikleşmiş...
Umutsuz vaka...
Yabancı, başka bir kültür.
*
Biz böyle değildik!
Ne oldu bize?..
Lafa gelince mangalda kül bırakmıyoruz…
Biz, şöyleyiz, biz böyleyiz...
Acıda da sevinçte de beraberiz, birlik, beraberlik içindeyiz diyoruz...
Ama milli gelirin paylaşımı adaletsiz; gelir grupları arasında uçurum var...
Makas sürekli açılıyor...
Sağlık ve eğitim paran kadar...
Çocuklarımızın okulları farklı, fırsat eşitliği yok...
Kasap et, koyun can derdinde...
Gemisini kurtaran kaptan...
Bencillik diz boyu...
Öyleyse hangi biz?..
Biz, çoktan “ben” olmuş...
Esas sorun bu!
Gerçeği görmek yerine, “bu kadar kusur kadı kızında da olur” diyoruz...
Kendimizi kandırıyoruz...
Ne oldu bize?..

Mustafa Tuğrul Turhan

25 Kasım 2013 Pazartesi


Dershaneler ve Hayaller...

Devrim Yasalarından olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu, yani Türkçe’si, Öğretim Birliği Yasası, medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte, tüm öğretim kurumlarını Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde topladı...
Ulus olmayı, laik bir toplum yaratmayı amaçladı...
Ama zaman içinde her fırsatta sağından solundan tahrip edildi...
İçi boşaltıldı...
Özel okul, vakıf okulları adı altında her önüne gelen okul açtı, dershane açtı...
Eğitim, öğretim ticaret kapısı haline geldi...
Tarikatlar bu fırsatı kaçırmayarak, kendi okullarını ve dershanelerini kurdu...
Dini motifleri ön plana çıkartarak belli bir kesimi çatısı altına topladı...
Her geçen gün daha da büyüdü...
Hedefe ulaşmak için, yoksul ailelerin çocuklarını kendi okullarında veya dershanelerinde hayal ettiği geleceğe hazırladı, müridi yaptı...
Okullarını tüm dünyaya yaydı...
Toplumun bir kesimi bundan rahatsızlık duyunca, kimileri de Atatürk’çü olduğunu söyleyerek, yeni okullar kurdu veya dershaneler açtı...
Yıllarca para kazandı...
Sonunda bu gidişat varacağı noktaya vardı...
Öğretim Birliği Yasası, fiilen ortadan kalktı...
AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte tarikat okullarından, dini motifte eğitim yapan okullardan gelenler, devlette kadrolaştı...
Diğer kamu görevlileri tasfiye edildi...
Zamanla tarikatlar, kendi içlerinde iktidarı paylaşma savaşında birbirine düştü...
İş, dershaneler kapatılsın mı, kapatılmasın mı noktasına geldi...
AKP kapatılsın isterken, tarikat kapatılmasın dedi...
İş iyiden iyiye kızıştı...
Deyim yerindeyse “iç savaş” başladı...
*
Kendi gayretleriyle iktidara geleceğinden umudu kesen muhalefet, bu kavgadan medet umdu...
Tıpkı, yurt dışında okuyan tarikat öğrencilerinin Türkiye’deki üniversitelerin istedikleri bölümüne sınavsız ve harçsız girmesi sağlandığında gıkını çıkartmayarak nasıl şirin görünmeye çalıştıysa yine öyle yaptı...
Dershanelerin neye, kime hizmet ettiğine bakmadan, salt AKP’ye muhalefet olsun diye ve büyük olasılıkla da seçimlerde oy kapma hesabıyla, tarikatın yanında saf tuttu...
Buna da “eğitimin sorunları giderilmeden dershanelerin kapatılması yanlış olur” diye bir kılıf buldu...
Sorunun, devlet üç kuruş maaş verdiği için kaliteli öğretim kadrolarının süreç içinde özel okullara ve dershanelere kaymasıyla başladığını görmezden geldi...
Dershanelerin, giderek eğitimin kalitesi düşen devlet okullarının tamamlayıcısı konumuna geldiğini ve sorunun daha da büyüdüğünü anlamak istemedi...
Tarikatların bin bir türlü akıl çelme girişimine rağmen bu furyaya kapılmayan, ancak özel okullara da gidemediği için devlet okullarına devam etmek zorunda kalan halk çocukları için fırsat eşitliğinin tamamen yok olduğunu unuttu...
Artık gelinen noktada parayı verenin düdüğü çaldığını, bire bir özel ders döneminin yaşandığını, kalabalık sınıflı dershanelere giden öğrencilerin de bu anlamda fırsat eşitsizliği yaşadığını hiç tartışmadı...
Dershaneler kapatılırsa, bu tip öğrencilerin ailelerinin hiç olmazsa paralarının ceplerinde kalacağını düşünemedi...
Konunun, tarikatlar bağlamında cumhuriyeti tehdit eden gerçek boyutunu hiç göremedi...
Dolayısıyla, bugün yaşanan eğitim sorununun çözülmesi için ilk atılması gereken adımlardan birisinin de dershanelerin kapatılması olduğu gerçeğini, gaflet içinde, oportünizme kurban etti...
Bugüne kadar, laik cumhuriyetin altını oyma sürecinde kol kola gelmiş tarikatların, son tahlilde nasıl olsa uzlaşacağını, bir şeyin aslı varken taklidine kimsenin dönüp bakmayacağını bir türlü anlamak istemedi...
AKP’yi,  türban konusunda sessiz kalarak destekledi, ama stratejik olarak asıl desteklemesi gereken konuda olmayacak hayaller kurdu...
Ülkenin geleceğine ve kendi ayağına sıktığını fark edemedi...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 

24 Kasım 2013 Pazar


Hakan Şükür Çok Şükür...

Durdu durdu sonunda tivitır hesabında açıklama yaptı Hakan Şükür...
E buna da şükür!
Milletvekilliği sürecinde, spor programlarında yüksek ücretle yorumculuk yapmasının tartışılması sırasında “başbakandan izin aldım” demesinin dışında sesi çıkmamıştı düne kadar.
Ama konu, cemaatin dershaneleri olunca ok gibi ortaya atılıverdi...
“Dershanelere ihtiyaç duyulmayacak bir iyileştirme yapılmadan kapatılmasına evet demenin, doğru olmadığını düşünüyorum” dedi.
AKP ile Fetullah Gülen “Cemaati” arasında bu konuda yaşanan gerginliğe değindi;
“Yirmi seneden fazla bir süreden beri içinde bulunmaktan şeref duyduğu” cemaati ile mensubu bulunmakla onur duyduğu AKP’nin karşı karşıya gelmiş olmalarına çok üzüldüğünü söyledi...
AKP ile cemaatin medyada gösterilmeye çalışıldığı gibi kavga içinde olmadıklarını ifade etmek için olsa gerek, AKP’nin kapatılması için açılan davanın görülmesi sırasında yapılan “dua organizasyonlarında” hocası Fettullah Gülen’in, başbakanına her zaman dua ettiğinin en yakın şahidi olduğunu belirtti...
Ve sözlerini “Rabbim birlik beraberliğimizi korusun, fitneden kötülüklerden korusun inşallah Âmin” diyerek, bir cemaat mensubuna yakışır biçimde duayla tamamladı...
Böylece, şimdiye kadar milletvekili sıfatıyla millete karşı görevlerini unutmuş olsa da, hocasına ve cemaatine karşı görevini layıkıyla yerine getirmiş oldu.
Ona göre esas olan da zaten buydu...
Şimdiye kadar karşısında “esas duruşta” beklediği başbakanla ters düşmeyi göze alacak kadar cemaatçiydi...
*
Tercih yapmak durumunda cemaatin tarafında yer almasında haksız sayılmazdı...
Ne de olsa bu ülkede uzun zamandır cemaatler söz sahibiydi...
Her ne kadar Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” Diyerek,  devrim Kanunları çerçevesinde tekke, zaviye ve türbeleri kapatmışsa da, şimdilerde onların adı “cemaat” olmuş ve özellikle AKP iktidarında memleketi bu tarikatlar koalisyonu yönetir hale gelmişti.
Başbakanı, “Eğer cemaat olarak değerlendirilecekse, cemaatin mensupları, en ileri gelenleri, bugüne kadar Tayyip Erdoğan’a ne getirdiler de Tayyip Erdoğan geri gönderdi? Üniversitelerin hazırlanması, verilmesi ile ilgili adımlardan tutunuz da birçok faaliyete yönelik yapabileceğimiz ne varsa bunları yaptık. Benden geri dönen hiçbir şey yoktur. Buna Rabbim şahittir.” Diyerek memleket yönetiminde cemaatlerin ne kadar etkili olduğunu “itiraf” ediyorsa, Hakan Şükür’ün, tarikatına, pardon cemaatine bu denli göbekten bağlılığına şaşırılabilir miydi?
Güç tarikatlardaydı...
*
Bu biliniyordu...
Ama dershanelerin kapatılması meselesinde çok daha açık biçimde görülmüştü.
Kendisine biraz muhalif duran, basın kuruluşlarının sahibi iş adamlarını incelemeye aldırıp yüklü vergi cezaları kestirerek seslerini kısan, Gezi protestolarında polisin şiddetinden kaçanlara kapıları açan otelin bağlı olduğu grubun bankasına hayli ağır cezalar yağdıran AKP iktidarına karşı, özel dershaneler birlikleri resmen kafa tutabilmiş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar gideriz diyebilmişti...
Çünkü dershanelerin kapatılmasına, bir taraftan bu yolla da örgütlenen Gülen tarikatı, diğer taraftan da hem cemaate şirin görünmek isteyen, hem de doğru mu eğri mi diye bakmadan konuyu AKP projesi olarak gören muhalefet karşı çıkıyordu...
Yani, dershanecilerin arkası sağlamdı...
Tarikatların desteğiyle iktidara gelip, bir dediklerini iki etmeyerek rüzgar ekenlerse, fırtına biçiyordu...
Cemaatlerin, tarikatların at oynattığı yerde, olan kuşkusuz laik cumhuriyete oluyordu...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

23 Kasım 2013 Cumartesi


Bakın Anlarsınız...

Polis bugün Kızılay’da bir kez daha ortaya çıktı...
Belli ki, aynı yerde Ethem Sarısülük’ün öldürülmesinden hiçbir ders çıkarmamıştı.
Sözde olayları önlemek ve asayişi sağlamak için oradaydı.
Ama olayları başlatan kendisiydi.
Bakın bugün Ankara Kızılay’da öğretmenlere yapılanlara, anlarsınız...
Orada toplananlar öğretmenlerdi...
Yılda bir kez hatırlandıkları “Öğretmenler Günü” vesilesiyle sorunlarını dile getiriyor,
Hak arıyor ve hükümetin çarpık eğitim politikasını protesto ediyorlardı.
Bu Anayasal haklarıydı...
Talepleri, basına yapacakları açıklamayı Milli Eğitim Bakanlığının önünde yapmaktı...
O bakanlıkta, toplandıkları yere iki yüz, bilemedin üç yüz metre mesafedeydi...
Ama polis izin vermiyordu...
Olmazdı...
Oraya göndermezdi...
Niyeyse?
Ne olurdu giderlerse?
Hafta sonu tatilinde zaten bakanlık bomboş değil miydi?
Öğretmenler, bakanlığı işgal mi edecekti?
Elbette değildi...
Onlar öğretmendi...
Çocuklarımızı okutuyordu...
Sorumlulukları vardı...
Ve de hepsi bunun bilincindeydi...
Polisin de bunu bilmesi gerekirdi...
Lakin amaç, insanların hak ve özgürlüklerini kullanmasını kolaylaştırıp, bir olay yaşanmasına meydan vermeden dağılmalarını sağlamak değil de, hak ve özgürlüklerini kullanmalarına engel olmak ve bunu yaptıkları için onları pişman etmek olunca durum değişiyordu.
Öğretmenler bakanlığın önünde açıklama yapma taleplerinde ısrar edince de bu, polise onları pişman etmek için gereken fırsatı veriyordu.
Moda olduğu üzere öğretmenlere önce biber gazı, ardından da TOMA’larla tazyikli su sıkılıyordu...
Polis, Gezideki, ODTÜ’deki, gösteri ve yürüyüş hakkının kullanıldığı her yerdeki polisti...
Şiddeti acımasızca uygulamaktan çekinmiyordu, bu tür müdahalelerde onca genç insanın ölmüş olmasından sonra hiç değişmemişti, hatta daha da sert olmayı benimsemişti...
Savunmasız öğretmenlere, jop, tekme, tokat ne varsa girişiyordu...
Dağılıp, etrafta bulunan bina girişlerine sığınanlara hala su sıkıyor, sokak aralarında kaçışanların izini sürüyordu...
Bu, görev aşkı mı, yoksa hak arayanlara duyulan kin miydi?
Bu polis devletin mi, yoksa hükümetin polisi miydi?
Görevi asayişi sağlamak mı, yoksa olay yaratmak mıydı?
Neydi?
Bakın Kızılay’da yaşananlara anlarsınız...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

Analiz:
Çankaya İlçede Tutarsızlık ve Esas Aday...

Takip edenler hatırlayacaktır.
Geçenlerde CHP’nin yerel seçimler için adaylık başvurularını ele alıp, İstanbul’da durumun belli gibi göründüğünü, ancak Ankara’da henüz bir hareket olmadığını, çok sayıda aday adayının başvuru yaptığı Çankaya için bir değerlendirme yapmanın zor olduğunu, Yenimahalle içinse adayın çoktan belli olduğunu belirtmiştik.
Yenimahalle için olan tespitimizi de özetle, bir dönem fiili başkan gibi görünen başkan yardımcısı Şenol Balaban’ın,  Yenimahalle ilçede ve belediyede yaşanan çalkantıların ve olumsuzlukların nedeni olarak gösterilmesi suretiyle, şikayetlerin genel merkeze yansıması sonucunda, tabiri caizse, "günah keçisi” ilan edilerek, istifa etmesi sağlanırken, başkan Fethi Yaşar’ın, yardımcısına sahip çıkmaması karşılığında yeni dönemde de başkan adayı olacağını garantilediği mealinde bir ana fikre dayandırmıştık.
Bundan birkaç gün sonra Hürriyet gazetesine bir haber düşmüş, Ankara ekinde yer alan KIlıçdaroğlu’nun açıklamasında, Fethi Yaşar’ın Yenimahalle’de devam edeceği yazılmıştı.
Bu haber, başkan adayının “çoktan belli olduğu” yönündeki analizimizi doğruyordu.
*
Burada söylemek istediğimiz, “demiştik” demek değildir.
Sadece, doğru tespitler yapabilmenin yolunun, doğru analizler yapabilmekten, olayları iyi okuyabilmekten geçtiğine işaret etmektir.
Bu çerçevede bakıldığında Yenimahalle’nin adaylık meselesi, ufak tefek dalgalanmalar yaşansa, diğer aday adaylarınca ön seçim istense de kapanmış görünmektedir.
Ancak, Yenimahalle için yaptığımız analizden sonra ortaya çıkan bir gelişme,  o analizde yer alan ana fikre tekrar dönmeyi ve bu kez, Çankaya için bir değerlendirme de bulunmayı da neredeyse zorunlu kılmıştır.
Çünkü Yenimahalle’de “günah keçisi” ilan edilip, bütün “olumsuzlukların” hedefi gösterilen başkan yardımcısı Şenol Balaban, dün itibariyle bu kez Çankaya ilçesinden belediye başkanlığına aday adayı olduğunu açıklamış bulunmaktadır.
Denilebilir ki, bu açıklama Çankaya için bir değerlendirme yapmayı neden gerektirmektedir.
Yanıtı basit; bir tenakuzu, bir yanlış anlamayı önlemek veya gözler önüne sermek için gereklidir.
*
Hemen belirtmek gerekir ki, önceki analizimizin temel amacı, sadece ve sadece Yenimahalle’de başkan adayının kim olduğu ortaya koymak olup, hiç kimseyi “sütten çıkmış ak kaşık” göstermek veya “karalamak” değildir.
Bu bağlamda, ne Şenol Balaban’ı “masum ve mağdur”, ne de Fethi Yaşar’ı birilerini “arkadan hançerlemiş” göstermek de aklımızın ucundan bile geçmemiştir.
İşimiz de değildir.
Zira elde kanıt olmadan birisini “suçlamak” nasıl hata ve haksızlıksa, ortada  “şaibeler” varsa, bunlar hakkında ciddi bir inceleme ve soruşturma yapılmadan birisini “aklamak” da aynı şekilde yanlış ve haksızlık olacaktır.
Dolayısıyla bizimkisi, sadece bir tespittir.
Herkesin gördüğü “imajı” kaleme almaktan ibarettir.
İşte, Sn. Balaban’ın Çankaya için aday adayı olduğunu açıklaması, tam da bu “tespit” ve “imaj” noktasında önem ifade etmektedir.
Çünkü bu adaylık, ister istemez akıllara bazı sorular getirmektedir.
Nasıl olmuş da, yaşadığı "şu veya bu" gibi sorunlar nedeniyle CHP’den istifa etmiş ve uzun süre bağımsız kalmış birisi, bir günde tekrar CHP’ye kabul edilmiştir?
Şayet istifaya giden süreçte yaşanlar, analizimizde belirttiğimiz ana fikirdeki gibi olmuş da Fethi bey, yerini garantilerken, Balaban “günah keçisi” ilan edilmişse, Balaban’ı o gün böyle gören parti yönetimi açısından bugün ne değişmiştir de adı geçen Çankaya’dan aday olma noktasına gelebilmiştir?
Bir başka deyişle, Balaban, o gün bütün “olumsuzlukların” sorumlusu olarak görülmüştür de bugün sorumlusu olmadığı mı anlaşılmıştır?
O “olumsuzluklar” neyse, irdelenerek, kafalardaki sorular aydınlatılarak mı bu sonuca varılmıştır?
Kısacası, Balaban aynı Balaban, Parti yönetimi ve İl yönetimi aynı yönetimse, değişen nedir?
Kuşkusuz bu soruları çoğaltmak mümkündür.
Ama buna gerek de yoktur.
Çünkü ne kadar çoğaltırsanız çoğaltın, sorulara makul ve mantıklı yanıt bulmak zordur. 
Önemli olan bu açık tenakuzu, Türkçesi, çelişkiyi görebilmektir.
Anlaşılan odur ki, CHP yönetimi, son zamanlarda başta Sarıgül olmak üzere birçok konuda olduğu gibi bu konuda da gözle görünür bir tutarsızlık içindedir.
Dün, yaşananlar üzerine yolların ayrıldığı birisi, bugün hiçbir şey olmamış gibi bağra basılıyorsa, burada bir sorun yok mudur?
Bu durumda, ilkeden, tutarlılıktan söz etmek ne kadar mümkündür?
Çankaya da zaten karışık olan işler, bundan sonra daha da karışacağa benzemektedir.
*
Son olarak, önceki analizimizde belirttiğimiz, aslında Çankaya için de kimin aday yapılacağının belli olduğu, ancak bunun ayrı bir yazı konusu yapılası gerektiği hususuna kısaca açıklık getirmekte yarar görülmektedir.
Evet, CHP’nin Çankaya adayı kim olacaktır?
Seçilmesi garanti görünen bu şanslı kimdir?
Bunun yanıtını vermeden önce hemen belirtelim,  Çankaya’daki aday adaylarının belli bir sayıya düşürüldüğü haberleri yalanlanmamıştır.
Bu nedenle, “sükut ikrardan gelir” özdeyişini hatırlatarak, bunun doğru olduğu varsayımından hareket edilmiştir.
İşte o belli sayıya düşürülen adayların özgeçmişlerine bakıldığında, tahmin için gerekli verileri görmek mümkündür.
Dikkat edilirse, bu aday adaylarından birisinin bayan olduğu ve CHP’nin Sn. Genel Başkanının SSK Genel Müdürlüğü yaptığı dönemde, SSK’nın bağlı olduğu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığında Çalışma Genel Müdür yardımcısı görevini yürüttüğü, son kurultayda parti meclisi üyesi olduğu ve  daha da sonra Genel Başkan Yardımcılığına getirildiği görülmektedir.
Konu bu çerçevede değerlendirildiğinde, birincisi, CHP’nin siyasette bayanlara daha çok yer verme iddiası içinde olduğu göz önünde bulundurulduğunda, kazanılacağına yüzde yüz gözüyle bakılan bir yerde bir bayanın aday gösterilmesi çok güçlü bir olasılıktır.
İkincisi, bu bayan aynı zamanda Genel Başkanın eski bir çalışma arkadaşıysa, partiye Kılıçdaroğlu döneminde girip, şimdilerde Genel başkan yardımcılığına kadar yükselmişse ve dahası, ismi hiç geçmezken birden bire Çankaya için aday adayı olmuşsa, belediye başkanlığı için başka bir aday aramak hayalcilikle eş anlamlıdır.
Sonuç olarak, tablo çok açıktır.
*
Umarız CHP, Çankaya ve Yenimahalle gibi büyük ve CHP tabanının dinamik olduğu ilçelerde ön seçime giderek bu tahminleri boşa çıkartacaktır.
Ancak mevcut veriler, ne yazık ki, bunun olmayacağını göstermektedir.
Geçmiş seçimlere bakıldığında ön seçim yapılan yerlerde başarılı olunduğu ortadayken, bu iki ilçede ön seçim yapılmaması, önümüzdeki seçimlerin riske atılmasından başka bir anlam taşımamaktadır.
Kaldı ki, merkez yoklamasıyla aday tespiti, demokratik mekanizmaları çalıştırdığı iddiasında bulunan bir partide en azından onca aday adayına karşı yapılmış açık bir haksızlık olacaktır.

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

 

 

 

 

21 Kasım 2013 Perşembe


Çanlar Kimin İçin Çalıyor!

CHP’de, Ankara’nın birçok ilçesi için aday adayı çıkmazken, kazanılmasına yüzde yüz gözüyle bakılan Çankaya ilçesinde adeta aday enflasyonu yaşanıyor.
Aday adayı sayısı şimdilik 30 civarında...
Aday adaylarının hepsi kendi çapında çalışma yapıyor...
TV programları, afişler, el ilanları, gazete ilanları, çeşitli toplantılar birbirini kovalıyor...
Halkın Habercisi sitesinde yayımlanan ve bugüne kadar da yalanmayan bir habere göre, CHP’de geçtiğimiz ay yapılan MYK toplantısında,  Ankara’nın Çankaya ve Yenimahalle ilçelerinde belediye başkanı adayının, bu iki ilçenin halen CHP’de olması nedeniyle işlerin aksamaması için Ocak ayında yapılacak eğilim yoklamasıyla, Mamak ve Etimesgut ilçelerindeyse 3 Kasım da tüm üyelerin katılımıyla yapılacak önseçimle belirleneceği kararlaştırılıyor.
Buna göre, Çankaya ve Yenimahalle aday adayları için maraton Ocak ayına kadar uzamış oluyor...
Çankaya ve Yenimahalle’de de önseçim sesleri gelse de duyan olmuyor...
Herkes gardını buna göre alıyor...
Aday adayları Ocak ayında yapılacak eğilim yoklamasına da razı olup, çalışmalarına hızla devam ediyor...
*
Ama o da ne!
Birkaç gün önce Kılıçdaroğlu, Yenimahalle Belediye Başkanını Fethi Yaşar’ı da yanına alıp bir taksi durağını ziyaret ediyor ve orada bir taksicinin, “Fethi Yaşar ne olacak, nereden aday göstereceksiniz” diye sorması üzerine, “Fethi bey Yenimahalle’de Büyükşehir olursa memnun oluruz ama kendisi Yenimahalle’de devam etmesinin daha iyi olacağı düşüncesinde, çok çalışkan ve hizmetinden memnun olduğumuz bir belediye başkanı, kendisiyle Yenimahalle’de devam edeceğiz” diyor...
Dün de Çankaya ile ilgili bir haber gündeme düşüyor...
Hürriyet’te Yalçın Bayer, Çankaya ilçede aday adayı sayısının sekize düşürüldüğünü, parti yönetimin başkan adayını, bu sekiz aday adayı içinden belirleyeceğini yazıyor...
Bununla ilgili olarak da gerçek olmadığına dair bir açıklamaya rastlanmıyor...
*
Bu çerçevede bize de, buyur buradan yak demek kalıyor.
Peki, o halde var olduğu söylenen MYK kararı ne oldu, hani Çankaya ve Yenimahalle’de Ocak ayında eğilim yoklaması yapılarak karar verilecekti?
Karar orada duruyorsa, bizzat partinin genel başkanı o kararı hiçe sayarak Yenimahalle Belediye Başkan adayını taksi durağında nasıl ilan ediyor...
Yine basında yer alan haberlere göre, Çankaya’da da partinin belirlediği sekiz aday arasından birisinin seçileceği anlaşılıyor...
Aslında bu sekiz aday adayı içinden kimin seçileceğini tahmin etmek zor olmasa da şimdilik bunu, bir sonraki yazımıza bırakmak daha uygun görünüyor.
Toparlarsak, bu tablo karşısında gerek Yenimahalle’deki diğer aday adaylarının, gerekse Çankaya’da o sekiz kişi dışında kalan aday adaylarının şimdiye kadar yaptığı çalışmalar boşa gidiyor...
Onca masraf, onca emek, onca yorgunluk bir anda heba oluyor...
Yazık değil mi?
*
İlan edilen adayın, uygun aday olup olmadığı, başarılı olup olmadığı başka şey, alınan ilke kararlarına uyulup uyulmaması başka şeydir.
Doğru olan, uygun adayın önceden alınmış olan kararlara uyularak belirlenmesidir.
Alınmış bir karar varsa, o kararı uygularsın herkes de sonucuna razı olur.
Ama bir karar varsa ve sen istediğin gibi davranırsan bunun adı, keyfilik olur...
Dahası, ilkesizlik olur!
Kırgınlığa, küskünlüğe yol açar...
*
Lakin bu ilkesizlik ve keyfilik CHP’de ilk de değildir.
Sarıgül’ün partiye katılım sürecinde de benzer ferdi girişimler dikkat çekmiştir.
Katılma talebi, Tüzük hükmü gereğince parti meclisinde oylanacakken, ta kapısına kadar çiçeklerle gidilip partiye davet edilmiş, dilekçesi lüks otelde verilen özel kahvaltıda genel başkanca bizzat alınmıştır.
Bütün bunlar,  parti meclisinde yapılacak oylamanın usulen yapılacağının, dolayısıyla kimi yöneticilerin keyfi davrandığının göstergesi değil midir?
*
İlkesizlik CHP’de giderek hakim üslup olmaktadır.
Örgütlerin yok sayılarak hareket edilmesi alışkanlık haline gelmektedir.
Her kafadan ayrı ses çıkmaktadır.
Bu, başkalarını parti içi demokrasiyi işletmiyor, diktatörlük yapıyor diye suçlayanlar için büyük bir çelişkidir.
Ve dahası, demokrat olduğunu iddia eden bir partinin içerden çürümesine neden olacak en önemli tehlikedir.
Öyle görünmektedir ki, çanlar CHP için çalmaktadır...

Mustafa Tuğrul Turhan

 

 

19 Kasım 2013 Salı


Senaryonun Son Perdesi Genel Af...

Sn. Başbakan önceki gün Diyarbakır konuşmasında “Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını göreceğiz.” Dedi...
Birileri genel affı telaffuz diye yorumladı.
Aslında bu konu gündeme yeni gelmiyordu.
Epeydir gündemdeydi...
Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst komutanlarının Balyoz ve Ergenekon davalarıyla yargılanmaya başlamalarından itibaren, İmralı’da yatan PKK elebaşını da kurtarmaya yönelik bir genel affı, halktan ciddi bir teki görmeden çıkartabilmek için bu davaların neticesinde komutanlara ve bazı sivillere ağır cezalar verilerek, affa, ulusalcı kesimlerce karşı çıkılmasının engelleneceği hep konuşuldu...
Biz de Ergenekon davasının karara bağlanmasının hemen sonrasında 06 Ağustos 2013 tarihli yazımızda, her iki davanın sanıklarına, hukuki ve tutarlı gerekçeler gösterilmeksizin ağır mahkumiyetler verilmesinin bir genel affa uygun zemin hazırlanması olarak yorumladık.
Ama dün “cezaevlerinin boşaldığını göreceğiz” diyen Sn. başbakan bugün çıktı,  "Demek ki ben iyi anlatamamışım, bizim gündemimizde genel af diye bir şey kesinlikle yoktur. Bunu kaç kere söyledim. Ben hayallerimi anlatıyorum, siz genel aftan bahsediyorsunuz, yok böyle bir şey, kesinlikle yok." Dedi.
Peki, inanalım mı?
Bedelli askerliğe karşı olduğunu kesin ifadelerle açıkladıktan kısa süre sonra bedelli askerlik yasasını çıkartan, daha dün kabile reisi dediği Barzani’yi krallar gibi karşılayıp, Kürdistan lideri olarak takdim eden bir başbakan’a ne kadar inanılırsa o kadar inanalım...
*
Bugüne kadar çoğunlukla ne söylediyse tersini yaptı...
Onun nedenle Sn. başbakan, genel af gündemimizde yok diyorsa, bunu, genel affın yakın zamanda gündeme taşınacağı olarak anlamak lazım...
E zaten, Apo da ‘benim dediklerim yapılmazsa çözüm süreci kesintiye uğrar’ mealinde haberler göndermiyor mu?
Gönderiyor...
Ergenekon ve Balyoz davasında mahkum olanlar da içerde mi?
İçerde...
O halde bir genel af için artık gerekli koşullar oluşmuş görünüyor.
Bu ortamda bir kere lafının edilmesi bile yeter...
Yandaş medya onu sakız gibi çiğneye sündüre olgunlaştırır...
Ki, zaten bilinen tanımla, genel af lafı, tüpünden çıkmış diş macuna benziyor...
Yetkili ağızlarca bir kere konuşulduğunda, içerdekilere ve topluma umut verilmiş oluyor...
Ve artık ondan sonra geriye zor dönülüyor...
Af tartışmalarının yaşandığı bugün, çok sayıda PKK’lı nın teslim olması da fazlasıyla dikkat çekiyor...
*
Sonuç olarak, Sn. Başbakan her ne kadar “ben hayallerimi anlatıyorum” dese de, “ceza evlerinin boşaldığını göreceğiz” ifadesi, aslında af için bir nabız yoklaması yapmak ve toplumu alıştırmak amacına dönük olarak kullanılmış görünüyor...
Çünkü sorumlu makamda bulunan birisi, böylesine hassas bir konuya ilişkin hayallerini, kendisine saklamak yerine kamuoyuyla ve de Kürdistan ifadelerinin havalarda uçuştuğu bir yerde açıklıyorsa bu, hayal olmaktan çıkıyor...
Hal böyle olunca da genel af, ete kemiğe bürünüyor ve bugüne kadar oynana gelen senaryonun son perdesi olarak karşımıza çıkacak gibi görünüyor.

Mustafa Tuğrul Turhan

 




18 Kasım 2013 Pazartesi


Bu Da Benim Hikayem...

Yılmaz Özdil 13 Kasım tarihli Gavat Nosaljisi başlıklı yazısında, dürüst, namuslu çalışan ve AKP’ye yalakalık yapmadan görevini layıkıyla yerine getiren bürokratların başına gelmedik kalmadığını, Siirt Emniyet Müdürüyken Tayyip Erdoğan’ın konuşmasını kayda alıp savcılığa teslim ederek mahkum olmasına neden olan ve AKP’nin iktidara gelmesinin ardından 2003 yılında deprem bahane edilerek görevden alınan ve bir daha kendisine aktif görev verilmeyen, AKP’ye biat eden dönem arkadaşları yükselip vali olurken, hep yerinde saydırılan ve geçen sene rahmetli olan bir Emniyet Müdürünü örnek vererek yazdı.
Bana da kendi başıma gelenleri hatırlattı.
Benim hikayem de görevinin gereğini dürüstçe yapan bürokratlarınkinden hiç farklı değil.
Okursanız anlatayım...
*
Bilirsiniz elektrik dağıtımları özel şirketlere verilmeden önce kamu kurumu olan TEDAŞ eliyle yapılırdı.
Sonra özleştirmeye geçişi hazırlamak için her ilde bir elektrik dağıtım müessesesi kuruldu ve ardından bunlar kamu şirketine dönüştürüldü.
Bu süreçte ilk olarak 1990 yılında İstanbul ili Anadolu yakasının işletme hakkı AKTAŞ Elektik şirketine, Kayseri ilinin işletme hakkı da çok önceden de bu işi yürütmüş olan Kayseri Elektrik şirketine devredildi.
Yıllar geçti...
Sonra bir gün, devir sözleşmeleri gereği tüketicilere satmaları için TEDAŞ tarafından bu şirketlere verilen elektriğin bedelinin, özel şirketlerin kar payı ve diğer masrafları düşülerek mahsup edildikten sonra her yıl tahsil edilmesi gerekirken, bu işleminin yıllarca yapılmadığı ve önemli tutarlara ulaşan kamu parasının bu özel şirketler üzerinde bırakıldığı ortaya çıktı...
Bu duruma yol açan kamu görevlileri ve diğer ilgililer hakkında Başbakanlık Teftiş Kurulunca soruşturma başlatıldı.
Soruşturma da dört beş yıl devam etti...
Sonunda Başbakanlık Teftiş Kurulu bir rapor düzenledi, ama bu raporda, sorumluları belirleyip, haklarında ne gibi yaptırımlar uygulanacağı, şirketlerden alacakların ne kadar olduğu ve nasıl tahsil edileceği gibi konunun esasına ilişkin hususlara değinmeden, yıllar sonra TEDAŞ’ ın, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının ilgili kuruluşu olduğunu hatırladı ve  konunun, bu bakanlıkça soruşturulmasının uygun olacağı sonucuna ulaştı.
Zamanın başbakanı Ecevit’in bu rapora onay vermesi üzerine tabiri caizse, “ateşten top” Enerji Bakanlığına atıldı ve bakanın gereği için havale etmesiyle de bakanlık Teftiş Kurulu Başkanı olmam nedeniyle benim önüme geldi.
Soruşturmacıların tabiriyle “cenazeyi kaldırmak” bize düşmüştü...
Derhal, İstanbul ve Kayseri illerindeki incelemeleri yapmak ve soruşturmaları yürütmek üzere iki ayrı ekip kurup, her ekip için ikişer bakanlık müfettiş ve ikişer TEDAŞ müfettişi ile çok sayıda teknik uzman eleman görevlendirdim.
Çalışmaları yaklaşık dört veya beş ay civarında tamamlandı...
Ekiplerde yer alan yaklaşık on beş civarındaki görevlinin imzaladığı soruşturma raporlarında, kamunun şirketlerden oldukça önemli miktarda alacağının olduğu, bu alacakları zamanında tahsil etmeyerek şirketlere önemli bir kaynak sağlamış ve devleti zarara uğratmış olan sorumlular hakkında çeşitli cezai yaptırımlar uygulanması gerektiği ve alacakların tahsil edilmesi için yasal yollardan harekete geçilmesinin uygun olacağı  sonucuna ulaşıldı.
Raporlar gerek yardımcılarım ve gerekse tarafımca usul ve esas yönlerinden tetkik edildikten sonra uygun görüldü ve bakana sunularak onaylatıldı.
Artık, konu bakanlıktan çıkmış, yargıya intikal etmişti...
*
İstanbul’da görevli olan AKTAŞ şirketinin hiçbir yetkilisi itiraz için gelmezken, Kayseri’de görevli olan şirketin Genel Müdürü, defalarca ziyaretime gelerek, son derece nazik şekilde itirazlarda bulundu...
Her defasında aynı nezaketle, konunun artık yargıya intikal ettiğini, itirazlarını orada yapmaları gerektiğini söylesem de yine geldi...
Kendi açısından görevini yapıyordu...
Ancak, onlarca teknik eleman ve müfettiş tarafından düzenlenen, yardımcılarımla benim de katıldığım ve bakan tarafından onaylanan raporlar ortadaydı...
Buradan geri dönüşün olması mümkün değildi...
Hem niye dönülecekti...
Devletin trilyonlarca alacağı vardı...
İtirazı olan, bunları mahkemede söylemeliydi.
*
O yılın ortalarında bir gün bakan çağırdı...
Yanına gittiğimde, Kayseri Elektrik şirketi Genel Müdürü, kısa süre önce Refah Partisinden ayrılan “yenilikçilerin” kurduğu AKP’nin önde gelen isimlerinden bir milletvekili, Ankara’nın büyük bir ilçesinin bu yeni partiye geçmiş belediye başkanı ve şirketin yönetim kurulu üyesi olduğunu tahmin ettiğim iki kişi daha oradaydı...
Bakan, siyasetçiğini gösterip, hakkında yaptırım uyguladığımız sorumlular arasında zamanında Türkiye Elektrik Kurumu Genel Müdürlüğü yapmış olup halen kendi partisinden milletvekili ve üstelik KİT Komisyonu Başkanı olan bir arkadaşının olması ve raporu imzalamadan usulen bu arkadaşı haberdar etmesi nedeniyle konuyu çok yakından bilmesine rağmen adeta bilmezden gelerek, “bir rapor yapmıştık neydi o, bak beyefendiler soruyor” mealinde sözlerle giriş yapıp sözü bana  bıraktı. 
Doğrudan Kayseri Elektrik şirketinin Genel Müdürüne hitap edip, kendisine bu konuyu kaç kez izah ettiğimi, bakanlık müfettişlerinin başkanlığında onlarca görevli tarafından düzenlenen raporun onaylanarak yargıya intikal etmesinden sonra bakanlıkça yapılacak bir şey olmamasına rağmen bu ısrarın ve bu kadar insanı buraya getirmenin doğru bir davranış olmadığını söyledim...
O, yüzünde hep tebessüm ifadesi olan milletvekilinin ve diğerlerinin suratları asıldı...
Bakan, sinirlenmiş olacağımı düşünmüş olmalı ki, benim görevimin başına dönebileceğimi söyledi; odadan çıktım...
*
Aradan yaklaşık üç veya dört ay geçmişti ki, Ecevit’in partisinden yoğun istifalar olunca hükümet sallandı ve Devlet Bahçeli’nin çağrısı üzerine erken genel seçime gidildi...
Ve bilindiği üzere AKP hiç beklenmedik bir çoğunlukla tek başına iktidara geldi...
Kayseri Elektrik şirketinin o Genel Müdürü Kayseri milletvekili, bakanın odasında karşılaştığımız hemşerisi milletvekili de AKP’nin kurduğu ilk hükümetin başbakanı oldu...
Tesadüf olsa gerek, AKP’nin iktidar olmasının hemen ardından, muhtemelen iktidar değişikliğini beni bertaraf etmek için fırsat bilenlerce düzenlenen ve asılsız iddiaların yer aldığı isimsiz imzasız şikayet mektupları gerek başbakanlık, gerekse bakanlığımca ilgili mevzuata göre işleme konulmaması gerektiği halde, hukuka aykırı bir şekilde işleme konularak hakkımda onlarca usulsüz ve haksız soruşturma başlatıldı...
İlk iş, soruşturmaların selameti gerekçesiyle görevden uzaklaştırıldım...
Bu işlem için yargıya gittim, ama o arada kararnamem imzalanarak görevden alındım... 
Bunun için de ayrıca yargıya başvurdum...
Etrafımda, iyi günlerimde yanımda olan hiç kimse kalmadı...
Bakanlıkla dava yolu ile karşı karşıya olduğum için kimse yakınımda görünmek istemedi, o aydın geçinen, sorsan dürüst, namuslu, cumhuriyetçi ve laikim diyenler köşe bucak benden kaçtı...
Yalnız kaldım, acı çektim, kahroldum...
Ama dürüst çalışmanın bedeli buysa öderim dedim; ödedim, yılmadım...
Sonunda, daha o tarihlerde yargı siyasallaşmadığından,idarenin açtığı onlarca soruşturmanın uydurma olduğu anlaşıldı ve aylarca süren hukuk mücadelesini alnımın akıyla kazandım...
Bana sürülmeye çalışılan kara, bunu yapmak isteyenlerin ellerine yüzlerine bulaştı..
Görevime iade edildim, ama devam etmek için gereken gücüm kalmamıştı...
Hem, kimlerle çalışacaktım?..
Sadece ve sadece hukukun ve görevimin gereklerini yansız ve dürüstçe yaparak çalışamamaktansa, hiç çalışmamayı daha evla gördüm ve emekliliğimi istedim.
*
Kaderin cilvesi olsa gerek... Ben emekli oldum, ama o Kayseri Elektrik’in Genel Müdürüyken milletvekili olan arkadaş Enerji Bakanı, AKP’nin ilk başbakanı olan hemşerisi milletvekili de cumhurbaşkanı oldu...
İşte benim hikayem de bu!
Yılmaz Özdil’in yazdığı rahmetli Emniyet Müdüründen farkım, hala hayatta olmam...
Çok şükür!
Kimseye de kırgın ve kızgın değilim..
Sadece, bu dünyadan gittikten sonra birileri yazacağına kendi hikayemi kendim yazayım dedim...
Her şeye rağmen, bir gün adaletin yerini bulacağına, dürüst, namuslu, ülkesini seven bürokratların bizlerin bıraktığı yerden onur bayrağını taşıyacağına inancım da tam...
Çünkü her gecenin, her karanlığın mutlaka bir sabahı olduğunu biliyorum.

Mustafa Tuğrul Turhan