29 Ocak 2014 Çarşamba

Herkes Eşit mi?..

Anayasa ne diyor?
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” Diyor...
Peki, gerçekten böyle mi?
*
Buna evet diye cevap vermek oldukça zor...
Hatta imkansız!
Mesela, Adli Kolluk Yönetmeliğini değil, neyi değiştirirseniz değiştirin, kimileri hakkında işlem yapılmıyor...
Garibanın ensesinde boza pişiriliyor...
*
Bir ceza yargılaması yapılıyor...
Mahkemece sanıklara çeşitli hapis cezaları veriliyor...
Bazı sanıklar, hüküm giyseler de tutuklu olarak yattıkları süre göz önünde bulundurularak,  Yargıtay’ca verilecek temyiz kararına göre hareket edilmek üzere tahliye ediliyor...
Bir başka ceza yargılamasında hüküm giyen milletvekili olduğu için temyiz sonuçlanana kadar serbest bırakılıyor...
*
Bir süre sonra temyiz davaları aleyhlerine neticeleniyor...
Cezaları, onanıp kesinleşiyor...
Ne olması lazım?
Cezalarının kalan kısmını çekmeleri...
Ama olmuyor...
Yargıtay kararı üzerinden günler, haftalar geçiyor...
Bırakın cezaevine dönmeyi, karara karşı söylenmedik laf kalmıyor...
Örnek mi?
BDP milletvekili Sebahat Tuncel...
Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım...
*
Lafı uzatmayalım...
Derdimiz birilerinin cezaevine girmesi değildir...
Mahkeme kararlarına saygı duyup duymamak ayrı, o kararların bağlayıcı olması da ayrı iştir...
Uygulamaların kişiye göre değişmesiyse adaletsizliktir...
*
Bu ülkede, iki kuruşluk baklava çalan çocuklara altı yıl ceza verilmiştir...
Parasız eğitim istedikleri için pankart açan öğrencilere on beş yıl, Gezi’ sanığı küçük çocuğa altı yıl hapis cezası istenmiştir...
Şimdiyse, öyle anlaşılmaktadır ki, yaklaşan seçimler düşünülerek, bir milletvekilinin ve taraftarı arkasına alan bir kulüp başkanının cezasının uygulanması mümkün olduğunca geciktirilmeye çalışılmaktadır...
*
Sonra da birileri kalkıp, benim bütün vatandaşlarım devletin karşısında eşittir, “birinci sınıftır” diye ahkam kesmektedir...
Oysa yargıya güvenin kalmadığı, adaletin olmadığı bir yerde eşitlikten söz edilmesi mümkün değildir...


Mustafa Tuğrul Turhan
Bizim Sinema...

Bizde film değişmez...
Sadece oyuncular değişir...
Aynı senaryonun versiyonları oynar...
*
Önce hep enkaz devralındığı söylenir..
Sonra üstün başarılar gösterildiğinden, her şeyin rayına oturtulduğundan söz edilir...
İşler, üç beş sene iyi gidiyor gibi gösterilir...
Sonra birden hiç beklenmedik bir gelişme yaşanır...
*
Kimi zaman havada bir Anayasa kitabı uçar...
Kimi zaman Terör azar...
Kimi zaman bir yolsuzluk soruşturması başlar...
Kimi zaman buluttan nem kapılır...
Her şey alt üst olur...
*
Siyaset çöker...
Esas oğlan zora girer...
Mecliste kavgalar başlar...
Döviz yükselir...
Ekonomi zora girdi denir...
Dövizi kontrol etmek için faizler yükseltilir...
A dan Z ye her şeye zam gelir...
*
Parası olan oturduğu yerden parasına para katar...
Altta kalanın canı çıkar...
Yırtılan Hacı Bekir’in yakası olur...
*
Bak yine aynı film oynadı işte...
Dershaneydi, cemaatti, AKP’ydi, ayakkabı kutusuydu derken...
Önce siyaset, arkasından ekonomi çöktü...
Merkez Bankası, ne kadar faiz çeşidi varsa, hepsine yüzde yüze varan zam yaptı...
Döviz bir gıdık anca geriledi...
Bu başarı sayıldı...
*
Bakmayın o TV’lerde çok biliyormuş gibi döviz bandından, kurdan, kritik eşikten bahsedenlere...
Olanların Türkçesi belli...
Rantiyeciler kazandı...
Emekçiler kaybetti...
Ve bir film daha aynı sonla bitti...


Mustafa Tuğrul Turhan

26 Ocak 2014 Pazar


KADERDE NE VARSA

Pazar sabahı, dışarıda ahmakıslatan cinsten bir yağmur çiselerken, alnımı, salon penceresinin camına dayamış, trafiğin büyük bir uğultuyla aktığı Konya yolunun, görüş alanıma giren Çiftlik kavşağıyla, otobüs terminali arasında kalan bölümünü izliyordum öylesine.
Bulvarın gidiş ve gelişe ayrılmış her iki caddesinden, neredeyse dakikada yüzlerce araç geçiyor, tekerleklerinin, ıslanan asfaltta çıkarttığı hışırtılı ses, ürkütüyor; yağmurun çok daha şiddetli yağdığı algısını yaratıyordu.
Birden onları görünce çok heyecanlandım; İki küçük köpek yavrusu, orta refüjde yapayalnızdı. Acaba, anneleri yakınlarda bir yerde mi? diye, gözlerimle refüjü hızla taradım; hayır, onlardan başka köpek yoktu. Araç gürültülerinden korkup, refüjün bir karşı cadde tarafına, bir bu tarafına hamle yapıyor, Islak çimlerde ayakları kayıyor, takla atarak yuvarlanıyorlardı. Caddeye düşmeleri an meselesiydi.!
Hay Allah! Oraya nasıl, nereden gelmişlerdi?
Büyük olasılıkla, gece trafik tenhayken caddeyi geçmişler ve sabah yoğunlaştığında geri dönememişlerdi. Ama şimdi, bunu düşünmenin hiçbir anlamı yoktu.
Onlar farkında olmasalar, ara, ara caddeye yaklaşmaktan ve oradan kurtulmaktan vazgeçip, oyunlar yapsalar, birbirlerini kovalasalar, ardından sarmaş dolaş olup, yuvarlansalar da karşılarındaki tehlike çok ciddiydi.
Kalp atışlarım hızlanmış, içim bir tuhaf olmuştu! Ya, ben pencereden seyrederken caddeye yuvarlanır da hızla geçen otomobillerden birinin altında kalırlarsa? Bunu nasıl unutabilirdim! Ömür boyu kendimi suçlamaz mıydım?
Birden kendimi, olacaklardan sorumlu hissettim; elim ayağım dolaştı, telaşlandım. Sanki bu sorumluluğu paylaşmak istercesine, çabuk koşun diye bağırarak, evdekileri yanıma çağırdım. Biraz sonra, pencerede dört kişiydik.
Kaygı dörde katlanmıştı!
Acaba, diğer katlardan veya yandaki binalardan da onlar gören var mıydı? Birisi yetişip, onları kurtarmak için bir şey yapacak mıydı? Dakikalar akıp, gidiyordu!
Yo, böyle devam edemezdi; onları oradan mutlaka kurtarmak lazımdı!
Hızla yatak odasına koştum, altıma bir pantolon giyip, portmantodan kaptığım montu asansörde sırtıma geçirdim.
Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi!
İçimden, Allah'ım, ne olur ben yanlarına varana kadar onlara bir şey olmasın diye, dua ediyordum!.
Asansör zemin kata geldiğinde, bir fişek gibi fırlayıp, hızla apartmanın çıkış kapısına göre, arkada kalan caddeye koştum.
                                                                           ***
Nefes, nefese kalmıştım. İkisi de tam karşımdaydı; aramızda sadece, üzerinden ardı ardına süratle akan araçların geçtiği 20 ve- ya 25 metrelik bir cadde vardı. Araçları kollayarak, gözüme kestireceğim ilk fırsatta caddeyi koşarak geçip, kendimi refüje atacaktım.
Bir süre bekledikten sonra o fırsatı yakaladım. Artık refüjde yanlarındaydım. Kalbimin atışları normale dönmeye başlamıştı. Bundan sonra burada saatlerce de kalsak, umurumda değildi. Ne de olsa, enselerinden tutmuştum ve ikisi de güvendeydi…
Kafamı kaldırıp, görevimi başarıyla yerine getirmiş olmamın gururuyla pencereye baktım. Evdekiler el sallıyorlardı; muzaffer bir komutanı selamlar gibi.
Birkaç dakika sonra, yolun karşısına geçtik, üçümüz de güvendeydik!.
Tamam, tehlikeden kurtarmıştım, ama şimdi onları ne yapacağımı bilemiyordum. Güvende olacakları bir yer bulmalıydım. Kısa bir duraksamanın ardından, bizim apartmanın hemen yanında yeni başlayan inşaata yöneldim. En güvenli yer olarak orası görünüyordu. Orada işçiler vardı. En azından artan yemeklerinden verir, onlara bakarlardı.
İkisi de elimden kurtulmak için debeleniyordu. Nasıl bir tehlike atlattıklarını, onlara yardım ettiğimi, ne yapmak istediğimi bilmiyorlardı.
Canları yanmasın düşüncesiyle yere indirip, inşaata doğru bir iki adım attığımda, diğerine göre daha çelimsiz olanı arkamdan geliyordu. Öteki de gelir diye birkaç adım daha atmıştım ki, o da ne, caddenin kenarına sıralanmış apartmanların önündeki toprak yoldan, hızını iyice artırmış olan yağmurun altında aşağıdaki çiçek seralarına doğru koşarak kaçıyordu.
Arkasından koştum, ama o kaçmakta kararlıydı, giderek hızlanıyordu. Onun arkasından koşarken, çelimsiz olanın ne yaptığını kontrol etmek için bir an arkama baktığımda, caddeye doğru yürü- düğünü görüp, hemen geri döndüm. Kaçanın yöneldiği seralar değil, fakat Konya yolu tehlikeliydi. Tam caddeye çıkmak üzereyken onu, ensesinden ikinci kez yakaladım. Başımı kaldırdığımda, diğeri çoktan gözden kaybolmuştu. Biraz, gittiği yöne doğru yürüdüm; görünürde yoktu!
Etrafta çiçek seraları ve inşaatlar olması nedeniyle nasıl olsa sığınacak bir yer bulacağını düşünüp, biraz olsun rahatladım ve çaresiz onu aramayı bıraktım.
Çelimsizi, iyi bakacakları sözünü alarak, inşaattaki işçilere teslim ettikten sonra eve döndüm.
İliklerime kadar sırılsıklam ıslanmıştım!
Lakin içimde tarif edilemez bir huzur vardı.
                                                                       ***
İlk zamanlar, yiyecek bir şeyler taşıdıysam da sonraları onu, işlerim nedeniyle uzunca bir süre göremedim.
Aylar sonra bir gün, işçilerine teslim ettiğim inşaatın önünden dalgın geçerken oldukça güçlü bir havlama sesiyle irkildim.
Dönüp, sesin geldiği yöne baktım; gördüğüm oydu. O, beni tanıdı mı bilmem? Kocaman, keskin bakışlı, güçlü bir köpek olmuştu çelimsiz.
Belli ki, çok iyi bakılmıştı ve artık inşaatın da bekçisiydi. Yakınından kimseleri geçirmiyor, güvenlik ondan soruluyordu!
İhtişamlı duruşuna bakılırsa, halinden çok da memnundu…
Birden, içim sevinçle doldu!
Kardeşi geldi aklıma, kim bilir neredeydi? O da çelimsiz gibi rahat ve mutlu muydu?
Bir an koşarak kaçışı gözlerimin önüne geldi.
Herkes, kaderinde ne varsa onu yaşar sözü aklıma takıldı!
Gerçekten de öyleydi...

                                                               ----o----                                                                  
Mustafa Tuğrul Turhan                       
CHP İktidar Olur mu? (Analiz)

Yerel seçimlere şunun şurasında çok az bir zaman kaldı...
Genel seçimlerse 2015’te...
2002’den buyana yerel, genel her seçimde AKP’nin çok gerisinde kalan muhalefet partileri, bu iki seçime kazanma ümidiyle hazırlanıyor...
Önce yerelde, sonra genelde...
Bunun nedeni, kendilerinin canla, başla çalışıp, ciddi ve tutarlı muhalefet yapıyor olmaları değil, iktidar partisi AKP’nin, müttefiki cemaat ile kavgaya tutuşması sonrasında ortaya dökülen yolsuzluk iddialarıyla ciddi yara almış olması...
*
Ne var ki, bu beklenmedik gelişmeye rağmen anketlerde muhalefetin, özellikle ana muhalefetin oylarında önemli bir artış görünmemektedir...
Aslına bakarsanız bu tablo ilginç değil, bildiktir...
Çok partili sisteme geçildiği günden bu yana yapılan genel ve yerel seçim sonuçlarına bakıldığında, ülke genelinde “sağ” olarak nitelenen partilerin, darbe dönemleri akabinde yapılan seçimler istisna kabul edilecek olursa, genel bir üstünlüğe sahip oldukları görülmektedir...
*
Çok partili sisteme geçilmesinden kısa bir süre yapılan 1946 seçimleri dışında 1960 askeri darbesine kadarki üç seçimi de Menderes’in Demokrat Partisi açık ara kazanmıştır...
Cumhuriyet Halk Partisi 1961’de sağ oyların Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Yeni Türkiye Partisi ve Adalet Partisi arasında bölünmesi sonucunda çok az bir farkla birinci parti olabilmiştir...
1965 seçimlerinde küçük sağ partiler olsa da sağ oylar büyük ölçüde Adalet Partisinde toplanınca CHP açık farkla ikinci parti olabilmiş ve bu seçimlerde ilk kez bir sol parti, Türkiye İşçi Partisi parlamentoda 14 milletvekiliyle temsil edilmiştir...
1969 seçimlerinin sonuçları da bir hemen hemen aynı olmuş, Adalet Partisi farklı kazanırken, Türkiye İşçi Partisi erimiş, daha çok bir mezhep temelinde örgütlenen Büyük Birlik Partisi sekiz, CHP’den ayrılan Turhan Feyzioğlu ve arkadaşlarınca kurulan Güven Partisi de on beş milletvekiliyle mecliste temsil edilmiştir...
12 Mart 1971 de askerler tarafından verilen muhtıranın dengeleri etkilemesi sonrasında yapılan 1973 seçimlerinde CHP az bir farkla birinci parti çıksa da hükümet olamamış, muhtıra dönemi fiilen devam etmiş ve ülke Ferit Melen, Naim Talu “geçici” hükümetleriyle yönetilmiştir.
1973 seçimlerinin belki de en dikkat çeken yönü, Necmettin Erbakan başkanlığındaki Milli Selamet Partisinin ilk kez mecliste kırk sekiz milletvekiliyle temsil edilme imkanı bulmuş olmasıdır...
Geçici hükümetlerden sonra Bülent Ecevit başkanlığındaki CHP 1974 yılında Erbakan’ın Milli Selamet Partisiyle koalisyon oluşturmuşsa da bu koalisyon hükümeti bir yıla yakın ancak sürebilmiştir...
Yerine, yine “partiler üstü” Sadi Irmak hükümeti kurulmuş, bunu Süleyman Demirel Başkanlığındaki Adalet Partisi ile Milli Selamet ve Milliyetçi Hareket Partilerinin oluşturduğu “milliyetçi cephe” hükümetleri izlemiştir...
Daha sonra yine Ecevit başkanlığında bir “azınlık hükümeti” kurulmuşsa da güvenoyu alamamış ve böylece 1977 seçimlerine gelinmiştir...
1977 seçimlerinden CHP yine az farkla önde çıkmış ancak, bu defa ikinci sırada yer alan Adalet Partisi dışındaki Milli Selamet ve Milliyetçi Hareket gibi daha marjinal sayılan sağ partiler güçlenerek konumlarını muhafaza ettikleri için hükümeti yine Adalet Partisi önderliğinde bu üç partinin oluşturduğu koalisyon kurmuştur...
CHP, Ecevit başkanlığında, Adalet Partisinden transfer edilen bağımsız milletvekilleriyle bir hükümet kurmayı başarmışsa da bu da bir yıl sürmeden sona ermiş ve yerine kurulan Adalet Partisi “azınlık hükümeti” iş başındayken 1980 yılında 12 Eylül askeri darbesi olmuştur...
Askerlerin kurduğu Bülend Ulusu hükümetiyle gidilen 1983 yılı seçimlerinden, her ne kadar dört eğilimi de birleştirdiğini iddia etse de daha çok, önceki sağ partilerin devamı kabul edilen Turgut Özal başkanlığındaki ANAP açık ara birinci parti olarak çıkmıştır...
Sonrası daha iyi hatırlanacaktır...
1983’ten 1991’e kadar tüm seçimlerden birinci parti çıkan ANAP hükümetleri iş başındadır...
1991 seçimlerinden 12 Eylül’de kapatılan, ancak sonradan yeniden açılan eski Adalet Partisinin devamı olan Doğru Yol Partisi birinci olarak çıkarken, ANAP ikinci ve CHP çizgisi olarak kabul edilen Sosyal Demokrat Halkçı Parti üçüncü olmuştur...
Bu dönemde kurulan, Doğru Yol Partisi ve SHP koalisyonları dışında CHP çizgisi iktidar olamamıştır...
Doksanlı yılların ilk yarısı, daha çok eski Adalet Partisinin devamı olan Doğru Yol ve aynı kökten gelen ANAP gibi iki sağ partiden birisinin veya diğerinin kurduğu kısa ömürlü hükümetlerle geçilmiştir...
1995 seçimlerinde Erbakan’ın Refah Partisi birinci olmuş, ama kısa süreli bir koalisyon dışında iktidar olamamış, doksanlı yılların ikinci yarısı da, merkez sağ olarak nitelenen Doğru Yol ve ANAP tarafından kurulan koalisyonlarla geçilmiştir...
1999 seçimlerinden Ecevit’in Demokratik Sol Partisi zaferle çıkmış ve ikinci sırayı alan Milliyetçi Hareket Partisi ve ANAP ile koalisyon yapmıştır...
2001 ekonomik krizine kadar şöyle böyle yürüyen bu koalisyon’un çökmesiyle erken yapılan 2002 seçimlerindeyse bilindiği üzere Ecevit’in DSP’si, iki merkez sağ parti ve Milliyetçi Hareket Partisi parlamento dışında kalırken, Erbakan’ın talebelerince kurulan AKP tek başına iktidara gelmiş, Sosyal Demokrat Halkçı Parti ile birleşen CHP ise ana muhalefet olmuştur...
*
Sonrası malum, 1961-1970 yılları arasında Adalet Partisi hükümetleri, 1973- 1980 yılları arasında Adalet Partisi öncülüğünde milliyetçi cephe hükümetleri, 1983- 1991 yılları arasında ANAP hükümetleri ve sonrasında Doğru Yol, ANAP ağırlıklı hükümetler dönemleri gibi 2002 den bu yana da AKP hükümetleri dönemi yaşanmaktadır...
Seçim sonuçlarını gösteren haritalar, önceki “merkez sağ” partilerin yerini son on iki yıldır AKP’nin aldığını açıkça ortaya koymaktadır...
Sağ veya dini referans alan partiler lehine olan siyasi tablo ne yazık ki hiç değişmemektedir...
CHP, çok partili döneme geçilen ellili yıllardan buyana, bu genel tablo içinde iktidar olma becerisi ve başarısı gösterememiştir...
Anketlerin sonuçlarına göre de, son yaşanan olağanüstü gelişmeler ve AKP’nin yıpranması karşısında oyunu bir miktar artırmış olsa da CHP’nin, yerel seçimlerde yaşanacak bir iki sürpriz dışında genel seçimlerde iktidarı AKP’den alacak güçte olmadığı görünmektedir...
Bunun, kuşkusuz tarihi ve sosyokültürel nedenleri bulunmaktadır...
Lakin nedeni ne olursa olsun fiili durum budur...
Aslında yeni CHP’de bunun farkındadır ve dikkat edilecek olursa bu “makus mirasını” ABD ile ve onun himayesindeki “cemaatle” iyi ilişkiler kurarak, sağ eğilimli veya sağa “göz kırpan” isimleri aday yaparak, aşmaya kendisini “yenilemeye” çalışmaktadır...
Kesin sonuçları seçim sonrasında ortaya çıkacak olsa da bu stratejinin başarı getireceği de kuşkuludur...
Getireceği bir miktar oy olsa da götüreceği oyların olduğu da ortadadır...
Nihayetinde bir şeyin aslı varken taklidine genellikle prim verilmemektedir...
Kaldı ki bu şekilde ulaşılacak bir iktidarın kime yar olacağı ve sürdürülebilirliği de ayrı bir tartışma konusudur...
*
CHP, bu stratejisinin sonucu olarak, bir yandan ABD ve cemaatle yakınlaşırken bir yandan da laik cumhuriyetten yana olan herkesin kendisine oy vermesini, aksi halde oyların bölüneceğini ve bunun da AKP’ye oy vermek olduğunu söyleyip, Atatürk değerlerine sahip çıkan kendi dışındaki parti ve gruplara sorumluluk yüklemektedir...
İlk bakışta bunda haklılık payı olduğu düşünülse de yukarıda özetlenen tarihi süreç iyi kavrandığında, CHP’nin önümüzdeki seçimlerde başarılı olamaması halinde bunun nedeninin yine kendisinden kaynaklanacağı, sorumluluğu başkalarına yüklemenin doğru olmayacağı anlaşılacaktır...
CHP, esasen son yıllardaki seçimleri, farklı partilerden veya gruplardan birçok seçmenin oylar bölünmesin diyerek kerhen de olsa kendisine ye oy vermesine rağmen kaybetmiştir...
Bu açık bir gerçektir...
Demek ki, seçim kazanamamanın oyların bölünmesinden çok daha başka sebepleri bulunmaktadır...
*
Sonuç olarak, bütün bu tarihsel gerçekler karşısında söylemek mümkündür ki, bugün AKP’nin her şeye rağmen iktidarını devam ettirebilmesinin temel nedeni, muhalefetin özellikle de CHP’nin başarılı veya başarısız olmasından daha çok, iktidar partisini bölecek güce sahip olan ve aynı zamanda laik cumhuriyetle ve Atatürk’le sorunu olmayan bir merkez sağ partinin var olmamasıdır...
Peki, CHP hiçbir uzun süreli iktidar olamayacak mıdır?
Bunun yanıtı, sosyokültürel yapının değişim sürecinin hızıyla ve tabi ki, dünya konjonktürüyle yakından ilgilidir...
Bu bağlamda söylenmesi gereken bir başka önemli husus da AKP’nin istikrar diye yutturduğu tek parti hegemonyasının değil, tersine, iktidarın kendi içinde attığı her adımı, atamaları, ekonomik politikayı denetlenebilir kılan koalisyon hükümetlerinin demokrasiye çok daha uygun yapılar olduğudur...

Mustafa Tuğrul Turhan


Kibrit Arkadaşlarım

Müfettişliğin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını işe başladıktan sonra görmüştü Orhan. Teftiş için gittiği turnelerde evinden, ailesinden uzakta geçince günleri, anlamıştı davulun sesinin uzaktan hoş geldiğini.
Hiç unutmuyordu; gencecik bir müfettiş adayı olarak işe yeni başladığında Teftiş Kurulu Başkanı, bu son görevine gelmeden önce otuz yıl müfettişlik yaptığını ve senede altı ay turnede olduğu gerçeğinden hareketle bir hesaplama yaptığında, yaklaşık on beş yılının evinden uzakta geçtiğini üzülerek gördüğünü söylemişti. Hemen ardından da bir sır verir gibi fısıldayarak, daha önünde uzun yıllar olduğu için gün bitip de akşam olduğunda yuvasına, ailesine döneceği başka bir mesleğe yönelmesini önermişti Orhan’a.
Dile kolaydı, çalışma yaşamının yarısını evden ayrı geçirmek.
O gün, bunun ne anlama geldiğini tam anlamsa da, ilk teftiş yeri olan Adapazarı’na gitmek için evden ayrıldığında oldukça zor bir işe girdiğini fark etmişti. Daha ilk günden eşi ve küçük kızı burnunda tütüyordu. Anlamıştı ki, ailesinden kısa süre de olsa ayrı kalmak onun gibi çocuğuna düşkün, evcimen birisi için hiç de kolay değildi. Müfettişlik olsa olsa yapacağı en son iş olabilirdi. Ne var ki, düz memuriyete göre daha iyi para kazanabilmesi için bu işi yapmaktan başka çaresi de yoktu. 
  
                                                                          ***
Her hafta sonunda yaptığı gibi o Cuma günü de kızını ve eşini görmek için mesai bitiminden sonra Adapazarı Ankara asfaltı kavşağından bir otobüse binmiş, Ankara’ya doğru yola koyulmuştu. Cumartesi ve Pazarı evinde geçirecek, Pazartesi sabah erkenden görev yerine dönecekti.  
O zamanlar, toplu taşım araçlarında sigara içme yasağı olmadığından bir sigara yakıp iki geceliğine de olsa eve dönüşünün keyfini çıkartmak istiyordu.
Ceketinin cebindeki paketten bir sigara çıkartıp dudaklarının arasına aldığında onu yakmak için gerekli olan çakmağını çalışma odasında unuttuğunu fark etmiş, hemen sol tarafındaki koltukta oturan ve otobüse bindiğinden beri yoğun bir sohbet içinde olmalarından yakın arkadaş olduklarını tahmin ettiği iki kişiye doğru eğilerek, kibrit veya çakmakları olup olmadığını sormuştu. Kendisine yakın koltukta oturan kısa saçlı, esmer, ince yüzlü, ince dudaklı olanı, cebinden çıkarttığı kibrit kutusunu eline tutuştururken, hafiften kartlaşmış sesi ve kadınsı konuşmasıyla çok nazik bir biçimde, “ateş sizde kalabilir, bizim ateşimiz çok” demiş, bu söz üzerine cam tarafında oturan diğeri, kadınsı bir kahkaha patlatmıştı.
Bu davranışlar Orhan’a biraz garip gelmişse de bozuntuya vermemiş,  ilk molada bir kibrit alıp iade edeceğini söyleyerek, kendilerine teşekkür etmişti.
Etmişti, ama aralarındaki konuşma bununla bitmemişti. İnce yüzlü esmer olanı, nereden gelip nereye gittiğini sormuş, oldukça neşeli görünen yanındaki beyaz tenli, sarışın ve yeşil gözlü arkadaşıysa, Orhan sormadan, hafta sonu tatilini geçirmek için İstanbul’dan Akçakoca’ya gittiklerini efemine vücut dilini de kullanarak, sözcüklerin sonunu uzatan kadınsı bir konuşmayla anlatmıştı.
Orhan, yolculuk yaparken tanımadığı insanlarla sohbet etmekten hiç hoşlanmasa da ellerinden kurtulması imkansız gibiydi. Peş peşe gelen yeni sorularına, yarım ağızla isteksiz bir biçimde yanıtlar veriyor ve sohbeti sürdürmek için yeni hiçbir şey söylemiyordu; ancak bu tavrı, onların sohbete devam etmelerini engellemiyordu. 
Neyse ki, birkaç dakika sonra kaptanları Akyazı’da yemek molası vermiş, bir nefes alma fırsatı bulmuştu.
***

Yola çıkmadan az önce yemek yediğinden, restoran tarafına hiç uğramadan hediyelik eşya satan dükkanlara doğru yönelmişti Orhan. Aradığı veya alacağı bir şey olmamasına rağmen mola süresini doldurmak için paketlenmiş lokumlara, üzerlerine isimler yazılmış sigara ağızlıklarına, çeşit çeşit anahtarlıklara, laf olsun diye bakarak oyalanmış, mola veren otobüslerin sayısı arttıkça ses düzeyi de yükseltilen hoparlörlerden birbirine karışarak etrafa yayılan gürültülü müzikleri dinlemiş ve hareket saati yaklaşırken, dükkanlardan birisinden iki kutu kibrit alıp otobüse dönmüştü.
Yol arkadaşlarından aldığı borç kibriti geri verecekti.
Bir de ne görsün, onlar otobüse Orhan’dan önce dönmüş ve beyaz tenli sarışın olanı onun koltuğuna oturmuştu. Yanlarına geldiğinde, esmer ince yüzlü olanı “biraz yer değiştirelim istedik, onunla nasıl olsa konuşuruz gel sen böyle otur “ diyerek, yanındaki boş koltuğu göstermiş, Orhan da çaresiz o koltuğa oturmak zorunda kalmıştı.  
Artık muhabbetten kaçma ve kurtulma şansı hiç kalmamıştı.
Görenler onları, sanki kırk yıllık arkadaşları sanırdı. Aldığı kibritlerden birisini teşekkür ederek iade ettiğinde sarışın olanı,  “aman ne önemi vardı canım, altı üstü bir kutu kibrit, sen de borcunu ödemeye ne kadar meraklıymışsın ” dedikten sonra o bir şuh kahkaha daha atmış, ön sıralardakilerin hepsi dönüp onlara bakmıştı. Orhan, o an bu efemine tavırlı yol arkadaşlarıyla bir arada görünmekten çok ciddi rahatsızlık duymuştu.
Tipleri ve konuşmalarının, hele de bu kahkahaların herkesin dikkatini çektiğini gördükçe, yanlarında olmaktan duyduğu huzursuzluğu da artmıştı.
Ama artık yapacak bir şey de yoktu.  Belli ki, Akçakoca’ya gidecekleri için Karadeniz yol ayrımı olan Yeniçağa’ya gelip de otobüsten inene kadar onlara ve sohbetlerine katlanacaktı.
Konuştukça laf lafı açmış, sohbet sandığının tersine gelişmiş, hiç de can sıkıcı bir seyir izlememişti. Bunda, her şeyden önce ikisinin de önyargılarının ve riyalarının olmamasının payı çok büyüktü. Böyle olunca, Orhan da açılmıştı; onların tiyatrocu olduklarını, esmer ince yüzlü olanının, o dönemin ünlü “Olacak O Kadar” isimli televizyon dizisinde oynadığını,  İstanbul’da yaşadıklarını öğrenmiş, karşılığında kendisinin de müfettiş olduğunu, Adapazarı’nda teftiş nedeniyle bulunduğunu, çocuğunu ve eşini görmek için hafta sonu tatilinde Ankara’ya gittiğini anlatmıştı.
Öylesine kaynaşmıştı ki, yanında oturduğu esmer ince yüzlü olanına, kendisini ekranlardan tanımakla beraber, birden çıkartamamasından dolayı özür bile dilemişti.
Orhan’ın mesleği, iki yol arkadaşının da ilgilerini çekmiş, tam olarak ne yaptığını öğrenmek amacıyla meraklı sorular sormuşlar, sonunda onlar da işinin pek de keyifle yapılacak bir iş olmadığı kanaatine varmışlardı.
Esmer ince yüzlü olanı, “ ben onu bunu bilmem, insanın akşam olunca evine döneceği bir işi olmalı, parası az da olsa evinde çoluğu çocuğuyla vakit geçirebilmesine imkan vermeli” diyerek yarasını deşmiş, Orhan da kendisinin de böyle düşündüğünü ve bu yüzden tedirginlik yaşadığını, mutlu olmadığını söylemişti. Bunun üzerine esmer olanı bu konuda yorum yaparak Orhan’ı üzdüğüne pişman olmuş bir yüz ifadesiyle, moral verip teselli etmek istercesine, “yok canım o kadar da değil, mutlaka zevkli tarafları da vardır” diyerek incelikle vaziyeti kurtarmaya çalışmıştı.
Orhan, o güne kadar kimseyle mesleği üzerine bu denli samimi bir konuşma yapmadığı,  kimsenin tereddütlerini anladığını görmediği için olsa gerek, bu sıcak ve içten sohbetten çok duygulanmış, ikisine de ısınmıştı. Artık onların yanında oturuyor olmaktan hiç rahatsızlık duymuyor, tersine büyük keyif alıyordu.
Lakin her güzel şeyde olduğu gibi zaman hızla akmış, otobüsleri Akçakoca yol ayrımına gelmişti. Topu topu, bir buçuk iki saattir beraber olduğu iki yol arkadaşı, kendisinden İstanbul’a yolu düşerse mutlaka misafirleri olması için söz alarak vedalaştığında, sanki iki eski dosttan ayrılıyor gibi üzülmüştü Orhan.

                                                             ***
Hafta sonu tatilini evinde geçirerek, Pazartesi sabah erkenden Adapazarı’na döndüğünde, çalışma odasındaki masasının üzerinde adına gönderilmiş bir zarf olduğunu gördüğünde,  çoğu kez olduğu gibi birilerinin yine, hazır müfettiş buradayken bizim şikayetimizi de incelesin düşüncesiyle bir ihbar mektubu gönderdiğini sanmış, bunun, durup dururken burada kalış süresini uzatacağı endişesiyle zarfı hışımla açtığındaysa, Akçakoca’da güneşin batışını gösteren güzel bir kartpostalla karşılaşmıştı.
Kartpostalın arkasında, “Akçakoca’da güneş batarken bir duble rakı da senin için ve dostluğuna içiyoruz” yazıyordu.
İnanamamıştı Orhan, iki yol arkadaşının gider gitmez kendisine bir kartpostal atmaları ne büyük incelikti.
Hayat kavgası devam ederken iki yol arkadaşını bir daha hiç görememişti.
Fakat insanların dış görünüşlerinin veya tercihlerinin değil, yüreklerinin önemli olduğunu kendisine bir kez daha öğreten bu iki yol arkadaşını hiç ama hiç unutmamış ve hep sevgiyle anmıştı.
Yıllar sonra esmer ince yüzlünün hayatını kaybettiğini televizyonlardan öğrendiğindeyse, yapabileceği tek şeyi yapıp, onun için dua etmişti.


Mustafa Tuğrul Turhan                                                                  14.07.2013 Ankara

25 Ocak 2014 Cumartesi

Gurbet Arkadaşı

Tozlu dosyalardaki eski evrakları tarayıp muhasebe servisince işlemlerin kurallara uygun ve eksiksiz yapılıp yapılmadığını incelemekten gına gelse de akşam hava kararıncaya kadar çalışmıştı o gün.

Uzun süre aynı pozisyonlarda oturmaktan kasılmış vücudunu esnetmek için koltuğuna kaykıldığında hissetmişti yorulmuş ve acıkmış olduğunu. Birden ceketini kaptığı gibi, “eee yeter be memleketi ben mi kurtaracağım” diye kendi kendine söylenerek lokalin yolunu tuttuğunda bile, bir şeyler yedikten sonra tekrar gelip yatma saatine kadar çalışmak vardı aklında.

Elazığ teftişini bitirdikten sonra geldiği Tatvan’da daha ikinci günü olmasına karşılık, bir an önce buradaki teftişi de bitirip eve dönmek için yanıp tutuşuyordu.
Tam 25 gün olmuştu evden ayrılalı.

Müfettişlik mesleğini maaşı yüksek olduğu için istemişti, ama oldukça zor olan sınavları kazanıp işe başladıktan sonra, bir türlü alışamamıştı bu uzun süreli evden ayrılmalara.
Turne zamanı geldiğinde veya bir soruşturma yapmak için evden ayrılması gerektiğinde günler öncesinden sinirleri bozuluyor, içine anlaşılmaz bir sıkıntı doluyordu.
Eşini, çocuğunu bırakıp çok uzaklara giderek hayatı kazanmak ona anlamsız geliyordu.

İş dediğin, akşam belli bir saate kadar olmalı ve insan işten çıktıktan sonra evine dönmeli, sevdiklerine kavuşmalıydı. Çok kazanmak değil, mutlu yaşamak önemliydi.
İncir kabuğunu doldurmayacak işler için günlerce evden uzak kalmanın, misafirhane köşelerinde geçirilen yalnız gecelerin hiçbir bedeli olamazdı.

                                                                ***
 
Gittiği her turnede, bütün gün çalışması yetmezmiş gibi akşam yemeğinden sonra da gece geç saatlere kadar çalışarak, teftişi, verilen süreden erken tamamlayıp merkeze dönmesi, bu düşüncelerinin bir yansıması olsa gerekti.

Teftişleri, kağıt üzerinde belirlenmiş sürelerinden önce bitirmesinin, Teftiş Kurulu Başkanını olduğu kadar, gittikleri turneleri, bırakın erken bitirmeyi, harcırah almak için verilen süreden de uzun tutmaya çalışan diğer müfettişlerce de yadırgandığının farkında olsa da o böyle yiyordu yoğurdu.

Bir keresinde başkanı, teftişleri bu kadar çabuk bitiriyor olmasının, teftiş edilenlere üstünkörü iş yaptığı izlenimi vereceği anlamına gelen bir eleştiri yöneltmiş, o da, ortaya koyduğu raporların böyle olmadığının göstergesi olduğunu söylemişti.
Yüzünü ekşitmesinden anlamıştı ki, başkanı hiç hoşlanmamıştı bu cevaptan; onun için işin özü kadar, belki de daha çok biçimi önemliydi; öyle görmüş, öyle devam etsin istiyordu.

Müfettişlik mesleği, bir anlamda usta çırak ilişkisi esasına dayandığı için anlayışla karşılıyordu bütün bunları.

Garip olan kendisinin tarzıydı; onunkisi, sınırları zorlamaktan başka bir şey değildi aslında.

                                                                   ***

İkinci kattaki lokale çıkan merdivenleri ağır, ağır çıkarken, hemen karşıdaki Van Gölünün sodalı mavi sularında yıkandıktan sonra yamaçtaki kır çiçeklerinin kokusunu sürünüp, tepeleri aşarak, gelip bağrına dolan ılık bahar yelinin ferahlığı da dindirmiyordu evine duyduğu hasreti.

Akşam saati olmasına rağmen lokale henüz gelen olmamıştı. Büyük olasılıkla birazdan, hemen her akşam köşedeki yuvarlak büyük masada okey oynayarak vakit geçiren Tatvan’ın ileri gelen kamu görevlileri gelecek, lokal canlanacaktı.

Yemek servisinin açılmasını beklemek için lokalin en aydınlık köşesi olan cam kenarındaki oturma grubunun ikili koltuğuna attı kendisini. Günün yorgunluğunun yanı sıra, bu işi ne zamana kadar götürebileceğine dair derin düşüncelere dalmış olması nedeniyle, orta sehpasının üzerinde dağınık duran, tahtadan oyma satranç taşlarından bir ikisini ne yaptığını bile bilmeden, öylesine, oradan alıp, oraya koyuyordu.  Birden,“tek başınıza mı oynuyorsunuz” diyen, son derecede yumuşak bir kadın sesiyle irkildi, kafasını kaldırdığında, çok şaşırdı.

Koyu yeşil taşlı büyükçe bir tokayla destekleyerek, arkadan topuz yaptığı sarı saçları, hafif makyajıyla iyice belirginleşmiş olan yeşil gözleri ve oldukça modern şık giyimiyle, buralara ait olmadığı ilk bakışta belli olan çok güzel bir genç kız duruyordu karşısında.

Ne olduğunu anlamaya çalışarak, “yo hayır, öyle dalmışım” diye yanıt verdiğinde genç kız, “peki satranç oynamayı biliyor musunuz” diye bir soru daha yöneltmiş, yanıtı “evet” olunca da bu kez, “o halde birlikte oynayalım mı” diye sormuştu.

“Hayır demem mümkün değil”, demesi üzerine genç kız, sevindiğini belli eden çabuk hareketlerle, tek koltuklardan birisini çekip karşısına oturmuştu. Bir taraftan çok sevdiği, ama uzun zamandır yapamadığı bir işi yapıyormuşçasına, büyük bir keyifle taşları tahtaya dizerken, bir taraftan da ilçede doktor olduğunu, mecburi hizmet için İstanbul’dan geldiğini, ailesini çok özlediğini, burada tek başına yaşamanın çok zor olduğunu, Kaymakamlıkça bu misafirhaneye yerleştirildiğini, hizmet süresinin dolmak üzere olduğunu ve yakında tayin beklediğini, tekrar İstanbul’a dönüp, görevini orada yapmayı çok istediğini bir çırpıda söylemiş ve ardından, burada ilk kez gördüğü onun, kim olduğunu sormuştu.

Vücut dili ve konuşmasından belliydi ki, oldukça tez canlı, pratik, her işi çabucak yapmayı seven, sıcakkanlı birisiydi.

Müfettiş olduğunu, Elazığ’daki teftişini bitirdikten sonra Tunceli ve Muş üzerinden zor bir yolculuk yaparak bir gün önce geldiğini ve buradaki teftişini de bitirip, çok yakında Ankara’ya dönmeyi düşündüğünü söylediğinde genç doktor, satranç taşlarını tahtaya dizmiş, oyuna kimin başlayacağını belirlemek için açık renk piyonlardan birisini alıp hangi avucuna koyduğunun görülmemesi için iki elini arkasına götürmüş ve bir iki saniye sonra sıkılı iki yumruğunu ona uzatmıştı bile.

Sakladığı piyon, müfettişin işaret ettiği elinde çıkmayınca, diğer elini açıp, o avucunda olduğunu gösterdikten sonra piyonu yerine koymuş ve ilk hamleyi yapmıştı.

Oyun devam ederken konuşmasını sürdürüp müfettiş dendiğinde aklına hep asık suratlı, etrafına korku saçan yaşlı bir adam geldiğini, kendisi söylememiş olsa müfettiş olduğuna inanmasının imkansız olduğunu söylemesine birden çok sevinmişti müfettiş.

Öyle birisi olmadığını kendim bilse de, bunu başkalarının, özellikle de, böyle güzel ve genç bir kızın söylemesini önemsemişti nedense.

Canı sıkkınken aniden karşısına çıkan bu gurbet arkadaşlığının tatlı heyecanı sarınca, oyuna kendisini vermesi imkansız olmuş ve sohbetle karışık, yaklaşık bir saate yakın süren oyunun sonunda yenilmişti genç doktora.

Doktor, oyundan keyif almış olmalı ki, bu oyunun rövanşını ertesi gün yine aynı saatte yapmak için söz vermesini istemiş, müfettişin,  büyük bir zevkle diyerek, bu sözü vermesinin ardından, öğlede sıkı bir yemek yediği için akşam yemeğini pas geçeceğini söyleyip, erkenden lokalin hemen bitişiğindeki koridorda bulunan misafirhanedeki odasına çekilmişti.

Müfettişte, lokale gelirken aklına koyduğu teftişi bir an önce bitirmek için akşam yemeğinden sonra çalışma odasına dönüp, dosyaları inceleye devam etmeye ilişkin fikrini çoktan değiştirmişti.

Yemekle birlikte sipariş verdiği buzlu rakısını yudumlarken, mesleğinin aslında çok da kötü olmadığını düşünüyordu. Artık, teftişi bir an önce bitirmek için acele etmesineyse hiç gerek yoktu! Ne de olsa satrancı çok seviyordu ve bol, bol oynayabileceği bir de arkadaşı vardı.

                                                                     ***

Ertesi gün, dosyalar dolusu evrakı incelemek için o kadar da yormadı kendisini. Birkaç gün erken veya geç dönse ne fark ederdi; demek ki, sorun, evden uzakta olmak kadar, yalnız olmaktaydı.

Oldukça iddialı geçiyordu akşamları oynadıkları satranç maçları. Yapılması gereken hamle düşünülürken günün yorgunluğu çıkartılıyor, araya sıkıştırılan kısa sohbetlerle gurbet sıkıntısı unutuluyordu.

O akşam oyun bittiğinde, daha önce söylemesi gereken bir şeyi aniden hatırlamış gibi ha!.. diye lafa girmiş ve aynı sağlık ocağında onunla birlikte mecburi hizmetlerini yapmakta olan yeni evli doktor çiftin kendisini akşam yemeğine davet ettiğini, akşamları lokalde onunla satranç oynadığını, bu nedenle biraz geç kalma olasılığının bulunduğunu dile getirdiğindeyse, her ne kadar tanımıyorlarsa da yemeğe onu da davet ettiklerini, her zaman yaptığı gibi nefes almadan bir çırpıda söylemişti.

 Müfettiş, hiç beklemediği bu davet karşısında önce şaşırıp tereddüt etmiş, sonra hadi ne olur, kalabalık yemek daha eğlenceli olur diye ısrar edince, dayanamamış kabul etmişti bu daveti. 

Aslına bakılırsa, hiç tanımadığı insanların dolaylı yaptığı bu davete gitmeyi biraz pişkinlik olarak görüp, gece yattığında içinden, keşke hayır gelemem deseydim diye geçirdiyse de artık çok geçti, vazgeçmesi daha da ayıp olacaktı.

Ertesi gün akşam olduğunda, Tatvan çarşısından aldığı bir şişe kırmızı şarabı, çarşının karşı köşesindeki kırtasiyecinin vitrininde görüp beğendiği yaldızlı kağıda sarıp, şık bir ambalaj yapmaya çalışırken, birazdan doktor arkadaşıyla lokalde buluşarak, doktor çiftin evine yemeğe gidecek olmanın heyecanı içindeydi.

                                                               ***
Doktor arkadaşını misafirhaneye yerleştiren Kaymakamlığın, evli olduklarını gözeterek olsa gerek, tahsisine aracı olduğu küçük lojman dairelerinden birisinde oturan doktor ailenin evine girdiklerinde çok sıcak karşılanmışlardı.

Belli ki, büyük şehirde okumuş, yetişmiş olup, alıştıkları olanaklardan uzun zamandır ayrı kalmış olmaları nedeniyle bu tür sosyal ilişkileri özlemişlerdi.

Buraya sayılı günleri doldurmak için geldiklerinin aynası gibiydi evlerindeki az sayıdaki basit eşya.  

İçilen şarabın verdiği rehavetle sohbet derinleştikçe, bu sayılı günlerin pek de kolay geçmediği, sılaya duyulan hasretin, sanılandan çok daha büyük olduğu ortaya çıkmış, zaman zaman hüzünlenilse de çok güzel ve eğlenceli olmuştu gece.

                                                                 ***
O geceden sonra birkaç akşam karşılaşamamış, satranç oynayamamıştı doktor arkadaşıyla.

Yakın köylere sağlık taramalarına gittiği için akşamları geç geldiğini, yorgun olduğundan yemekten hemen sonra odasına çekildiğini, öğrenmişti lokal görevlilerinden.

Bu arada kendisi de hemen hemen teftişi bitirmiş sayılırdı. Birkaç önemsiz ayrıntıyı da inceledikten sonra artık rahatlıkla ayrılabilirdi Tatvan’dan.

O akşama kadar yoğun bir şekilde çalışıp düzenlemesi gereken raporun son rötuşlarını da yaptıktan sonra bir teftişi daha tamamlayıp ailesine dönecek olmanın verdiği mutlulukla lokale girdiğinde neşesi yerindeydi; az sonra doktor içeri girdiğindeyse ikiye katlanmıştı.

Doktor, doğruca yanıma gelerek, her zamanki hızlı ama düzgün konuşmasıyla, görüşmeden geçen birkaç günün kısa hikayesini anlatmış ardından, “çok sevinçliyim bil bakalım görüşmeyeli ne oldu” diye sormuş, onun yüzündeki ifadeye bakarak, bir tahminde bulunmasına fırsat vermeden, sevinçten sesi titreyerek kendisi vermişti sorduğu sorunun yanıtını.

Mecburi hizmeti sona ermiş, beklediği tayin çıkmıştı; hem de memleketi İstanbul’a.

O akşam satranç oynamanın alemi yoktu. Çünkü bu, çok ama çok önemli bir gelişmeydi. Müfettiş de sevinmişti onun adına. Ve yemekte, birer duble rakıyla kutlamışlardı bu tayini. Oldukça uzun süren zor bir dönemi alnının akıyla bitirmenin mutluluğuyla Tatvan’da yaşadıkları ve bundan sonra yapacakları üzerine durmadan konuşmuş sonunda yorgun düşmüştü doktor o gece.

Ertesi sabah, bir sonraki günkü Türk Hava Yollarının Ankara aktarmalı İstanbul uçağına birlikte yer ayırtmışlardı. Van’dan. Yan, yana sohbet ederek uçacaklardı.

Dönüş günü, kurumun resmi aracı bırakmıştı ikisini Van Havaalanına. Ayırttıkları biletlerini alıp, uçuş için gerekli işlemleri tamamlamalarının ardından anons yapılır yapılmaz uçaktaki yerlerini almış, Tatvan’dan Van’a kadar süren sohbete Kaldığı yerden devam etmeye koyulmuşlardı.

Kalkıştan birkaç dakika sonra kaptan pilot’un yaptığı, aniden hastalanan bir yolcuya müdahale edilmesi gerektiğini söyleyen anons kesmişti sohbeti. Uçakta doktor varsa, ön tarafa gelmesini istiyordu kaptan.

Doktor arkadaşı, tereddütsüz fırlayıp, bir solukta ön tarafa giderek, büyük olasılıkla kalple ilgili bir rahatsızlık geçirmekte olan yolcuya müdahalede bulunurken birkaç kabin görevlisi de ona yardım ediyordu.

Kaptan Ankara’ya iniş için kemerlerin bağlanmasını istediğinde, doktor hala hastanın başından ayrılamamıştı.

Tekerlekler yere değip ardından iniş için kapılar açıldığında müfettiş, arkadaşına veda etmek için ön pilot kabinine yakın kapıyı tercih etmişti. Birbirlerine hoşça kal deyip ayrılırken doktor ona, müfettiş olması nedeniyle çok sık seyahat ettiği için bir gün İstanbul’a yolu düşerse, görev yapacağı hastaneye mutlaka beklediğini söylese de, bu mümkün olmayacak, onu bir daha hiç görmeyecekti.

Ancak, gurbette kurulan arkadaşlıkların, çok kısa süre yaşansalar da uzun yıllar süren dostlukların tadında olduğunu hiç unutmayacaktı.


05.12.2012  Ankara                                                               Mustafa Tuğrul Turhan
 



        




   

  








     

  

23 Ocak 2014 Perşembe

Kalabalıklar Yargının Yerine Geçerse...

Bir taraftan kuvvetler ayrılığı diyoruz, öbür taraftan yasalar çıkartarak, yargıçları, savcıları değiştirerek yargıya müdahale ediyoruz...
Bu, başbakanın deyimiyle söylemek gerekirse “ananas cumhuriyetinde” bile olmaz...
Olursa, orada ne demokrasiden ne de hukuktan söz edilebilir...
*
Aslında bizde hadise budur...
O nedenle her şey birbirine karışmışken fikir yürütmek de kolay değildir...
Bırakın işler kendi mecrasında yürüsün desen, birileri yargıdaki, emniyetteki  “çete” ne olacak diye soracaktır...
Yargıdaki, emniyetteki  “çeteyi” dağıtın desen, birileri sen de mi AKP’den yanasın diyecektir...
*
Ortada çok açık bir “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu vardır...
Ne olacak öyleyse, herkes lanet olsun deyip kenara mı çekilecektir?
Elbette değil, mutlaka bir şeyler yapılacaktır...
Ama bunlar, takım tutar gibi duygusal davranışlar olmamalıdır...
Şimdi, her zamankinden daha çok sağduyulu olmanın, aklıselim ile hareket etmenin ve en önemlisi evrensel hukuk ilkelerine sarılmanın zamanıdır...
*
O Halde, yargısal meseleler yargı mecrasında çözülmelidir...
Olağanüstü dönemden geçiyoruz denilerek, siyasetin yargıya müdahalesine, özellikle de evrensel hukuk ilkelerinden uzaklaşarak yapacağı müdahalelerine sessiz kalmak, işlerin daha da karışmasına yol vermek olacaktır...
Mevcut CMK’da yer alan yeniden yargılama hükümlerine işlerlik kazandırılmalı Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru ve nihayet AHİM’e gitmek hakları sonuna kadar kullanılmalıdır...
Evet, geciken adalet adaletsizliktir, ancak her şeye rağmen hukuka ve adalete güvenmekten başka yol da yoktur...
*
Onca yolsuzluk operasyonu yapılmış, evlerde bulunan dolarlar havada uçuşmuş ama başbakan çıkıp, “millet git derse git derse gideriz, seçimle geldik, sandıkta görüşürüz” diyebilmiştir...
Her türlü suç gibi yolsuzlukların soruşturulacağı yerde yargıdır...
Yargı dışında merciler aramak, onları ön plan çıkartmak, bakın çoğunluk bizim arkamızda diyerek sandığı yargının yerine koymak, “en az” yargıda “çeteleşmek” kadar tehlikelidir...
*
Ne yazık ki bugün, bu tehlikeye kapıları açan ve prim veren sadece başbakan da değildir...
Şike davasında ceza alan Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım’ın ülkeye dönüşünde yaşananlar, konuşulanlar ve yazılanlar, pek çok insanın olaylara başbakan’ın mantığından pek de farkı bakmadığını göstermektedir...
Yıldırım’ı karşılayan kalabalık Fenerbahçe taraftarına bakarak kimileri, Aziz bey’i çoktan beraat ettirmiştir...
Bırakın Fenerbahçe’nin taraftar ve yöneticilerini, yılların gazetecisi Yalçın Doğan bile bugünkü yazısında, “Yargıtay mahkum etmiş ne olacak, ben Beşiktaşlıyım, benim gibi, kamuoyu vicdanı onu çoktan aklamış” diyebilmiştir...
*
Öyleyse eğer, başbakan sandıkta görüşürüz dediği için neden eleştirilmektedir...
Arkalarında kalabalıklar olanlar beraat etmiş olacaksa, yolsuzlukların da sandıkta aklanmasında ne sakınca vardır?
Böyle bakılacaksa, kapatın mahkemeleri, sorun bütün mahkumların ailelerine, yakın akrabalarına görürsünüz herkes suçsuz çıkacak, beraat edecek, zindanlar boşalacaktır...
 *
Olağanüstü dönemler yaşanıyor olması, yargı işlerinin yargı mercilerinden başka çözüm yerinin olmadığı, her şeye rağmen adalete güvenmekten başka çarenin de bulunmadığı gerçeğini unutturmamalıdır...
Aksi, sandıkta görüşürüz demektir!

Mustafa Tuğrul Turhan



22 Ocak 2014 Çarşamba

İfrat, Tefrit

Öyle hızlı yaşıyoruz ki, çoğu olayı unutmamak elde değil...
Unutulmaya yüz tutanlardan birisi de Ergenekon Davasına monte edildiklerinde, eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un ve kuvvet komutanlarının Yüce Divanda yargılanma talebi...
Bu talep, “mademki askeri görevler ifa ettiğimiz sırada silahlı örgüt kurmakla suçlanıyoruz, o halde bu bir görev suçudur ve son yapılan Anayasa değişikliğine göre Yüce Divanda yargılanmamız gerekir” savına dayanmaktaydı ve aslında çok da haklı bir değerlendirmeydi...
Ancak talebin yapıldığı zamanda Anayasa değişikliğini uygulamaya sokacak olan uyum yasası henüz çıkmamıştı...
Ve bu talebin karşısında olanlar, “hükümeti devirmek amacıyla silahlı örgüt kurmak askeri bir görev değildir” mealinde bir gerekçeyle, bunun bir görev suçu olmadığı cihetle uyum yasası çıkmış olsa bile Yüce Divanda yargılanmalarının mümkün olmadığını söylüyordu...
Ve nihayet aleyhte olan bu kanaat ağır basınca ve uyum yasası çıkartılmayınca eski kuvvet komutanları ve Genel Kurmay Başkanı, Yüce Divanda değil, özel yetkili mahkemelerde yargılandı...
*
Özel yetkili mahkeme kararını verdikten sonra, diğer bir deyişle iş işten geçtikten sonra AKP hükümeti şimdi bu uyum yasasını çıkartmaya soyundu...
Moda tabirle, “zamanlama manidar.”
Öyle ya, “düğün değil bayram değil eniştem beni niye öptü”
Nedeni çok açık...
Dertleri, Anayasa değişikliğinin gereğini yapmak filan değil...
Dershane meselesiyle başlayan kapışma sonrasında, yetkili ağızlarca bilerek ve isteyerek söylenmiş olan “orduya kumpas kurulması” işinin cemaat tarafından yapıldığı taktiğini uygulamaya devam etmek...
HSYK' da istedikleri değişiklikleri yapmalarının zaman alacağını ve dolayısıyla yeniden yargılama işinin de, ha deyince olmayacağını görünce, bu uyum yasasını çıkartarak hiç değilse eski Genel Kurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının Yüce Divanda yargılanmalarını sağlayarak, toplumun gazını almak istiyorlar...
HSYK değişikliğine direnen muhalefetin buna karşı çıkmayacağını biliyorlar...
Hesap bu...
*
Lakin her zaman olduğu gibi yine bir uçtan bir uca savruluyorlar...
Önce, davalar görülürken bu taleplere kulak tıkıyor, isteseler bir gecede çıkartabilecekleri yasayı ağızlarına bile almıyorlar, şimdi bir an önce çıkarma telaşına düşüyorlar...
Uyum yasası taslağının içeriğinde de böyle yapıp, ifrattan tefrite gidiyorlar...
“Askeri mahkeme ne demek, askerler de sivil mahkemelerde doğrudan yargılanmalı” deyip, soruşturulmalarının ve dolayısıyla yargılanmalarının kolaylaştırılmasını savunurken şimdi, Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanları hakkında soruşturma yapılmasını zorlaştırmak için kılıf hazırlamaya çalışıyorlar...
Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanları hakkında soruşturma yapılabilmesi için Başbakandan izin alınması zorunluluğu getiriyorlar...
Başbakan izin vermediğinde Cumhurbaşkanına itiraz edilmesini hükme bağlamak istiyorlar...
*
İlk bakışta, ne var bunda 4483 sayılı Yasa uyarınca memurlar hakkında bile soruşturma yapılabilmesi için atamaya yetkili amirin izni gerekirken, koskoca Genel Kurmay başkanı ve kuvvet komutanları için bu düzenlenmenin yapılması çok mu denilebilir...
Ancak, işin aslı hiç de böyle değildir...
Memurların yargılanmalarını “özel koşullara” bağlayan söz konusu yasa, kimilerince dokunulmazlık sayılarak, eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle tartışılsa da, hiç değilse soruşturma izninin verilip verilmemesini “yargısal bir sürece” tabi kılmıştır...
Savcılık, bir memurun suç işlediğine dair ihbar aldığında derhal o memurun bağlı olduğu makamdan soruşturma izni istemekte, atamaya yetkili amir, konu hakkında doğrudan değil, bir ön inceleme yaptırdıktan sonra kendisine sunulan rapora göre soruşturma izni vermekte veya vermemektedir...
Ancak her şey burada bitmemekte, soruşturma izni verilmezse Savcılık, verilirse de hakkında soruşturma izni verilen memur bu karara karşı ilgili idare mahkemesinde itiraz etmekte, mahkemenin vereceği karara göre işlem yapılmaktadır...
Kısacası, soruşturma izni verilip verilmemesi her halükarda “yargının denetimine” tabidir...
AKP hükümetinin şimdi çıkarmayı planladığı uyum yasasında öngörülen soruşturma izniyse, yürütmenin başı olan başbakanın iki dudağı arasındadır...
Başbakan’ın vereceği karara karşı itiraz merci de “yargı değil”, yürütmenin bir diğer başı olan Cumhurbaşkanıdır...
Yani, taslakta öngörülen soruşturma izninin yargısal bir denetimi söz konusu bile değildir...
Başbakan izin vermiyorum deyince, Cumhurbaşkanının hem ona ters düşmek istemeyeceği, hem de başbakanın izin vermediği bir üst komutan hakkında soruşturma açılmasına neden olmaktan rahatsızlık duyabileceği dikkate alındığında, soruşturma açılabilmesinin neredeyse imkansız olacağı veya bunun tam tersinin yaşanacağı açıktır...
AKP, orduya “kumpas” konusunda topu cemaatin üstüne atıp, bazı çevrelere şirin görünme taktiği uygularken, ifrattan tefrite savrulmaktadır...
Oysa bunlar son derece önemli konulardır; muhalefet partilerinin mevcut konjonktürün etkisinde kalmadan, Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanları için yapılacak özel düzenlemenin, hukukun evrensel ilkeleri çerçevesine oluşması için çaba göstermeleri gerekir...
Zira bu ülke ne çekmişse böyle olağan dışı dönemlerde çıkartılan, özel yasalardan çekmiştir...

Mustafa Tuğrul Turhan


21 Ocak 2014 Salı

Mürit Platini!..

Elde kanıt olmadan itham da bulunmak yanlış olur...
Onun için takım ismi vermek, şu maçtı bu maçtı demek doğru olmaz...
Lakin hatırlayanlar, bilenler bilir...
Birileri tersini iddia etse de, profesyonel futbolumuz hiçbir zaman tertemiz olmamış, her zaman en şaibeli alan olmuştur...
*
Eğri oturup doğru konuşalım...
Yıllardır öyle maçlar oynandı ki futbolda, evlere şenlik...
Şampiyon olmak için sekiz gol lazımsa sekiz, beş lazımsa beş de atıldı...
Oyuncu hiç yoktan kırmızı kartla kendini attırdı...
Kaleci, hiç yenmeyecek golü yedi...
Aleni teşvik primleri dağıtıldı...
Birileri Şampiyon oldu...
Birileri küme düştü...
Bunlar pek fazla konuşulmadı...
Konuşanlar olduysa da sesleri duyulmadı...
*
Sonra nasıl olduysa birden bir şike soruşturması gündeme oturdu...
Kabak Fenerbahçe ile Beşiktaş'ın başına patladı...
Sanki bu iki takımın şike ile suçlandığı maçlara kadar oynanan maçların hepsi temiz bir o maçlar kirliydi...
Ama işte dedik ya kabak bir kere patlamıştı...
Üstelik şike iddialarının peşinde bu kez başkanlığını Platini’nin yaptığı Avrupa Futbol Federasyonları Birliği UEFA vardı...
Bizim futbol federasyonu işi eline yüzüne bulaştırıp vaziyeti idare etmeye çalıştıysa da idari soruşturmayı yürüten UEFA müfettişleri şike var dedi;  iki kulübe de disiplin cezaları yağdı...
Fenerbahçe ve Beşiktaş Avrupa kupalarından men edildi...
Uluslar arası Spor Tahkim Mahkemesi CAS’a yapılan itirazlar da reddedildi...
*
Şike soruşturması sadece idari boyutta kalmadı, menfaat sağlamak için çete kurmak iddiası etrafında adli boyutu da oldu ve her iki kulübün kimi yöneticileri tutuklandı, uzun süre hapis yattı...
Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım bunların en ünlüsüydü...
Sonunda Mahkeme de idari soruşturmayı yürüten UEFA müfettişleri ve itirazları reddeden CAS gibi şike yapıldığına ve bunun örgütlü bir şekilde olduğuna hükmedip kulüp yöneticilerine çeşitli hapis ve para cezaları verdi...
Aziz Yıldırım tutuklu yattığı süre göz önünde bulundurularak, tahliye edildi...
Geçen gün Yargıtay ilgili dairesi, şike davasında ceza alanların itirazlarını büyük ölçüde reddederek Aziz Yıldırımın cezasını onadı...
*
Ortalık karıştı...
Çünkü ortam buna çok müsait...
Yargı içinde bir tarikatın çetelerinin olduğu açıklamaları, bizzat başbakan tarafından alenen söyleniyor...
Bu yargı çetesinin TSK’ya “kumpas” kurduğu, Yargıtay'ın imamı olduğu açıklamaları yetkili ağızlardan yapılıyor, bu da yargıya zaten olmayan güveni sıfıra indiriyor...
Böyle olunca, özel yetkili mahkemelerce görülen diğer davalarda hüküm giyenler gibi Şike Davasından mahkum olan Aziz Yıldırım’da “yeniden yargıma” istiyor...
İstemekle kalmıyor, Yargıtay'ca verilen onama kararını tanımadığını, Şike Davasının ve verilen kararın siyasi olduğunu açıklıyor...
Hatta daha ileri gidip, iki yıl önce Alex ile birlikte ziyaret ettiğinde gayet mutlu pozlar verdiği ve arasının çok iyi olduğu başbakan'ı ve partisi AKP’yi cemaatle el ele iktidara yürümekle suçluyor, Şike operasyonunu Gülen cemaatinin yaptığını söylüyor...
Başka zaman olsa, Aziz Yıldırım'a dünyayı dar edecek olan başbakan, bu açıklamaları duymazdan gelerek, salt cemaati kötülemek adına onama kararı için “zamanlama manidar” diyor...
*
E herkes kendine göre haklı tabi...
Ortalık karışık...
Kimin ne dediği ne yaptığı belli değilken cezayı kim kabul eder...
Paralel savaş varken, inci cepheyi kim açar...
Hazır at izi it izine karışmışken, tabi ki, suçlu olan da olmayan da mahkemeleri reddeder...
Bu çok doğaldır...
*
İşin garip tarafı, başından beri olduğu gibi insanlar Ergenekon ve Balyoz Davalarında verilen kararlara tepkisiz kalırken, cezası onanan bir futbol kulübünün başkanı olunca yer yerinde oynuyor...
Yargıya güven kalmayınca, her ceza alan kahraman oluyor...
Şike operasyonunun idari boyutunun UEFA tarafından yürütüldüğü ve sonuçta ciddi cezaların verildiği, itirazların CAS tarafından reddedildiği unutuluyor...
İnsanın, cemaatin UEFA ve CAS içinde de çeteler kurduğuna, Fransız Platini'yi bile müridi yaptığına inanası geliyor...


Mustafa Tuğrul Turhan