İlker Başbuğ
Neler Yazmış Neler...
Aşağıdaki
uzun yazımın tamamını okumadan şöyle göz ucuyla bakanlar, sen de bir şeye
taktın mı takıyorsun, ne
istiyorsun eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’dan, geçen gün de yazdın;
şimdi yine yazıyorsun; sırası mı diye düşünebilirler...
*
O
nedenle baştan söyleyeyim; benim İlker paşa ile daha doğrusu şahıs olarak
kimseyle hiçbir alıp veremediğim yok...
Benim
derdim, geçtiğimiz yakın tarihte ülke olarak yaşadığımız Ergenekon, Balyoz,
Şike; Oda TV gibi soruşturmaların ve bunlara ait davaların bütün sorumluluğunu,
“adeta “günah keçisi” yapılan “cemaate” yükleyip geçmenin, büyük resmin
görülmemesi ve dolayısıyla AKP’nin “17-25 Aralık bir darbe girişimiydi”
stratejisine destek verilmesi olduğunu anlatmak ve unutturmamaktır...
*
Çünkü
bütün olumsuzlukları sadece “cemaatin” işiymiş gibi görmek ve göstermek,
ABD’nin “cemaati” neden yıllardır himaye ettiğini, PKK terörünün nihai hedefini,
ABD’nin Orta Doğu için planladığı BOP projesinin neleri amaçladığını, AKP’nin,
ABD’nin hedeflerini yaşama geçirmek için kurulmuş bir “proje partisi” olduğunu,
orduya kumpasın neden kurulduğunu ve ülkenin bu iktidarla nereye sürüklendiğini
hiç anlamamak veya anlamazdan gelmek demektir...
Ki,
bu da sözde o dillerden düşürülmeyen, ama eriyip giderken seyredilen laik
Türkiye Cumhuriyetine ve ülkenin bütünlüğüne ihanetle eş anlamlıdır; ağacı görüp
ormanı görmemektir...
*
İlker
paşayla ilgili durup dururken yazmıyorum...
Kendisi
hemen her gün bir vesile ile konuşup da başına gelenlerin sorumlusunun, sadece
ve sadece “cemaat” olduğunu söyledikçe benim de kendi düşünceme göre gerçek
olduğuna inandıklarımı yazasım geliyor...
*
Hürriyet
Gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök’ün, bugün köşesinde İlker Başbuğ’un yeni bir
kitap daha çıkarttığını yazıp bu kitaba, uzun alıntılar yaparak övgüler
dizdiğini, ancak bu alıntılarda İlker paşanın yine sadece “cemaati” suçladığını
ve olayları doğru analiz etmediğini görünce, aynı duygularım depreşti ve
kendimi klavyenin başında buldum...
*
PAŞA’YA
ÖVGÜ:
Ertuğrul
Özkök, İlker paşaya, “ Darbeci diye girdiği cezaevinden kitapları binlerce
satan bir yazar olarak çıktı.” Diyerek övgüler diziyor...
Ama
aslında, İlker paşanın kitap yazmasının değil, Ergenekon kumpası başlayıp da
astları, darbe iddialarıyla bir bir tutuklanarak içeri atılırken, onların en
üst komutanı sıfatıyla “durun bakalım ne oluyor, eğer bir suç varsa sorumluluk
benimdir” diyerek dik durabilmeyi başarmasının, arkadaşlarına sahip çıkmasının,
polisler kapısına dayanmadan, alın beni de yargılayın demesinin önemli olması
gerekiyor...
Bunun
yapmamış olmasının, gerek ordu mensupları gerekse kamuoyu üzerinde ciddi hayal
kırıklığı yarattığını herkes biliyor...
*
Kim
bilir, belki de İlker paşanın her fırsatta konuşmasının, “kozmik odada” arama
yapılmasına izin vermesini ve diğer yaptıklarını savunmasının, üst üste kitap
yayınlamasının altında da bu vicdan rahatsızlığı yatıyor...
*
Kitaptan
yapılan alıntıları değerlendirmeye geçmeden, aklıma görevdeyken tutuklanarak
içeri atılmış, kumpasa “kurban gitmiş” bir Genel Kurmay Başkanı neden yazar,
yazarsa ne yazar sorusu takılıyor...
Ve
bu soruların cevabı da kafamda, eğer yazarsa, kumpasla ilgili doğru ve geleceğe
ışık tutan tutarlı bir analizini yazmalı şeklinde beliriyor...
*
ANILAR:
Geçiyorum
kitaptan alıntılara; çocukluk yıllarında tanığı olduğu 6-7 Eylül olaylarının,
1995 yılında Kuzey Irak’a yapılan sınır ötesi harekatın ve hatta 2005 yılında
yaşadığı komik bir anının dahi yer aldığını görünce, eğer yazsaydı, alıntılarda
bu bölümden de birkaç paragraf mutlaka olurdu veya söz edilirdi diye düşünüp,
umduğum “derin analizin” kitapta yer almadığını anlıyorum ve değerlendirmelerimi
bu çerçevede yapmaya karar veriyorum...
*
HATA:
Kitaptan
aktarılan 2005 yılına ait anı şöyle: İlker paşa Genel Kurmay 2. Başkanıyken bir
gün Plan Dairesi Başkanı, üzerinde “ Baskına uğradık. Çatışıyoruz. Hemen hava
desteği ve uçak gönderin.” Notu yazılı bir kağıtla yanına geliyor; bunun
üzerine oradaki birliğimizin Amerikan askerleriyle çatıştığına hükmedilip ABD
büyük elçiliği ve hava kuvvetlerimiz aranıyor; aradan çok geçmeden, bu notun
altında “tatbikat, tatbikat, tatbikat” ibaresi konulmamış eğitim amaçlı bir
“tatbikat” notu olduğu anlaşılıyor...
*
İlginç
ve komik değil mi? Kuşkusuz her işte istenmeyen hatalar olabilir, ama Allah
aşkına, hassas bir bölgede bir tatbikatı bile doğru yapamamak, ta ABD elçisinin
aranmasına neden olmak bir zaaf değilse nedir?
Yoksa
bu anıyı yazmakla anlatılmak istenilen, dava konusu olmuş darbe planlarında da
bu tür yanlış anlamalara meydan verebilecek basit hataların olabileceği midir?
*
HAREKAT:
İkinci
bir anı, ilkinden on yıl daha geriden 20 Mart 1995’ten: 35 000 askerle Irak’ın
60 km. içine girilmiş, bu harekat, bugüne kadar yapılan en büyük sınır ötesi
harekatmış 45 gün orada kalınmış 64 askerimiz “kaybedilmiş” yani “şehit” olmuş
555 terörist “etkisiz hale” getirilmiş, Gabar dağı geçlince taş atsan tıngır
mıngır Musul’a inilecek noktaya gelinmiş, bizim böyle bir düşüncemiz yokmuş ama
ABD ve Avrupa Musul’a gireceğimizi sanmış, bu da bize sıkıntı yaratmış, “bazı
yazarlara” göre, ABD askerlerimizin başına çuval geçirerek Türkiye’ye bölgede
bir ders vermeye o zaman karar vermiş...
*
Ne
demek bu şimdi? “bazı yazarlar” doğru mu söylüyor eğri mi? Koskoca eski Genel
Kurmay Başkanı kitabında o “bazı yazarların” söylediklerini aktarması, kuvvetle
muhtemelen o “yazarların” kanaatlerini paylaştığına işaret ediyor...
Ve
bu da Nato üyesi olduğumuzdan bu yana olduğu gibi, bizim Orta Doğuda ABD’nin
bilgisi ve onayı olmadan bir adım bile atamayacağımız bir kez daha itirafı
niteliğini taşıyor...
*
Kaldı
ki, Irak’a büyük harekat yapılmışta neticesi ne olmuştur; koskoca bir hiç değil
midir? PKK terörünün merkezi Kandil kampı olduğu yerde terör yuvası olmaya devam
etmiştir. Öyleyse bir harekatın büyüklüğü ve önemi, katılan asker sayısıyla,
gidilen km. ile değil, aldığı sonuçla ölçülmelidir...
*
TSK’nın
gerek bu anıdaki harekatı, gerekse diğer sınır ötesi harekatlarının tümünün
sonu bu anlamda fiyaskodur. Hatırlanacağı üzere bu harekatların hemen hepsi,
bir PKK pususunda çok sayıda şehit vermemizden sonra ülkedeki infiali absorbe
etmek, amiyane tabirle insanlarımızın “gazını almak” için yapıldığı herkesin
malumudur... Aksi olması halinde bugün PKK’nın olmaması gerektiği de ortadadır...
*
27
NİSAN BİLDİRİSİ:
İlker
paşa kitabında 27 Nisan 2009 tarihinde TSK sitesinde yayınlanan meşhur bildiri
ile ilgili olarak da; yayınlanmasından sonra zamanın Genel Kurmay Başkanına “
keşke bildiriyi yayınlamadan önce bizim de bilgimiz olsaydı” dediğini, onun da
“ ben durumu böyle değerlendirdim” yanıtını verdiğini söylüyor...
*
Peki,
bu ne demek şimdi durup dururken? Açıkça görüleceği üzere 27 Nisan
bildirisinden Genel Kurmay 2. Başkanı olarak “benim haberim yok, benim darbe
izlenimi ve kokusu veren hiçbir tarakta bezim olmaz” demek. O zamanın Genel
Kurmay Başkanını bu bildirinin tek sorumlusu olarak göstermek demek...
*
Nasıl
olsa o Genel Kurmay Başkanı, Recep Tayyip Erdoğan ile Dolmabahçe’de ne
görüştüklerini mezara kadar sır olarak saklamak konusunda mutabakat
yaptığından, sorumluluğun onun üzerinde bırakılmasında hiçbir sakınca
olmayacağı için rahat yazmak demek...
*
Başka
ne demek? TSK’nın üst komuta kademesinin hükümete muhtıra verilmesi gibi çok
önemli bir konuda bile, tıpkı “tatbikat” ibaresinin yazılmamasında olduğu gibi
birbirinden kopuk hareket edebildiği, hayati bir meselede dahi zaaf içinde
olduğu demek...
*
YALNIZLIK:
İlker
paşa kitabında, tutuklandığı gün hissettiklerini de anlatıyor; Beşiktaş
Adliyesinden çıkartılıp Silivri’ye doğru götürülürken küçük bir kalabalık
olduğunu, kendisi bir beklenti içinde olmamakla beraber, silah arkadaşı Mete
Yarar’ın o gün televizyonda, “ eğer o gün mahkemenin önünde yüz binler
toplansaydı durum belki farklı olabilirdi” dediğini söylüyor. Silivri’ye
götürülürken yolda, vatan şairi Namık Kemal’i düşündüğünü, onun cezaevinden
Sirkeci iskelesine götürülürken halkın ayaklanıp kendisini kurtaracağını
sandığını, ama kimsenin olmadığını, Namık Kemal’i sürgüne gönderen hükümetin
Adalet Bakanı olan ve meşrutiyet idaresini getiren Mithat Paşa’nın da sürgüne
gönderildiğini, gemiye binerken Galata iskelesinde onun da yalnız olduğunu
söylüyor.
*
Adnan
Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu için Türk milleti gereken tepkiyi
gösterebilmiş midir diye sorup, “kocaman bir hayır” diye sorusunun yanıtını
kendisi veriyor. Ve bu yalnızlığın herkes için bir düş kırıklığı olduğunu ifade
ediyor.
*
Bu
da her halde, TSK’nın en üst komutanlığını yaptım, ama o TSK’nın yaptığı ve
sonunda Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idam edildiği 27 Mayıs darbesini ve
sonuçlarını eleştiriyorum demek oluyor...
*
FENERBAHÇE:
İlker
paşa bütün bu “yalnızlık” örneklerinden sonra Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı
Aziz Yıldırım’ın da sanıkları arasında olduğu şike soruşturması ve davası
sırasında Fenerbahçe taraftarının tarih yazdığını söyleyip, Fenerbahçe
taraftarı olduğu için onur duyduğunu belirtiyor. Tüm diğer davalarda olduğu
gibi şike davasında da “asıl aktörün yargıyı araç olarak kullanan cemaat “
olduğunu vurguluyor...
*
Ama
insanımızın büyük çoğunluğunun yaptığı gibi Fenerbahçe taraftarının da kendi
kulüp başkanları tutuklanana kadar ne Ergenekon, ne Balyoz soruşturmalarında
ordu mensupları, aydınlar, gazeteciler tutuklanırken, kimisi intihar ederken
kılını bile kıpırdatmadığını, en azından Fenerbahçe taraftarlığı bilinen
kendisine bile sahip çıkmadığını hiç söylemiyor; şike davasına gösterilen
tepkinin, haksız ve hukuksuz tutuklamalara, kumpaslara değil, futbol ve takım
aşkına yapıldığını, dolayısıyla bunun övünülecek değil, aslında üzerinde uzun
uzun tartışılacak bir sosyal sorun olduğunu, konu futbol olunca ayağa kalkan
ama hak ve özgürlükler olunca gıkı çıkmayan bir toplumda yaşadığını görmezden
geliyor...
*
GEZİ:
Gezi
protestoları için “saygı duyulacak bir olaydı” demekle yetiniyor; ama
Fenerbahçe taraftarına övgü dizerken, Gezi protestolarında en ön saflarda
futbolu değil, hak ve özgürlükleri savunmak için bulunan Beşiktaş kulübünün
Çarşı grubunun adını ağzına bile almıyor; Şimdi Çarşı Grubu için açılan darbe
yapmaya teşebbüs davasıyla ilgili tek laf etmiyor...
*
Bir
dönem MİT ile ilişkilerini de anlatıyor. TSK mensubu subaylarla ilgili her
hafta aynı yerden atılan isimsiz ihbar mektupları geldiğini, MİT müsteşarından
bu kişinin bulunmasını istediğini, kamera kayıtları getirilirse bu “personelin”
bulunacağını belirttiği halde o kamera kayıtlarının kendilerine hiç
verilmediğini anlatıyor. Sn Başbakan’a MİT müsteşar yardımcısının asker kökenli
olmasında fayda olduğunu söylediğini ama o konjonktürde bunun gerçekleşmediğini
belirtiyor...
*
Aslında
burada iki da hata ortaya çıkmış oluyor; birincisi, MİT doğrudan başbakana bağlı
olduğu için MİT müsteşarına “bu kişiyi bulun” talebini yapmasının hiyerarşiye
ve devletin işleyişine aykırı oluyor, ikincisi, Bülent Arınç’a süikast
meselesini açıklarken “biz oraya personelimizi bir subayı izlemesi için
gönderdik” demesi, gerektiğinde izleme yaptırabildiklerini ortaya koyduğundan,
bu mektupları atanı bulmak için kendilerinin de bir çalışma yapabilme imkanına
sahip oldukları halde yapmadıkları ortaya çıkıyor...
Tabi
bu açıklaması aynı zamanda, bir de MİT’in de mi, o kumpasların içinde olduğu
sorusunu gündeme getiriyor...
*
PKK
DEĞERLENDİRMESİ:
İlker
paşa, kitabında PKK’yı da değerlendiriyor; alıntılardan anlaşıldığı kadarıyla
PKK ile ilgili olarak, “artık terörle istediği amaca ulaşamaz” deyip bunu
açarak, bugün uluslar arası konjonktürde terör olaylarının eskisi gibi büyük
destek bulmadığını, PKK’nın bugün kuzey
Irak’ta sahip olduğu güvenli bölgelere ileride sahip olamayacağını, Irak’ın
yeni yapılanmasında ve geleceğinde PKK terör örgütüne yer olmadığını
söylüyor...
*
Ama
madem ki koşullar bu denli PKK’nın aleyhineyse, AKP iktidarının bu örgütle
neden masaya oturup pazarlık yaptığını, Güney Doğu’da kontrolün neden bu terör
örgütünde olduğunu, Cizre’de devletin güvenlik güçlerinin görev yapamaz halde
bulunduğunu, özerklik açıklamalarının ne anlama geldiğini ABD’nin PKK’dan desteğini
çekip çekmediğini açıklamıyor...
Böyle
olunca da büyük olasılıkla fiili gerçeği değil, kendi dileklerini dile getirdiği
izlenimi yaratıyor...
*
Ertuğrul
Özkök, kitabı överken, küçük bilgiler ve istatistikler de söylüyor; İlker
paşanın okuduğu ilk gazetenin ne olduğunu, kimin etkisiyle Fenerbahçeli
olduğunu, formasını çok sevdiği için Kuleli askeri lisesine gittiğini
belirttikten sonra, kitapta kimin adının kaç kez geçtiğine, en çok adı geçen
ünlülerin kimler olduğuna dair rakamlar veriyor...
Bunların
ne önemi varsa?
*
SONUÇ:
Ve
bütün bu yazdıklarımın sonunda, İçinde bulunduğumuz ülke koşullarının yakındığımız
gibi olmasında büyük olasılıkla, başlarından önemli deneyimler geçmiş olmasına
rağmen kamuda üst görevler yapan insanlarımızın, meselelere yukarıda ifade
etmeye çalıştığım üzere yüzeysel bakıyor olmasının, konjonktürle hiç ilgisi
olmayan kitaplar yazıp, açıklamalar yapmasının, bunların suçlu olarak
gösterdiği bir tarikatın ortağı olan siyasi iktidarın işine yaradığını fark
etmemesinin, gazeteci geçinenlerimizin, bu insanları parlatmaya ve günü birlik
değerlendirmelerle günü kurtarmaya meraklı olmasının önemli payı olduğu sonucuna
ulaşmamak elde olmuyor...
Mustafa Tuğrul
Turhan